7 Kasım 2007 Çarşamba

Açılış Konuşmaları



















Mahir Namur-
Avrupa Kültür Derneği Başkanı, Türkiye

Sayın Vali, Sayın Elçi, Değerli konuklar hoşgeldiniz.
Bu konferansa katılmak için şehir dışından ve başka ülkelerden İstanbul’a gelen tüm konuklara da hoşgeldiniz diyoruz.

Dün akşam burada olmanızı isterdim doğrusu, çünkü dün akşam buradaki manzara bu Forum’un oluşumundaki ruhu çok güzel yansıtıyordu. Doktorlar, sanat yönetmenleri, tarihçiler, film yapımcıları, tiyatrocular, mühendisler, dansçılar, oyuncular, öğrenciler, teknisyenler hep beraber bu üzerinde oturduğunuz iskemleleri yerleştirdik. Tarih Vakfı’nın bize sunduğu bu güzel mekana ancak dün gece saat 22:00’den sonra girebilmemiz mümkün oldu. Sekiz açık oturum, on bir sergi ve on bir performans gerçekleştirilecek on bir salonda bir yandan provalar, diğer yandan montajlar yalnızca bir gecede hazırlandı. İşte bu Forum düşünce aşamasından bugüne kadar, birçok kişi ve kuruluşun gönüllü çalışmaları ve katkılarıyla bu şekilde oluştu. Forum’un çok özel olduğunu düşündüğüm bu yanını özellikle vurgulamak istedim.

Bu Forum’un iki ay öncesinden başlayarak oluşumuna da bu nedenle cesaret edebildik. Bu tamamıyla sinerjinin gücü. Şubat ayından itibaren bir Kültür-Sanat Yönetimi Programı başlattık. Bu programda amaç, genç kültür-sanat yöneticileri arasında bir diyalog oluşturmak, iletişimi güçlendirmek, Türkiye kültür alanının fırsatlarını, sorunlarını tartışmak, tecrübeli olan jenerasyondan, daha genç jenerasyona bilgi akışını sağlamak, aynı şekilde uluslararası modelleri göstermek ve bütün bu konularda sentez yaparak kültür alanımızın gelişimine katkıda bulunmaktı. Bu proje organik bir şekilde gelişti. Burada 25 kişilik bir danışma kurulu oluşturarak onların fikirlerini aldık. Bu program başladıktan sonra da, kültür-sanat sektöründen genç kültür-sanat yöneticileri arasında gerçekten bir sinerji ortaya çıktı ve iki ay önce bu Forum’u hep birlikte düzenlemeye başladık. Bugüne kadar Forum’a 30 ülkeden 70 kişi başvurdu. Türkiye’den den 250 kişi kaydoldu. Bu tamamıyla basına yansıtılmadan, internetle yapılan bir iletişim ile gerçekleşti. Burada yeni teknolojilerin kültürel iletişim ve işbirliğindeki önemli rolünü özellikle vurgulamak istiyorum.

Bu Forum’un ve Kültür-Sanat Yönetimi programının oluşmasında olduğu gibi, Avrupa Kültür Derneği de organik olarak gelişen bir kurum. Avrupa Kültür Derneği bir meslek kuruluşu değil. Farklı meslek alanlarından üyeleri olan bir sivil toplum kuruluşu. Bizler bu derneği Türkiye ile Avrupa toplumları arasında kültürel ilişkileri geliştirmek için bir sivil toplum hareketi oluşturmak amacıyla kurduk. Tabii kuruluşumuz sırasındaki düşünce, bilgi ve tecrübe ile şimdi sahip olduğumuz düşünce, bilgi ve tecrübe arasında çok büyük farklar var. Çünkü yürüttüğümüz faaliyetler ve gerçekleştirdiğimiz projelerden edindiğimiz tecrübeleri, katıldığımız ve organize ettiğimiz konferanslardan, seminerlerden ortaya çıkan sonuçları, bilgileri Derneğimizin gelişimi için değerlendirmeye çalışıyoruz. Süreç içinde kültürlerarası öğrenmenin değerini bildiğimiz için belli bir fikri savunmak yerine bu Forum’da da gerçekleştirmeye çalıştığımız gibi farklı kesimlerden, farklı ülkelerden insanları bir araya getirerek fikir üretimi için bir platform oluşturmayı tercih ediyoruz. Dolayısıyla da Derneğimizin amacını ulusal, uluslararası düzeylerde kültürel iletişim ve işbirliğini geliştirmek olarak tanımlıyoruz.

Daha önce de belirttiğim gibi, bu Forum imece usulüyle gerçekleştirildi. Buradaki partnerlerimizin isimlerini tek tek saymayı ve kendilerine tek tek teşekkür etmeyi çok isterdim, ancak bu dağıttığımız ve asılı duran basılı malzemelerden göreceğiniz gibi çok zor. Bunlar logoları olan kurumsal partnerler, ancak bunun yanında bu Forum’a katkıda bulunan yüzlerce kişiye logoları olmadığından haksızlık yapmamak gerek. Bu organizasyonda yanımızda olan herkese Derneğim adına teşekkür ediyorum.

Hepinize geldiğiniz, burada bulunduğunuz için tekrar çok teşekkür ederiz. Şimdi sözü Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Kültür İlişkileri Genel Müdür Yardımcısı Sayın Doktor Şander Gürbüz’e bırakıyorum.

“Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinin Siyasi ve Toplumsal Boyutları”

Dr. Şander GÜRBÜZ-
Elçi, T.C. Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Kültür İlişkileri Genel Müdür Yardımcısı, Türkiye

Saygıdeğer Konuklar,
Konuşmama, “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkileri Uluslararası Forumu”nu düzenleyen Avrupa Kültür Derneği’ne ve bu etkinliğin gerçekleştirilmesine katkıda bulunan tüm kurum ve kuruluşlara teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum. Bu Forum vesilesiyle bir araya gelmiş bulunan böyle saygın bir topluluğa hitap etmekten büyük mutluluk duymaktayım. Ülkemize gelen değerli misafirlerimize hoş geldiniz diyor, Türkiye’de geçirecekleri günlerin güzel intiba ve anılarla dolu olmasını diliyorum.

Bu önemli toplantının iki kıtayı buluşturan, çok kültürlülüğün beşiği İstanbul’da tertiplenmesi ayrı bir anlam taşıyor kuşkusuz. Temelleri M.Ö.VII. yüzyılda atılan, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan stratejik konumu nedeniyle, tarihi boyunca burada hüküm süren uygarlıklar için daima önem taşımış bir kent olan İstanbul, Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarına başkentlik yapmıştır. Bu görkemli geçmişi ile farklı dinleri, kültürleri, toplulukları ve bunların ürünü olan eser ve yapıtları bünyesinde barındıran şu anda üzerinde bulunduğumuz “Tarihi Yarımada”, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde de yerini almıştır.

Konuşmamda, Türk dış politikasının genel öncelikleri ve Avrupa’ya yönelik hedeflerine kısaca değindikten sonra, geçmişten günümüze Türkiye-Avrupa ilişkileri çerçevesinde ülkemizin Avrupa’ya bakışını, Avrupa Birliği bağlamında Türkiye’den beklenebilecek katkıları kültürel, siyasi ve toplumsal açıdan değerlendirmeye çalışacağım.

Değerli Misafirler,
Çok kültürlü küresel toplum içinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti, Batı ile Doğuyu, Kuzey ile Güneyi uzlaştıran ve tüm kıtalarda etkinlik gösteren çok boyutlu bir dış politika yürütmektedir.

Türk dış politikasının öncelikli amacı, gerek Türkiye’de gerek komşu ülkelerde ve ötesinde, barış ve refah içinde, istikrarlı, işbirliğine dayalı ve beşeri kalkınmayı sağlayacak bir bölgesel ve uluslararası ortamın yaratılmasıdır. Türkiye, bu hedefine ulaşmak amacıyla, çeşitli uluslararası örgütlere üyelik, Avrupa Birliği ile bütünleşme, bölgesel işbirliği süreçlerinde öncülük, iyi komşuluk ilişkilerinin ve ekonomik işbirliğinin teşviki, zor şartlar altında bulunanlara insani yardım, barışı koruma operasyonlarına katılım, uyuşmazlıkların çözümü ile çatışma sonrası uzlaşma ve yeniden yapılandırma gayretlerine katkı gibi son derece geniş bir yelpazede, barışçıl, ilkeli ve etkin bir dış politika izlemektedir.

Türkiye, Avrasya’nın merkezindeki coğrafi konumu ve geniş bir alana yayılan tarihi ve kültürel bağlarıyla medeniyetler arası diyaloga hizmet eden bir köprü işlevi görmektedir.

Türkiye’nin gelecekteki dış politika vizyonu bakımından belirleyici olan iki ana hedefi bulunmaktadır:
Birinci hedef, Avrupa Birliği ile bütünleşmektir. Tarihi, coğrafi, ekonomik ve kültürel olarak Türkiye bir Avrupa ülkesidir. Bu itibarla, Avrupa Birliği’ne tam üye olması gayet doğaldır. Tarih boyunca Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası ve bölgede etkin bir aktör olan Türkiye, Avrupa idealine bağlıdır.

İkinci hedef, Türkiye’nin dış politikasında önemli yere sahip olan Balkanlar, Kafkaslar, Karadeniz, Ortadoğu, Akdeniz ve Orta Asya ile Avrupa’nın buluşma noktasında yer alan ülkemizin etrafında bir güvenlik, istikrar, refah, dostluk ve işbirliği ortamı oluşturulmasıdır.

Türkiye’nin, söz konusu farklı bölgelerle zengin tarihi ve kültürel ilişkileri bulunmaktadır. Ülkemiz, tarihi birikimini, kültürel bağlarını ve coğrafi konumunu barışçıl, ilkeli ve etkin bir diplomasi izlemek suretiyle, çevresinde ve dünyada barış, hoşgörü ve uzlaşı kültürünün hakim olabilmesi doğrultusunda en etkin şekilde kullanmayı amaçlamaktadır.

Bu çerçevede ülkemiz, bölgesel ve uluslararası platformlarda kültürel iletişim ve işbirliğinin geliştirilmesine büyük önem atfetmekte olup, Avrupa Konseyi, UNESCO, Avrupa Birliği gibi çeşitli uluslararası örgütler bünyesinde sürdürülen kültürel çalışmalara aktif olarak katılmaktadır. Diğer taraftan, Doğu ve Batı kültürleri arasındaki yoğun etkileşimi bünyesinde barındıran Türkiye, sanatsal ve kültürel çok yönlülüğünü yurtdışında anlatmaya ve tanıtmaya yönelik girişimlerini sürdürmektedir.

Bakanlığımız bu kapsamda, ülkemizin kültürel zenginliklerini, klasik müzikten yeni müzik türlerine, geleneksel sanattan çağdaş sanata uzanan renkli geçmişini ve bugünün dinamik ve çağdaş Türkiye'sinin kültürel özelliklerini Avrupa seyircisiyle buluşturmaya yönelik etkinliklerin düzenlenmesini teşvik etmekte, bu amaçla destek ve katkılarda bulunmakta, gerektiğinde öncü rol oynamaktadır. Çağdaş kültür ve sanatın desteklenmesi amacına yönelik çaba gösteren Sivil Toplum Kuruluşlarımızı da bu vesileyle kutlamak istiyorum.

Değerli Misafirler,
Bildiğiniz gibi, Türkiye - Avrupa ilişkileri, gücünü tarihten almaktadır. Yüzyıllar boyunca yaratılan kültürel etkileşim ve paylaşılan ortak değerler sayesinde kalıcı bir dostluk ve müttefiklik ilişkisi kurulmuştur. İşbirliğimiz, askeri/savunma alanlarından enerjiye, turizmden arkeolojiye, uluslararası terörizm ve örgütlü suçlarla mücadeleden kültüre, eğitimden çok taraflı platformlarda karşılıklı desteğe kadar son derece geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Avrupa ile Türkiye arasında yüzyıllardır, sanat ve kültür alanında karşılıklı etkileşim yaşanmıştır. En yoğun etkileşim, özellikle XV. yüzyıldan itibaren gerçekleşmiştir. Avrupa, Türkiye’yi XV. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na gelen çeşitli Batılı ressamların eserlerinden tanımaya başlamıştır. Bu değerli ustalar arasında Gentile Bellini, Jean Baptiste Van Mour, Jean Etienne Liotard, Antoine-Ignace Melling, Amedeo Court Preziosi, Ivan C. Ayvazowsky, Jean Léon Gérôme, Fausto Zonaro’yu saymak mümkün.

Avrupa’daki “Alla Turca” hareketi, XVIII. yüzyıl Avrupa’sının Mozart ve Bizet gibi ünlü bestekarlarını etkilemiştir. “Alla Turca” hareketi sadece müzikte değil, mimaride, dekorasyonda, seramik sanatında, tekstilde ve modada da yansımalarını bulmuştur.
Yaşadığımız yüzyılda, küreselleşme ile birlikte, uluslararası aktörler ve medeniyetler arasında kültürel etkileşim giderek daha büyük önem kazanmaktadır.

Kültürel çeşitliliği en iyi şekilde temsil etmekte olan Türkiye ve Avrupa, tarihi ve kültürel birikimleri, gelenekleri ve beşeri potansiyelleri ile bölgemizdeki ve ötesindeki gelişmelere olumlu katkıda bulunma yeteneğine sahiptirler.

Tarih boyunca medeniyetlerin beşiği olan bu kıtanın bugün uyumun sembolü olması için birlikte çaba gösterilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin kültür mirası ve çağdaş dinamizmi ile bütünleşmiş bir Avrupa’nın, değerlerini ve misyonunu, daha iyi koruyarak dünyaya daha etkin biçimde yansıtabileceğine inanıyorum.

Saygıdeğer Konuklar,
1 Mayıs 2004 tarihinde Birliğin üye sayısını 15’ten 25’e çıkaran tarihi genişlemeyle, Avrupa, kıtasının suni bölünmüşlüğünün sona erişini kutlamıştır. Bu genişlemeyle birlikte Birlik ortak değerlerini ve inançlarını yeni üyeleriyle bütünleştirmeye yönelmiştir. Her yeni üye, Birliğin kültürel çeşitliliğine, değerler sistemine ve geleceğe bakışına katma değerini getirmekte, kendilerine özgü unsurlarla bu özellikleri zenginleştirmektedir.

6 Ekim 2004 tarihinde Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nden bu yana geçirdiği siyasi dönüşüm hakkında kapsamlı bir değerlendirme içeren İlerleme Raporu’nu yayınlamıştır.

Söz konusu İlerleme Raporuyla birlikte yayınlanan Tavsiye Belgesinde, üç ayaklı bir strateji sunulmuş, üçüncü ayakta “sivil toplumlararası siyasi ve kültürel diyalog”a yer verilmiştir. Bu ayak, Birlik üyesi ülkeler ile Türkiye arasında, halkları bir araya getirecek şekilde kapsamlı bir güçlendirilmiş siyasi ve kültürel diyalogu öngörmektedir. Bu diyalog sürecinde sivil toplum örgütlerinin önemli bir rol üstlenmesi ve bunun Birlik tarafından kolaylaştırılması gerekmektedir. Komisyonun, bu diyalogun ne şekilde destekleneceğine dair önerilerini önümüzdeki dönemde açıklaması beklenmektedir.

17 Aralık 2004’de Brüksel’de toplanan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları, Komisyonun raporu ve tavsiyesi doğrultusunda, Türkiye’deki kapsamlı reform sürecinin kararlı gelişimini memnuniyetle kaydederek ve bu sürecin devamlılığına olan güvenini ifade ederek, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiği sonucuna varmışlar ve katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005’te başlatılmasını kararlaştırmışlardır.

Böylece, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir döneme girmiş bulunmaktadır. Bu yeni dönemin merkezinde, bu yıl içinde başlayacak olan katılım müzakereleri yer almaktadır. Müzakerelerin başarıyla sonuçlanması, Avrupa Birliği’nin Avrupa’yı bölen çizgiler yaratmadan birleştirilmesi yönündeki kararlılığını teyit edecektir. Avrupa projesinin gerçekleşmesi, tüm Avrupalıları paylaşılan değerler etrafında kenetleyecek, demokrasiyi ve kıtanın birliğini perçinleyecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan ortak değerler yeniden vurgulanmış olacaktır.

Birlik olgunluk çağına erişirken, Avrupalılığı tek bir coğrafi bölgeye, tek bir inançlar sistemine, tek bir gelenek yapısına dayandırmak gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. “Rönesans” ve “Aydınlanma Çağı”nın değerleri ve o dönemlerde edinilen ve halen yararlanılan tecrübeler, Avrupa’nın kültürel çeşitliliği ve kazandırabileceklerini memnunlukla karşılamasına temel oluşturmaktadır. Kaldı ki Avrupa Antlaşması, “çeşitlilik içinde birliğin” önemine atıfta bulunmakta, bu ilkeyi Avrupa’yı tanımlayan değerler arasına yerleştirmektedir.

Avrupa’nın, modern bir çokkültürlü sosyal yapıyı, büyük ulus devletler sistemine tercih eden anlayışı, Avrupa kıtasını öncü bir güç konumuna getirecektir. Yapay sınırların kırılması, Avrupa’yı global çapta siyasi hedeflerini gerçekleştirme hususunda da daha donanımlı kılacaktır.

Değerli Misafirler,
Türkler yüzyıllardır Batı'ya doğru bir yürüyüş içindedir. Bu yürüyüş modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimlerle pekişmiştir. Çağdaş dünyanın kültürel değerlerini Osmanlı Mirası üzerine aşılamış bir ülke olan Türkiye, Avrupa için gerçek bir kültürel zenginliktir.

Avrupa’da yaşayan yaklaşık üç milyon Türk vatandaşının varlığı, Türkiye’nin kültürel açıdan Avrupa’ya yapabileceği katkıların diğer önemli bir veçhesini ortaya koymaktadır.

Türkiye, Avrupa demokratik değerler sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır ve Avrupa Birliği içinde ve ötesinde medeniyetler uyumuna ve diyaloguna önemli katkıda bulunacaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği gerçekleşmediği sürece, Avrupa bütünleşmesi projesi tamamlanmış sayılamaz.

Çeşitli coğrafyalarda barışçıl ilişkiler ağı kuran ve laik, çoğulcu demokrasisiyle reform konusunda istekli diğer bölge ülkeleri için bir ilham kaynağı teşkil eden Türkiye’nin üyeliği sayesinde Avrupa, uluslararası ilişkilerde ve bölgesel gelişmelerde stratejik anlamda daha güçlü bir sese sahip olacaktır.

Türkiye, temel haklar, hukuk devleti, demokrasi, siyasi, kültürel ve dinsel çeşitlilik, şeffaflık, hesap verebilirlik ve serbest pazar ekonomisi bakımından yeni bir çehreye bürünmüştür.

Türkiye’yi yakından takip edenler, siyasi ve sosyal gerilimlerin azaldığını, hoşgörü ve demokratik tartışma ortamının pekiştiğini, insan hakları değerlerinin günlük hayata, idari uygulamalara ve yargı kararlarına giderek daha çok nüfuz ettiğini, yolsuzluk ve örgütlü suçların üzerine gidildiğini takdirle izlemektedirler. Bu noktada, tartışmalarda, Türkiye’nin potansiyelinin, meziyetlerinin ve eksikliklerinin adil biçimde değerlendirilmesini, tartışmanın sağlıklı sonuç vermesi bakımından gerekli gördüğümü belirtmek isterim.

Son yıllarda, bazı üye ülkelerdeki tartışmalara rağmen, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yapacağı stratejik, ekonomik ve kültürel katkılar konusunda Avrupa kamuoylarındaki bilinç düzeyinin artmakta olduğunu müşahede etmekteyiz. Gerçekten de, Türkiye’nin ekonomik ve beşeri potansiyelinin Avrupa için bir külfet değil, katma değer teşkil edeceği akil ve ileri görüşlü Avrupalı devlet adamlarınca, iş adamlarınca ve aydınlarca vurgulanmaktadır.

Bu çerçevede, Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyonu konusunda ifade edilen her tereddüt ve itiraza, bizzat Avrupalı seçkin devlet adamı, politikacı, işadamı ve entelektüellerin güçlü argümanlarıyla derhal cevap verildiğini memnuniyetle görmekteyiz.

Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan, Batılı ve demokratik değerleri benimsemiş ve özümsemiş bir ülke olarak, Avrupa Birliği’ne üyeliğimizin, medeniyetler arası çatışmanın gerçek bir tehdit olarak karşımızda durduğu mevcut dönemde, bölgesel ve uluslararası istikrara yapacağı katkı son derece sarihtir.

Türkiye, komşu bölgelerde sahip olduğu özel konum ve ilişkiler sayesinde, Avrupa Birliği’nin bu coğrafyadaki siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerinin derinleştirilmesine de önemli katkı sağlayabilecek konumdadır. Bu katkı, Avrupa Birliği’nin bu bölgelerde yer alan ülkeler için çok kültürlü ve kapsayıcı örnek bir yapılanma ve örgüt olarak kabullenilmesine yardımcı olacaktır.

Keyfiyetin Avrupa’nın uzun vadeli küresel kimliği, çıkarları ve geleceği ile yakından irtibatlı olduğunu unutmamak gerekir. Türkiye de, konuya, kısa vadeli, güncel unsurlara dayalı değerlendirmeler yerine, uzun vadeli bir perspektiften bakmaktadır. Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmesi süreci, iki taraf için de kazanç sağlayacağı düşüncesiyle başlatılmıştır. Bu ilişki, iki tarafın gerek kendi güçlerine gerek birbirlerine olan güvenlerinin bir sonucu olarak gelişmiş ve ilerlemiştir.

Katılım yolundaki Türkiye, bölgede Avrupa değerlerinin yayılmasını kolaylaştırabilecek konumdadır. Zira Türkiye, laik ve demokratik devlet yapısıyla, çatışmalar ve potansiyel anlaşmazlıkların yaşandığı bir bölgede istikrar unsuru olarak görülmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması Avrupa kıtası ve civarındaki barışın temelini oluşturan değerlerin pekiştirilmesine katkıda bulunacaktır.

Türkiye’nin üyeliği Batı ve İslam dünyasını buluşturacaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği Batı ile İslam dünyası arasında bir köprü kurulmasını sağlamak suretiyle, 11 Eylül olaylarından sonra medeniyetler ve dinler çatışması olarak sunulmaya çalışılan yıkıcı yaklaşımların önüne geçilmesini ve bunların geçersiz kılınmasını sağlayacaktır.

Kültürel farklılıkların bir ahenk oluşturması, İslam ile çağdaşlığın uyum içerisinde bir arada yaşatılabilmesi, Hristiyan-Müslüman çatışması tezine Batıdan gelen en güzel cevap olacaktır. Diğer bir deyişle, Hristiyanlar ve Müslümanların, aynı siyasi ve ekonomik birlik içerisinde bir arada yaşabileceklerinin kanıtlanmasıyla, islami köktendincilik ile Hristiyan fanatizminin savları ve felsefesi temelden yıkılacaktır.

Saygıdeğer Konuklar,
Avrupa’yı tek bir dini temele oturtmak kendi içine dönük bir Avrupa’nın mevcudiyetini öne sürenlerin savlarını kuvvetlendirmektedir. Avrupa’nın muhafazakar, kıtasal veya bölgesel emellerin üstünde yer alması ve uluslararası gelişmeleri yönlendirebilmesi gerekir.

Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmesi, Avrupa’daki yaklaşık 10 milyon nüfuslu Müslüman toplumunu İslamiyet’in çağdaş bir yorumunu yapmaya teşvik edecektir. Avrupa Birliği’nin bir “Hristiyan Kulübü” olduğu, evrensel kimliğini oluşturamadığı, Birlik içerisinde ırkçılığın arttığı gibi iddialara da gerekli yanıt kendiliğinden verilmiş olacaktır. Türkiye, İslamiyet ile modern dünyayı bağdaştırabilen konumuyla, İslam dünyasının Avrupa ve genelde Batı hakkındaki menfi görüşlerini etkileyebilecek yegane ülke konumundadır.

Türkiye’nin üyeliğiyle genişleyecek Avrupa Birliği, dünyanın diğer bölgeleri için de bir çeşitlilik içinde birlik modeli teşkil edecektir. Bu yeni vizyon, çeşitlilik ve farklılıkların, ortak değer ve çıkarlar temelinde bağdaşabileceğinin bir kanıtı olacaktır. Avrupa, değerlerini dünyanın diğer bölgelerine, kültürlerarası hoşgörü ve anlayışa katkıda bulunmak suretiyle, daha etkin şekilde yansıtabilecek, Avrupa Birliği’nin stratejik gücünü ve uluslararası aktör konumunu pekiştirecektir.

Avrupa, uygarlık tarihine seçkin bilimsel, kültürel ve siyasi katkılarda bulunmuştur. Avrupa bugün de dünyada en üstün insani değerleri ve barışın öncülüğünü yapmaktadır. Türkiye’nin kültür mirası ve çağdaş dinamizmi ile bütünleşmiş bir Avrupa’nın, değerlerini ve misyonunu dünyaya daha etkin biçimde yansıtabileceğine kuvvetle inanıyorum.
Teşekkür ederim.



Barbara HAY- İstanbul İngiltere Başkonsolosu, Türkiye

Günaydın. Ne yazık ki Türkçe’de bildiğim tek kelime bundan ibaret. Aslına bakarsanız bildiğim üç kelime daha var ama şimdi söylenmek için uygun değiller.

İlkin bu sabah bu harikulade ortamda sizlerle bulunmaktan ne kadar memnun olduğumu belirtmek istiyorum. Burada ortak katılımımızla, beni kişisel bir düzlemde de yakinen ilgilendiren “Avrupalı ve uluslararası kültür ilişkileri” gibi çok önemli bir konu üzerine yapılacak bir münazaraya davet edilmiş olmak büyük bir ayrıcalık. Diplomat olmam itibariyle, otuz yılı aşkın bir süredir bir bakıma kültürlerarası ilişkilerin sınır boyunda duruyorum. Şunu da söylemek isterim ki, bunun otuz yılı aşkın bir müddettir süregelmesi hiçbir surette bana kişisel bir haz vermiyor. İçten içe kendimi hâlâ yirmi iki yaşında hissediyorum. Günlük çalışmalarım tabii ki başka bakış açıları, başka kültürleri olan insanlarla görüşmek üzerine kurulu –nitekim Rusya, Güney Afrika, Orta Asya, Kuzey Amerika, Londra ve şimdi de Türkiye gibi yerlerde hizmette bulundum. Bu işin mahiyeti ilişki biçimlendirmek, insanlara tesir etmek, onlardan bilgi almak, onlarla beraber çalışmaktır.

Fakat farklı kültürlerle temasa geçişim daha da eskilere, İskoçya’da geçen çocukluğuma dayanıyor. Yani o zamanlar daha ziyade bir devlet tekkültürlülüğüne sahip bir yerde. Kesinkes söyleyebilirim ki, yirmibirinci yüzyılda Türkiye’de yetişen nesillerin 1950’lerin Edinburgh’unda büyümenin nasıl birşey olduğunu tasavvur etmeleri imkansız. II. Dünya Savaşı henüz sona ermişti. Yaşam koşulları halen oldukça çetindi ama her yaz Ağustos ayında Uluslararası Edinburgh Festivali şehre geldiğinde yaşanan muazzam heyecan zihnimde bugünmüş gibi canlı. Bu kayda değer kültür olayı neredeyse hemen savaşın bitimiyle teşekkül etmişti. Çok hasar görmüş Avrupa ülkelerini köprüler kurmak, dostlar edinmek ve karşılıklı etkileşimde bulunmak üzere bir araya getirmek için düşünülmüş bir araçtı. Ve şimdi bu akla sığmaz bir boyut kazanmış durumda. Halen dünyanın dört bir yanından ün salmış sanatçıları yazın üç haftalığına Edinburgh’da bir araya getirmekte. Bunun yanı sıra bin kadar sanatçı topluluğunu, öğrenci, genç ve kısmen profesyonel çalışmalar yapanları çevresinde topluyor. İlk rast geldikleri yerde, sokaklarda çalıyorlar, oynuyorlar. Şehirdeki canlılık tek kelimeyle inanılmaz. O zamanlar beş, altı ve sonra da yedi yaşında bir çocuk olarak bunun benim üstümde bıraktığı derin bir etki vardı. Bu oldukça büyük bir şeydi.

Edinburgh’daki bir şarküteriyle aramdaki bambaşka bir kültürel ilişkiydi. 1940’larda bir İtalyan aile tarafından işletilmeye başlamıştı. Küçük bir kız olarak, tavandan sarkan bu şarküteri ürünlerinin, sosis ve peynirlerden yükselen, aksi takdirde duymayı tahayyül dahi edemeyeceğim onca tat ve kokunun bende bıraktığı harikulade hissi hatırlıyorum. Farklı kültürlerle karşılaşmanın hayatımın geri kalanını, özellikle de meslek hayatımı nasıl belirlediğini görüyorsunuz.

Bu deneyimlerin çeşitliliği, her birini kişisel kazançlar haline getiriyor. Ancak, kültürel ilişkiler üzerine münazaranın bu kadar sürükleyici olmasının nedeni, aslında kişisel deneyimlerin ötesine erişmesi, en üst mertebelerde siyaseti etkiliyor olması ki, bunu da iki türlü yapabilir. İlk olarak ve açık şekilde, insanın sanat, bilim ve spor alanlarındaki somut hünerleriyle yapar bunu. Bunlar, ulusal ve uluslararası düzeylerde bıraktıkları ve bırakmakta oldukları tesir itibariyle elle tutup, parmakla gösterebileceğimiz kültürel unsurlardır. Zihniyetleri değiştirmeye, yeni anlama biçimleri yaratmaya, siyasete tesir etmeye, siyasi panoramayı değiştirmeye yardımcı olurlar. Başvurabileceğimiz çok sayıda örnek var: Voltaire’in, Jonathan Swift’in, Karl Marx’ın yapıtları, Einstein, Pasteur, Steven Hawking’in buluşları ya da Dünya Futbol Kupası’nın, Olimpiyat Oyunları’nın, hatta İstanbul’un geçen sene ev sahipliği yaptığı Eurovision şarkı yarışmasının cidden önemli etkileri gibi. Ve asıl sıradışı olan bunların gelişmelerinde şahit olduğumuz ivme, hız. Harry Potter olsun, Orhan Pamuk olsun, The Economist olsun, uluslararası okuduğumuz kitaplardan nasıl da etkileniyoruz; sonra izlediğimiz filmler, bizi çekim alanına alan televizyon... Merak ediyorum kaçınız benim gibi nerdeyse bütün bir geceyi Britanya genel seçimlerini canlı yayında seyretmekle geçiriyordur. Fakat ikinci tür, görmesi daha zor, yalnız yirmibirinci yüzyılda potansiyel açıdan çok daha önemli: bireyin rolü, dünya çapındaki ağ her birimizin parmağının ucunda. Farklı ülkelerden, farklı kültürlerden gelen milyonlarca insan her gün dünyanın her yerinden birbirleriyle temasa geçmekte. Fikirlerini paylaşıyorlar, alışveriş, satış, eşya ve fikir naklediyorlar, öğreniyor, tartışıyor, destek veriyor, eleştiriyorlar; bir bakıma bu yirmibirinci yüzyılın İpek Yolu’dur diyebiliriz. Ve, burada, Türkiye’de, benim ülkem gibi Avrupa’nın diğer ucundaki ülkeler hakkında fazla bir şey bilmeyen insanlar olsun, benim ülkemdeki dünyanın geri kalanını tanımayan insanlar olsun, biz bugün birkaç sene önce tahayyül edemeyeceğimiz derecede birbirimize inanılmaz şekilde bağlanmış durumdayız. Dünyanın her tarafından milyonlarca insan birbirleriyle fikir paylaşıyorlar, sadece nesnelerin değil, politikayı, en üst düzey politikacıları yakinen alakadar eden fikirlerin de serbest dolaşımını sağlamak istiyorlar. Sürücü ve sürülen bir bakıma artık neredeyse birbirinden ayırt edilemez durumda. Öyleyse bakın, kültürel ilişkilerimiz, nasıl yürütülürlerse yürütülsünler, ne kadar da önemli bir araç, çeşitliliği, anlayışı ve bahsettiğimiz fikirleri geliştirebilmek için ne kadar da önemli bir siyasi vasıta..

Bir önceki konuşmacı üçüncü rüknü teşkil eden Avrupa Konseyi’ne zaten değindi. Ve Türkiye’nin AB’ye giriş talebi dahilinde AB-Türkiye ilişkilerinin üçüncü rüknünü kuvvetlendirme taahhüdü olan Avrupa Konseyi kararını görmüş olmaktan dolayı gerçekten de çok mutluyum. Girişim AB üyeleriyle Türkiye arasında sivil bir diyaloğun güçlendirilmesi niyetini güdüyor. Hem de Türkiye ve diğer ülkelerin insanlarının bir araya gelmenin nimetlerini daha iyi anlamalarını sağlamaya yardımcı olacak. Bir bakıma, bu nimetleri zaten öğrenmek lazım, fakat üçüncü rüknün yaptığı, bir nevi bu nimetleri hepimiz adına yaratmak için bir vasıtayı kabul ettirmek. Şunu söylemem gerekir ki bana göre, bu sivil diyaloğun, bu kültürel ilişkinin hükümetlerin birebir desteğiyle mi, günümüzde zaten olduğu gibi internet üzerinden organik şekilde, iş bağları kurarak ve program takası yaparak mı oluştuğu daha az önemli bir konu. Tabii ki ikisinin de olması gerekiyor. Fakat AB’yle ilgili asıl ilginç şey, hiçbir fikir diktatörlüğüne mahal vermemesi. Hepimiz katkıda bulunacak bir şeyimiz olduğunu hissetmede özgürüz ve sizin gibi insanların bu tartışmada son derece önemli olduğu nokta da bu.

Tabii, bugün konuştuklarımız arasında beni özellikle ilgilendiren bir diğer husus da 1 Temmuz’da Birleşik Krallığın AB Konseyi başkanlığını devralacak olması. Bunun sadece birkaç hafta sonra olması beni korkutuyor, bunun için henüz hazır olmadığımı hissediyorum. Ve Konsey Başkanı olarak Türkiye ile daha yakın bir sivil toplum diyaloğunu beslemek ve kültürel ilişkilerimizi genişleterek derinleştirmek için bu yeni AB girişimini ilerletme çabasında olacağımızı umuyorum.

Öyleyse, Türkiye’yle AB arasındaki kültürel ilişkilerin genişletilip derinleştirilmesinin önemi nedir? Aslında düşünüyorum da buna verilebilecek cevapları zaten biliyorsunuz, bir önceki meslektaşım tarafından da bunlar oldukça zekice telaffuz edildi. Türkiye’yle daha sağlam kültürel ilişkiler kurmak demek, bir araya gelmenin yararlarını daha iyi anlamak demek. Bu da kültürel ilişkilerin politikayla nasıl da birebir bağlantılı olduğuna dair çok canlı bir örnek. Avrupa Komisyonu’nun gelecek aylarda sunacağı sivil diyaloğu geliştirme önerilerini dört gözle bekliyorum. Ve geldiğim ufak bucaktan, İskoçya’nın o İstanbul’a üç kez sığacak kadar küçük milletinden gelen bir birey olarak tekrarlamak istediğim bir şey var: bireysel bir düzlemde diyebilirim ki, Britanyalı bir Avrupalı olmak beni olduğumdan daha az İskoçyalı yapmaz, sıradışı kültürümüzün; dansımızın, müziğimizin, şiirimizin, dilimizin ve gaydalarımızın da değerini azaltmaz. Nitekim bunlar tam da Avrupa’ya ve ötesindeki dünyaya ulaşmamızda pasaportumuz olmuştur. Kültürel kimliğimizin zayıflamaktan ziyade kuvvetlendiğini söyleyebilirim. Bu yüzden insanlar daha yakın bir entegrasyonla karşı karşıya kaldıklarında yüzleşmek zorunda kalacaklarını düşündükleri risklerden bahsettikleri zaman çok üzülüyorum. Daha yakın bir entegrasyon, elimizdekileri kaybedeceğimiz değil, kendimizi daha iyi pazarlayabileceğimiz anlamına gelir. Ve ben bunu kötü bir şey gibi görmüyorum. Ben bunu daha ziyade Avrupa sürecine entegrasyonda daha sağlıklı bir katılım şekli olarak görüyorum. Ve kanımca bu desteklememiz ve hakkında belki de biraz daha düşünmemiz gereken bir husus. Bana bu konuda temelden karşı olacak buradaki insanları oldukça iyi anlayabiliyorum fakat öne sürdüğüm fikri, insanların kişisel bir deneyim yahut bakış açısından yola çıkarak hakkı neyse öyle değerlendirebilecekleri bir fikir olarak sunuyorum. Nitekim Britanya’daki kurumlardan size hiç de yabancı olmadığına emin olduğum British Council’in çalışmalarının çoğu, baskın biçimde kültürel, eğitsel, bilimsel bağlantıları geliştirmekle sorumlu. Size sunmak için beraberimde getirdiğim birkaç örnek var. British Council çok temel düzeyde okul bağlantıları üstüne çalışıyor; gerçek temasları teşvik ediyor ve İngiltere’yle Türkiye arasında yüz yüze okul ziyaret gezileri düzenliyor. Elbette burs programlarını da yönetiyorlar. Bunlar gençlerin gezmesi, öğrenmesi ve yeni deneyimler yaşamaları ve hissetmeleri açısından son derece önemli. Bilimsel yeniliği ilerletmek ve çevre gibi önemli sorunlarla ilgili toplum bilincini artırmak için Türkiye ve İngiltere’deki kurumlar arasında cesaret verici profesyonel bilimsel bağlantılar. British Council aktif yurttaşlık projelerinde, medya geliştirmede, spor programları ve sivil toplumla ilgili projelerde yer alır. Bütün bunları kendi Konsolosluğu’mda oturarak yapmam münkün değil. Fakat British Council insan ağını kullanarak, benim iş arkadaşlarımdan birer aracı, birer destekçi, birer yardımcı olarak faydalanarak büyük miktarda işler başarmakta. Yani bu sabah benim burada olmaktaki amacım bütün bunların önemi ile ilgili değil. Sizlere sadece alıp yanınızda götürebileceğiniz ve gün boyunca ve ertesi gün düşünebileceğiniz birkaç nirengi noktası, fikir, düşünce sunmak istedim. Bir diplomat olarak şöyle diyerek bitirmek isterim ki; kültürel ilişkilerin politikaya getirdiği değeri, katkıyı biliyor ve takdir ediyorum ve bu anlayışı daha iyi yineleyebilmemiz için daha sıkı işbirliğine, daha iyi ticarete ve daha güvenli ve adil bir dünyaya ihtiyacımız var. Bu benim kişisel meselem ve eğer ben bununla şahsen ilgilenmeseydim işimi yapamazdım. İşte bu yüzden bu sabah uluslararası bir topluluğa hitaben kültürel ilişkiler hakkında konuşmanın benim için bir zevk olduğunu belitmek isterim. Bu tartışmayı sürdürmeyi beklerken, sizleri tam olarak bilmediğiniz, hiçbirimizin tam olarak bilmediği şu düşünce ile başbaşa bırakmak istiyorum; bizim yaptımız işi, içinde çalıştığımız kültürel ortamı kaç kişinin etkilediğini ya da kendi yaydığımız etkileri bilmiyoruz. Her şeyden önce sanat buluşmalarının zenginliğini, yemeklerin lezzetini, seyahat etmenin mucizesini ve diğer insanların sahip olduğu ve onun paylaşabildiği düşüncelerin büyüklüğünü keşfeden şu beş, altı ya da yedi yaşlarındaki küçük kızı düşünün. Dikkatle dinlediğiniz için teşekkür ederim.


Mahir Namur- Sayın Barbara Hay’e görüşlerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz. Biliyorsunuz bu Forum’un amaçlarından biri de kültür-sanat yöneticilerinin birbirleriyle tanışmaları. Bunun için uzun öğlen araları planladık ve bu aralarda Kafe’de vakit geçirebilirsiniz, bir yandan da buraya gelmişken özellikle yabancı konuklarımızın Türkiye’den Türk sanatçıların ve Avrupa’da yaşayan Türk sanatçıların eserlerini görmeleri için de bir sanatsal program hazırladık. Çok teşekkürler.

Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - I”




Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - I”

Moderatör: Prof. Tülin BUMİN, Siyaset Felsefecisi, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi, Türkiye
Prof. Nilüfer NARLI- Sosyolog, Kadir Has Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanı, Türkiye
Dr. Oruç ARUOBA- Felsefeci, yazar, şair, Türkiye
Dr. Erwin LUCIUS- Konsolos, Eski Avusturya Kültür Ataşesi, Türkiye
David BARCHARD- Cornucopia dergisi yazarı, İngiltere




Tülin BUMİN- Ben Avrupa Kültür Derneği’ni geçen yılki etkinlikler çerçevesinde tanıdım. Bende çok anlamlı ve yerinde etkinlikler yaptıkları yönünde bir kanaat oluştu ve bu sene de onlar arasında bulunmaktan mutluyum. Şimdi isterseniz konuşmacıları tanıtayım. Moderatör olarak ilk sahneye çıkışım olduğunu da belirteyim. David Barchard şu anda Cornucopia’nın yazarlarından, eski Financial Times yazarı. Kendisi İngiltere’nin yegane Türkiye uzmanlarından, Türkiye-Avrupa ilişkileri üzerine akademik araştırmaları var. Eserleri hakkında da biraz bilgi verebilirim: 1821’den beri Türkiye’ye İngiltere’nin bakışı üzerine yapılmış bir çalışmayla meşgul. Türkiye’yi de ilgilendiren birçok eseri var. Sosyolog Nilüfer Narlı, Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı. Ele alacağı konu da “Türk kültürü ve Avrupa” başlığını taşıyor. Solumda Dr. Erwin Lucius Eski Avusturya Kültür Ataşesi, fakat Avusturyalılık kadar Türkiye’ye de yakın durumda, çünkü çok uzun yıllar Türkiye’de kalmış. En son yine Kültür Ofisi’nden ve Ankara’daki Avusturya Büyükelçiliği’nin Kültür ve Basın Müşavirliği’nden emekli olmuş ve bu alandaki çalışmalarını Viyana-İstanbul arasında serbest olarak sürdürüyor. Oruç Aruoba, felsefeci, yazar, şair, pek çok öğrenci yetiştirmiş bir hoca ve devam eden kendi başına bir üniversite. Üniversiteden bir zamanlar kızıp ayrıldığından beri de herhalde bu işi serbest teşebbüs olarak sürdürüyor öyle değil mi? Evet isterseniz programda olduğu gibi, bu sırayı izleyelim.




Nilüfer NARLI- Türk Kültürü ve Avrupa – Çeşitlilikte Uyum
Anadolu kültürünün temel özelliği çeşitlilikte uyumdur. Anadolu kültürü, tarihin gelişimi içinde birçok kültürel ve dini ögenin karışarak oluşturduğu bir mozaiktir. Bir çok kültürün yurdu olan Türkiye, dekorundaki bütün bu parlak çağlara ve dönemlere ait etkileyici tarihi kalıntıları ve anıtları ile birçok medeniyetin beşiği olmuştur. M.Ö. 6500’lü yıllardan bu yana birçok kabileye ve ulusa yuva olmuştur: Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Urartular, Likyalılar, Lidyalılar, İyonyalılar, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar. Her biri Türkiye’nin tarihine katkıda bulunmuş ve kültürünü zenginleştirmiştir.
Türk dini kültürü de zengin ve çeşitlidir. Türkler, 8.yy’da şamanlıktan İslamiyet’e geçmiş ve 10.yy’da Müslüman olmuşlardır. Bazı şaman adetleri halk İslamının içinde korunmuştur – İslami inançların ve değerlerin bütünlüğü yüzyıllık İslami ve İslam öncesi Türk geleneksel inançları ve adetleri ile karışmıştır-. Selçuklular ve Osmanlılar, tutucu Müslümanlar olmak yerine, dini farklılıklara özgürlük tanımışlardır, ki bu da tasavvuf ve gizemci geleneklerin el üstünde tutulmasını sağlamıştır. Ayrıca bu Osmanlı’da mevcut diğer dini grupların ve tarikatların barış içinde var olabildiği bir ortamın oluşmasına yardımcı olan hoşgörüyü teşvik etmiştir.
Türk gizemciler farkındalığı, yani kendini ve diğerlerini bilmeyi ve Tanrı sevgisini, dışsal tapınma tuzağından önde görürler. Bu topluma uymayan ve farklı inançları taşıyanların hoşgörüsü ve ilahi aşkı ifade etme ve yaşama üzerine yapılan vurgu ile; şiir, müzik ve edebiyat bu gizemci hareketlerin içinde yeşermiştir. Mevlana Celalettin Rumi (1207-1273) tarafından kurulan Mevlevi tarikatı ve 13.yy’da Hacı Bektaş Veli (1209-1271) tarafından kurulan Bektaşi hareketi, tutucu olmayan ve Tanrı sevgisini ve insanın değerini öğütleyen İslam anlayışına örneklerdir. Şiirlerinde insancıllık ve hür bilinç konularını ele alarak tutucu kalıplardan ayrılan Yunus Emre (ölüm 1320 civarı) de, hoşgörülü dini geleneğin bir başka örneğidir
Kültürel ve dini çeşitlilik 15.yy’dan beri Avrupa’nın coğrafi ve politik sistemi ile etkileşime girerek büyümüştür. Hıristiyan Batı ile sürekli çatışmalara rağmen, Osmanlı Padişahları Batı’dan kültürel alışverişi cesaretlendirmekte tereddüt etmemişlerdir. Etkileşim içinde oldukarı kültürlerin “yabancılığı”ndan çekinmemişlerdir zira Osmanlı Devleti’nin politik kültürü de çeşitli kaynakların karışımıdır. Osmanlı Devleti her ne kadar görünüşte İslam temelinde kurulmuşsa da, felsefi temelleri İslami olmayan ögeler barındırmaktaydı. İleri gelen tarihçilere göre, Osmanlı Devleti İslamiyet öncesi Türk geleneklerini, Perslerin siyasetname geleneğini ve ortaçağ İslam politik felsefesini, sosyal tatmin, büroktarikleşme ve insan tarafından konulan yasaların (kanun) geniş kabulüne dayanan Sünni politik meşruluk teorilerinden bariz bir şekilde ayrılan imparatorluğa ait bir kural tekniğiyle birleştirmiştir.1 İmparatorluk, kendini sadece İslami bir devlet olarak görmediğini, aynı zamanda hem İslami hem de Doğu Roma Devlet geleneklerinin politik mirasçısı olduğunu ileri sürerken, Doğu Roma kültürel ögeleri de Osmanlı’nın politik kültürüne yeni malzemeler eklemiştir.

Dini ve politik kültürdeki çeşitlilik, birçok farklı dini grubun barış içinde bir arada yaşamasının ve kendi inançlarına göre hareket edebilmesinin mümkün olduğu bir ortam sağlamıştır. Başkasının inancına, insani onuruna ve özgürlüğüne saygı duymak, bütün dini gruplar tarafından paylaşılan erdemlerdi.

Bu zengin kültürel ve dini çeşitlilik, Türkiye’yi Avrupa’nın kültürel değerlerinin ayrılmaz parçalarından birisi haline getirdi. Bu, daha sonra demokrasi ve otoriter yönetimler arasındaki gidiş gelişlerin getirdiği zorluklara rağmen, insan ve kadın haklarının saygı gördüğü laik cumhuriyetin doğmasına yol açacak demokratik değerlerin ve reformist fikirlerin beslenebileceği verimli bir ortamı yaratmıştır. Her şeye rağmen kadınlar gelişmiştir ve bu gelişimle birlikte çatışmaların çözülmesine, barış dolu bir kültürün yaratılmasına ve dinlerarası diyalogların gelişmesine katkıda bulunmaya başlamışlardır. Kadınlar diğerlerinin gelişimine katkıda bulunabilecekleri bu noktaya gelebilmek için uzun bir yol yürümüştür.

Batı ile Kültürel Etkileşim
Türkiye olmadan bir “Avrupa tarihi” olur muydu? Bazıları Türkiye’nin Avrupa’da olduğunu ama Avrupa’dan olmadığını savunmakta. Yine de modern Türkiye, Avrupa’yı şekillendiren Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının mirasçısıdır.
“Hasta Adam” olarak bile olsa Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın kalbindeki tarihi yeri açıktır. Tarihsel sosyoloji bu anlamda diplomasiyi doğrular. Osmanlılar Konstantinapolis’i fethederek Bizans’ı Avrupa’dan almamışlardır. Bu fetihin gerçekleşmesinde Yunanlıların desteğini almış, Hıristiyan ve Yahudi elit kesiminin güç yapısı içinde yer almasını sağlamış, İber Yarımadası’ndan kovulan Sefaradları koruması altına almış, yeni topraklarını idare etmek için Ortodoks kilisesinin yardımına başvurmuştur.

Kültürel olarak Türkiye, Doğu İmparatorluğu’nun bütün mirasını üstlenmiştir, müziği ve mutfağı Yeni Bizans’tan büyük ölçüde etkilenmiştir. Ayrıca politik kültürü de özünde Avrupalıdır.
Böyle bir Avrupalı Osmanlı geçmişi neden uzun bir süredir Avrupa’nın bir parçası olma dürtüsünün var olduğunu açıklar. Reform (Tanzimat) ve 18.yy sonlarındaki modernizasyon hareketleri bunun gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Avrupa’nın bir parçası olmak konusundaki ısrar, misyonu Türk halkını çağdaş medeniyet seviyesine –bu seviye Batı’nınki olarak tanımlanmıştır- ulaştırmak olan Atatürk’ün devrimleri ile birlikte artmıştır. Tarihe ve Türk toplumunun İslami doğasına rağmen yeni devleti modern Türkiye’nin de Avrupa medeniyetine doğru akabilecek şekilde biçimlendirmesi Atatürk’ün fevkalade girişimidir. Amaçlar; memleket bütünlüğü ve tam egemenlik temelinde ulusal güvenlik, toplumun modernizasyonu ve politik sistemin demokratikleşmesiydi. Batı’ya doğru yönelme son dönem Osmanlı politikasının bilinçli devamıydı.2 Bu Batı’ya bir tür romantik bağlanmaya dayandırılmamıştı. Atatürk ve arkadaşları profesyonel hayatlarını Osmanlı Devleti’ni, sonrasında da Cumhuriyeti Batı’nın açgözlülüğüne karşı savunmaya adamışlardır. Bu, Batı’nın başarıyı temsil ettiği ve Türkiye’nin sadece bu standartları yakaladığı zaman eşit olarak kabul göreceği gerçeğine dayanan pratik bir karardı. Önceleri Batılılaşma yönelimi kabul görme ve modernleşme kazanmak için felsefi ve teknik temelde kalmıştır, fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu ilişki güçlü güvenlik ve askeri boyutlara da taşınmıştır.
Batı ile ortak güvenlik sorunlarının fark edilmesi Türkiye’yi 1952 yılında NATO’ya üye olmaya teşvik etmiştir. Türkiye aynı zamanda Batı ile olan ilişkilerinin sadece güvenlik amaçlı bir ilişkiden daha öteye gidebilecek şekilde geliştirilmesi gerektiğinin farkına vardı. 31 Temmuz 1959’da Avrupa Ekomik Topluluğu’na (AET) ortak olmak için başvurmasının sebebi budur. 12 Eylül 1963’te Türkiye, AET ile kendisini Gümrük Birliği’ne alan bir ortaklık ilişkisine dayanan Ankara Anlaşması’nı imzalamıştır. Türkiye Avrupa Topluluğu’nun ortak üyesi olmuştur. Anlaşmanın 28. maddesi ileride tam üyeliği öngörüyordu. Sonrasında 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye aday ülke olmuştur. Bunu takiben 17 Aralık 2004’te Avrupa Birliği Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlamıştır.
Son beş yıl içerisinde, hükümetler Türkiye’nin demokratik kültürünü daha da olgunlaştıran ve Türkiye’yi AB’nin politik kültürel şartlarına taşıyan devrimci reform paketlerini uygulamaya geçirmişlerdir. Demokrasinin kökleri derinlere uzanır ve yapay değildir. Türkiye’nin demokratik organları, birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi koloni güçlerinin mirası değildir. Meclis demokrasisi ve onun organları halkının seçimidir. Bunları uzun süren politik mücadeleler sonunda türetmişlerdir. Bugün demokratik değerleri ve cinsiyet eşitliğini savunan oldukça canlı ve dinamik bir sivil toplum vardır.



Oruç ARUOBA- Bu gibi toplantılarda çok önemli bir sıkıntı kaynağı; bir yandan söylenecek çok şey var, bir yandan da söylenecek hiçbir şey yok duygusuyla işe başlamak oluyor. O yüzden ben kültür kavramının üstünde durmaya çalışacağım. Önce bir anekdot anlatarak başlayacağım. Belki biliyorsunuzdur; 1380 yıllarında Osmanlı Beyliği epey büyümüşken, Murat o sırada Bey, Bizans İmparatoru’nun adını doğrusu hatırlayamadım. Murat’ın Savcı Bey diye bir oğlu var, yani Şehzade. İmparatorun da Andronikos diye bir oğlu var, yani Prens. Bunlar aralarında anlaşıyorlar, babalarının iktidarını yıkarak iki devleti birleştirmeye karar veriyorlar ve bir isyan çıkarıyorlar. Önce bir miktar başarılı oluyorlar, galiba Trakya’da filan bir yerleri elle geçiriyorlar. Ondan sonra babalar çok kızıyor, birlikte üstlerine yürüyorlar oğullarının. Murat yakalıyor bunları Dimatoka’da, Dimatoka neresidir bilmiyorum, Balkanlar’da, Kuzey Yunanistan’da bir yer. Ondan sonra ikisinin de gözlerine mil çektiriyor, yani kör ediyor gözlerini, fakat Andronikos’unki tam başarılı olmamış. Neyse, Savcı Bey’i öldürtüyor aynı zamanda, Andronikos’u da babasına teslim ediyor. Andronikos’un bir gözü görüyormuş, sonunda ne kadar yaşamış bilmiyorum. Ben bunu niye anlattım, bunu de bilmiyorum.

Şimdi kültürden birçok şey anlaşılabilir. En geniş anlamıyla bir insan topluluğunun ortaklaşa sahip olduğu bir şeylerdir herhalde. Ama herhalde şöyle bir şey var; en başta ve en sonda hep dil var tabii, bir kültürden söz edebilmek için ortak bir dil olması gerekiyor. Ondan sonra şu ya da bu biçimde dünyanın nasıl bir dünya olduğuyla ilgili bir görüşü üç aşağı beş yukarı paylaşmaları gerekiyor. İlle de aynı yerde mi oturmaları gerekiyor, belki gerekmeyebilir, yani dünyanın farklı yerlerinde aynı kültürden insanlar olabilir. Bir de bir tür kan, ırk, “niye o insanlar birlikteler”in bir tür temelini oluşturacak bir şey lazım.

Şimdi bu açıdan baktığımız zaman, acaba tek bir Avrupa kültüründen söz edilebilir mi? İlk bakışta biraz zor. Mesela aynı dili konuştukları halde bir Avusturyalı’yı, bir Şvab’ı, bir Bavyeralı’yı bir de Berlinli’yi bir masanın etrafına oturtursanız, bir kere ilk önce birbirlerini anlamakta zorluk çekerler, yani kendi diyalektlerini konuştuklarını varsayarsak. Hele bir de İsviçre Almanı varsa hiçbir şey anlamayabilirler birbirlerinin konuştuklarından. Neyse “Hoch Deutsch” konuşmaya başladıkları zaman anlaşırlar. Ama acaba ne kadar ortaklıkları vardır? Bir Portekizli’yle bir İsveçli’ye kadar gitmiyorum yani. Şimdi bir yandan tek bir Avrupa kültürü yok mu diyeceğiz? O da biraz zor. Peki o zaman nerede var? Tarihine baktığımız zaman, Rönesans’tan önceki dönemde çok belirgin bir Avrupa kültürü var, bu da büyük çapta din üzerine kurulu, ortak bir dil bile var: Latince. Thomas Morus’la Erasmus, biri İngiliz, biri Hollandalı, rahatlıkla konuşuyorlar, Latince konuşuyorlar çünkü, çok da iyi ahbaplar. Yani bir din ortaklığı üzerine kurulu, şimdi diyeceksiniz ki hangi din; işte Katolik, Protestan, Anglikan, Prespiteryen bilmem ne, Ortodoksları bırakalım onlar çok fazla yok Avrupa’da. Yani orada da çok fazla bir ortaklık bulamıyoruz.

Fakat şöyle bir şey oluyor; Yeniçağ’dan başlayarak bir başka türden ortaklık oluşmaya başlıyor. Descartes diyelim tabii Fransız; bazı şeyleri Latince yazıyor, bazı şeyleri Fransızca yazıyor, ama artık bir Fransız düşünürü değil, artık bir Avrupalı düşünür. Çünkü ortaya koydukları tek bir insan topluluğuna yönelik olarak ortaya konmuş değil, yani yalnızca Fransızlar okusun diye yazmıyor, okuyabilen herkes okusun diye yazıyor. Bunu biraz da genişletirsek, sanat ürünlerine de bakabiliriz. Bir Goethe bunun adını koyuyor ve “Dünya Edebiyatı” sözünü ilk defa kullanıyor. Kendi ait oldukları insan topluluğunun dışındaki insanlara da seslenmek, bir şeyler göstermek gibi bir çaba ortaya çıkıyor. Yani tek bir insan topluluğuna bağlı olmayan, tek bir insan topluluğunun kendi özelliği olmayan bazı şeyler ortaya çıkmaya başlıyor. İnsan hakları düşüncesi; insanın bir doğasının olduğu, bunun bütün insanlarda ortak olduğu, yani insan olmanın tek bir topluluğa bağlı bir şey olmadığı düşüncesi... Fakat öteki taraftan da garip bir gelişmeyle, bu sefer milliyetçilik ortaya çıkıyor tabii Fransız İhtilali’nden önce başlayarak. Bu sefer garip bir durum ortaya çıkıyor Avrupa’da. Bu 18. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar iki yüzyıl filan sürüyor. Bir yandan o ortaklık üzerine, insan olma üzerine kurulu kültür anlayışı gelişirken, bir yandan bunun tam karşıtı gibi gözüken milliyetçilik gelişmeye başlıyor ve milli devletler kurulmaya başlıyor. Bu iki, bir anlamda karşıt durum iki dünya savaşında doruk noktalarına ulaşıyorlar. Demin saydığımız şeyleri düşünürsek, tek topluluk, tek dünya görüşü, tek dil; bunun bir ideal olarak işlemesi, ya da kültürü kurucu bir öğe olarak işlemesi bu üçünün en son örneği ve en doruk noktasına ulaştığı örneği Alman milliyetçiliği. Ve bu yeniliyor, tarihten siliniyor. Milliyetçilik maalesef hala çok fazla silinmiş değil, ortalıkta geziniyor, hâlâ oradan buradan boyuna patlayıp duruyor ama...

Burada iki önemli düşünürün payı var, 19. yüzyılın sonunda gürültüler patırtılar çıkmadan önce; birisi Marx. Marx tarihin işlemesi bakımından da önemli ama, getirdiği en önemli şeylerden birisi Avrupa’nın tek tek toplumlarının değil, bütün olarak gelişmesinin özelliklerini incelemesi. İngiltere, Almanya, Fransa değil, artık kapitalizm diye bir şey var. Ortaklığı sağlayan da bu oluyor. Bunun tam karşıtı gibi gözüken Nietzsche buna karşılık “Ben ilk iyi Avrupalıyım” der. Yani şu anlamda ilk Avrupalı; insan topluğu ya da kültürel değerlerin yaratılmasının insan topluluklarına değil, yaratıcı kişilere bağlı olduğunu ortaya koyuyor ilk defa. İlk defa değil tabii de, ilk defa kuramıyla birlikte ortaya konuyor.

Dolayısıyla bugün Avrupa kültürü diye bir tamlama kullanacaksak, bu demin saydığım topluluk olarak oluşmalarını ve kültür sahibi olmalarını sağlayan üç ögenin aslında değillenmesi üzerine kurulu bir kültür. Yani tek bir topluluk olmayacak, tek bir dünya görüşü olmayacak, tek bir dil olmayacak. Kültür yani bugünkü Avrupa kültürü ancak böyle bir temel üzerine kuruludur. Şimdi Türkiye’ye gelirsek; Savcı Beyle Andronikos’u hep düşünürüm, aralarında nece konuşuyorlardı acaba? Savcı Bey muhtemelen Rumca biliyordu, belki Andronikos da Türkçe öğrenmişti. Çevirmenlerle mi konuşuyorlardı acaba? Çünkü düşünüp, babalarına karşı komplolar geliştirmek için oturup konuşmak lazım. Bir anlamda deminki arkadaşımızın söylediği gibi... yani 1385’te yakalanıyorlar. 1385’ten beri bizim şimdilerde Türk dediğimiz insan topluluğuyla, şimdilerde Avrupalı dediğimiz insan toplulukları arasında ilişkiler var. Ne türden ilişkiler? Bir gün bir Yunan televizyonunda eski Bizans ilahileri söyleniyordu koroyla. Tüylerim diken diken oldu, şaşkınlıktan ama bir yandan da memnuniyetten. Çünkü bizim şu Saray’ın içindeki Enderun’da işlenen müzikle aşağı yukarı aynıydı. Bizimki biraz daha gelişmişi herhalde.

Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet bütün onları hızla geçersek, Mustafa Kemal’e geliriz. Mustafa Kemal gökten zembille inmedi. Yani mesela kullandığı dil, Nutuk’un orijinal diline bakarsanız, müthiş bir son Osmanlı düzyazısı örneğidir. Sonradan kendisi buna devam etmek istemedi. İnsan topluluğu olarak biz, yani Türkler ne kadar batılılaşabildik, batılılaştık mı, ne kadar Avrupalılaştık, onlara çok fazla girmenin anlamlı olduğunu sanmıyorum. Yalnız şuna bakabiliriz; cumhuriyetle birlikte Türkiye’de, Türk toplumuyla birlikte iş yapan kültür yaratıcılarının kendilerine bakışlarına bakarsak; bir ucunda “Ben zaten Avrupalıyım” gibi bir bakış görebiliriz, öteki ucunda da “Ben zaten Avrupalı olmak istemiyorum” gibi bir bakış görebiliriz. Bence ikisi de Avrupalı bir bakıştır. Bir anlamda istesek de istemesek de Avrupalıyız. Çünkü Avrupalı olmaya karşı çıkmak da Avrupalı bir tutumdur. Demin sözünü ettiğim kültür yaratıcılarının en önemli özellikleri de kendi topluluklarında, kendi toplumlarına egemen olan anlayışlara karşı çıkmalarıdır, eleştirmeleridir. Melih Cevdet’in bir sözüyle bitirmek istiyorum. Gazete yazısında kalmış bir sözdür maalesef, çok fazla dikkat çektiğini sanmıyorum. “Ben zaten Avrupalıyım” diyor, “olsa olsa eleştiririm Avrupa’yı”. Benden bu kadar.

Erwin LUCIUS- Benden Türkçe konuşmamı istediler. Dilim döndüğünce sözlerime başlamak istiyorum. “Türkiye Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar” ile ilgili ben daha ziyade sosyo-kültürel durum üzerinde durmak istiyorum. Kültür tarihi ve Türkiye’nin AB’ye giriş tarihi hakkında bazı şeyler duyduk ve hep bir sorun ortaya çıktı; acaba Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu, gerçekten Avrupalı bir devlet ya da bir topluluk mu, yoksa değil mi? Tarihe bakarsak, Osmanlı İmparatorluğu asırlardır Avrupa’nın tarihinde güç sahibi ve önemli bir aktördü. Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’a yayılmasına, Avusturya için son derece önemli olan Birinci ve İkinci Avusturya kuşatmalarına, 19. asırda çok sorunlu Bosna-Hersek sorununa, 1983 senesindeki Berlin Kongresi’ne bakarsak, Osmanlı İmparatorluğu o tarihe kadar her zaman Avrupalı bir güç, etken bir faktördü. 20. yüzyılda I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu belliydi, üzerinde fazla durmam gerekmiyor. Fakat ekseriyetle unutuluyor; 1949 senesinde Strazburg’da Avrupa Konseyi kurulduğunda, Türkiye Cumhuriyeti ilk üyelerinden biriydi; Türkiye AB yolundaki adımları ve elde ettiği neticeler ile doğrudan doğruya Avrupa’nın siyasi alanında bir taraf olmuş. 1963 Ankara Anlaşması, 1999 Helsinki’deki aday statüsü, geçen senenin 17 Aralığındaki müzakere tarihi, Avrupa Birliği’yle olan ilişkiler, fakat daha evvel de yalnız Avrupa Birliği’yle değil de, bütün Batı’yla son derece sıkı bir bağ içindeydi.

Sosyo-kültürel duruma bakarsak, o zaman şöyle bir şey görüyoruz: Avrupa’daki Türkler hakkındaki fikir ve imajlar çeşitli devirlerde değişiyor, daima politikanın getirdiği neticelere göre şekilleniyor. Aynı zamanda, kültür açısından da hem bir alışveriş hem de karşıt bir durum ortaya çıkıyor. Ortaçağ’daki birlikten siz bahsettiniz; Latince genel bir kozmopolit durumdu, hakim din Hıristiyanlıktı. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya gelince 16., 17. hatta 18. asra kadar Hristiyanlık ile İslam arasındaki ihtilaflarda, din bir propaganda aracı olarak ve özellikle Türkleri düşman olarak gösterme aracı olarak kullanılmıştır. Anti-islam polemiği yapıldı ve bu polemik Hıristiyan geleneğinin ayrılmaz bir parçasıydı ve bu propaganda yalnız Türklerle ilgili değildir, Araplar’ın yüzünden de oluyordu. Avrupa ve özellikle Orta Avrupa’da Türkler İslam ile adeta özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla Türklere karşı müthiş bir cephe oluşturuldu.

Öbür taraftan 15., özellikle 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu gören seyyahlar Türkler hakkında daha tarafsız ve analitik gözlemlerde bulunmuşlardı. Bu Türkler hakkındaki görüşlere yeni boyutlar getirdi ve bu yeni boyutlara ilaveten, özellikle Orta değil de Batı Avrupalı, Hollandalı, Fransız, İngiltereli bilim adamları tarafından İslam ve Şark hakkında yazılan eserlerle Türkler hakkındaki negatif imaj, yavaş yavaş ortaya ve pozitife dönmüştü. Örneğin Voltaire o zaman dedi ki: “Türkleri yeterince tanımadan, onlar hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olmak olanaklı değildir”. Avrupalı düşünürler, Osmanlı İmparatorluğu ve özellikle Türklere değişik ve daha pozitif, daha tarafsız bir gözle bakmaya başladılar. Özellikle Aydınlanma çağında varolan Şark Romantizmi ve Türkofili sadece sosyo-kültürel açıdan yüksek olan elitlerde görüldü. Türk müziği, Türk modası, Türk bahçeleri... bu bir modaydı. Yüksek elitlerde bir Türkofili başladı, fakat geniş halk tabakalarında eskiden beri devam eden dini uygulamalardaki düşman imajı devam etti. Şunu söylemek istiyorum: Her ne kadar aydın kesimi Türkler’e daha pozitif gözle baktıysa da, geniş halk içinde din yüzünden hep bir antipati, bir düşman imajı devam etti. Bu halen de devam ediyor. Fakat şunu da unutmamak lazım; tarihe bakarsak, Avusturyalı düşünür Egon Friedel’in bir sözü var: “Konveks bir aynada tarihin ana hatları hep daha belirgin ve daha çarpıtılmış bir şekilde görülür”. Biz tarihe konveks bir ayna içinden bakıyoruz. Ayrıca hep kendi düşüncelerimize göre ve bugünkü konumumuzdan bakıyoruz, böylece tarafsız bir tarihi yazmak veyahut anlamak pek mümkün olmuyor.

Bugüne gelirsek, Zürih Üniversitesi’nden tarih profesörü Hans Lukas Kieser’in bir saptaması var: “Bir buçuk asır evvel Doğu Avrupa’dan batıya göç eden dindar Yahudiler ile 1960’lardan itibaren Avrupa’ya çeşitli nedenlerle gelen Anadolulu insanlar aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmışlardır. Her iki toplumun mensupları yabancı görünümü, örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlılığı yüzünden yerli halk tarafından yadırganmışlardır”. Bu bence son derece önemli bir tespit. Doğu Avrupa’dan 1870’lerde başlayan Yahudi göçü, maalesef milliyetçilik yüzünden ta Hitler’e kadar götürdü. Neden, çünkü o zamanki gelen grup uyum sağlamakta güçlük çekiyordu ve halkta da yeterince tolerans ve hoşgörü mevcut değildi. Buna benzer bir durumu, 1960’larda başlayan Anadolu’dan Avrupa’ya giden göçte de görüyoruz. O hususta gazeteci Yalçın Doğan’ın bir tespiti var. Örneğin Avusturya’daki Türk derneklerinin çoğunun islamcı ve ülkücü kesime ait olduğunu işaret ediyor ve diyor ki “bu üçüncü Viyana kuşatmasıdır”. Ve devamında diyor ki, onun kelimeleriyle naklediyorum: “Avusturyalıların şaşkın bakışları altında ideolojik bir kuşatma”. Şimdi ben biraz evvel dedim ki, geniş halk tabakalarında din ögesi son derece önemli bir rol oynuyor. Gelen gruplar din, örf ve adetlerinden pek vazgeçmiş durumda değiller. Asimilasyon zaten hiç kimse istemez, entegrasyon sorunu ortaya çıkıyor. Fakat orada büyük zorluklar yaşanıyor. Bence tabir edebildiğimiz bir Diyaspora fenomeniyle karşı karşıyayız. Bu insanlar geldiği ülkelerden daha sert, radikal, bağnaz ve kökten dinci bir tutuma giriyor, o yüzden uyum ve entegrasyon zorlukları yaşıyorlar. Öbür taraftan, Avrupa onları yeterince anlayamadı, algılayamadı. Örneğin Avusturya’nın eski Başbakan Yardımcısı ve Bilim Bakanı Erhardt Busek şunu söyledi: “AB kültürel azınlıkların entegrasyonu konusunda şimdiye kadar çaresiz kaldı, bir şey yapamadı, bu alanda büyük bir problem var”. Fakat bütün bu olgulara rağmen, yine Kieser’e göre; “Türkiye ve Avrupa zıt kutuplar teşkil ettiklerinden dolayı, aslında birbirine bağlıdır. Çünkü bu kutupların doğru istikamette bulunmaları şarttır. Aksi takdirde bir yakınlaşma olası değildir, yakınlaşma ise lisan demektir”. Benim üzerinde durduğum nokta aslında bu; lisan. Lisan çeşitli şekiller alır, ama her zaman bir diyalogdur, iletişim, bilim ve çağdaş sanat demektir. Eğer iki toplum, devlet, topluluk diyalog halindeyse, her zaman bir çözüm bulunur ve diyalog Türkiye açısından kendini göstermek ve ifade etmekte en mükemmel araçtır.

Türkiye, çağdaş Türkiye, Atatürk reformlarıyla bu olanağı yakaladı. Dolayısıyla, bütün özellikleriyle beraber Türkiye çağdaş ve Avrupalı olduğunu anlatmak ve göstermek zorundadır. Siz kültür, ortak dil vesaireden bahsettiniz, Avrupa Birliği’nin bir tarifi daha var: Ortak değerler. İşte o ortak değerleri baz alırsak Türkiye ve AB son derece rahat bir şekilde diyalog içinde olabilir, iyi bir çözüme doğru ilerleyebilir ve her iki tarafın arzu ettiği bir sonuca varılabilir. Yine Busek’in bir sözünü son derece anlamlı buluyorum. Diyor ki: “AB acaba Suriye, Irak, İran, Kafkasya ve Orta Asya komşuluğuna hazır mı? AB’nin bunu kendi kendine sorması ve gözden geçirmesi lazım. Bu Türkiye’yi dışlamak veya reddetmek demek değildir; sadece Avrupa’nın olgunluğu, AB’nin olup olmadığı hakkında bir sorundur.”

Son söz, Avrupa Birliği ve Türkiye “birlikte çok çeşitlilik” kavramı altında mükemmel bir diyalog halinde olabilir ve bence olmaları da lazım. Çok teşekkürler.



David BARCHARD

Muğlak Miras: Ondokuzuncu yüzyılda Türkiye ve Avrupa


Avrupa’da Türkiye’ye karşı halihazırdaki muhalif tutumun “Şark Meselesi”nin kısmen varisi olduğuna dair
İster istemez kısa ve öz olması gereken bu tartışmada çoğu Batı ve Kuzey Avrupalının farkında olmadığı fakat bugün ele alınması isabetli olacak, Türkiye-Avrupa ilişikilerine dair birkaç hususa kısaca değinmek istiyorum. Şimdiden söyleyeceklerimde bilmedikleri veya aşina olmadıkları çok az şey bulacak olan Türk dinleyicilerimizden özür diliyorum.

Bu araştırma belgesini geçen yıl, Türkiye’nin AB üyeliğinin sözünün geçmesiyle beraber düşmanlığın patlak vermesinden önce muhtemelen teslim etmezdim. Eski AB Komisyon üyeleri Bolkestein ve Fischler’in geçen sonbaharda yaptığı konuşmalar, o zamanın Kardinali Ratzinger ve Almanya’da Frau Angela Merkel ile Fransa’da Mösyö Nicholas Sarkozy’nin ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’nin görüşleri açıkça Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geleceği namına ciddi meseleler ortaya koyuyor. 70 milyon nüfuslu bir ülkeyi kendi koşullarıyla kabul etmekteki çekinceleri tuhaf ve alışılmadık bir fenomen. Göçmen işçiler, medeniyetler çatışması ve 11 Eylül sonrası peydahlanan İslam korkusu gibi halihazırdaki günlük meseleler muhakkak ki hikayenin bir parçası, fakat yalnızca bir parçası. Kanaatimce müşkülatın büyük kısmı, Osmanlı’nın son asrında, Hıristiyan Avrupa’nın büyüklü küçüklü devletlerinin tekmil imparatorluk topraklarını ele geçirme –sonradan ortaya çıktığı üzere- “boş” beklentisine düşüp de edindikleri tavırların bugüne intikalinden kaynaklanmıştır.

On sekizinci yüzyılın ortalarından evvel Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı takındığı tavrın meselemizle pek bir ilgisi olmadığı görüşündeyim. Batılı iktidarların “taksim tasarısı” etrafında gelişen ve meşrulaşan efsane ve fikirlerin bir ürünüdür bu mesele.

Bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupalı Hıristiyan milliyetçiler Türkiye’nin çok geçmeden tarihe karışacağını iddia ettiler.
1774 itibariyle ve özellikle 1821 Yunan ayaklanmasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu açık bir muhtemel yokolma tehlikesiyle yüz yüze geldi. Avrupa kamuoyunun büyük kısmı, bütün 19. yy boyunca, hatta 1923 Lozan Antlaşması’na değin, Türkiye’nin ve Türkler’in dünya sahnesinden silinmeye mahkum olduğu fikrinden vazgeçmemişlerdir. (Avrupa’nın tümü değil de belli bir kesmi tarafından savunulan) Bu görüş, diğer iki fikirle meşru kılınıyordu. İlki, Türkler’in sayıca az olduğu ve milli bir birlik teşkil etmediği savıydı. İkincisiyse, Osmanlı Türk idaresinin tabiatı itibariyle zalim, yetersiz ve gelişimden aciz olduğuydu. Bu fikirler nihayetinde Britanya, Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’da yaygınlaştı ve bu bölgelerde günümüze değin beslendiler. Ne var ki bunların kökeni, mezkur bölge memleketleri için iki tür işleve sahip Sırp ve Yunan Hıristiyan milliyetçi hareketlerine dayanır. İlkin, Türk hakimiyetinin ilgası için şiddet kullanılmasını meşru kıldılar (“pılı pırtısı” argümanı). İkinci olarak, görünüşte etik temelli kaygılarla, Avrupalı Büyük Güçler’i milli hareketlere destek için müdaheleye çağırdılar. 19. asırda beynelmilel hukuk, Osmanlı İmparatorluğu’na Hıristiyan tebaanın çıkarları namına Büyük Güçler’in müdahelesini kolaylaştıracak istikamette gelişti. Bu Avrupalı insaniyetperver endişeler İmparatorluğun Müslümanlarını kapsamıyordu.

Fakat bu görüş, Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş bir devlet olarak yeniden doğmasıyla çürütüldü.
Ama her nasılsa, on dokuzuncu yüzyılın ilk üç çeyreği boyunca Osmanlı İmparatorluğu tenkitçilerini şaşırttı. Parçalanıp yok olmadı. Aksine, elle tutulur bir ilerleme gösterdi. Orta Asya Hanlıklarından farklı olarak, Türkiye topyekûn bir Rus istilasının, Rusya’nın kaldırabileceğinden çok daha pahalıya mal olacağını peşinen açık etti. Müteakip politikaların kavramsal çevçevesi, II. Mahmut (1808-1839) tarafından ortaya konmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş bir devlete dönüşmesi, 19. asır Avrupa hanedanlarının kurduğu imparatorluklarla koşut çizgiler izlemiştir. Askeri islahatları müteakiben kanuni, idari ve terbiyevi islahatlar, 1826 Haziran’ında Vak’ayı Hayriye’de yeniçeri ocaklarının iktidarına son verilmesiyle mümkün olmuştur. Sultan Mahmut’un halefi tahta çıktığında, Tanzimat yani Peristroika devri devlet adamları, çağdaş bir devletin ihtiyacı olan temel kurumları ve mekanizmaları tesis ettiler. 1820’de, İmparatorluğun emrinde geleneksel çizgileri izleyen 2000 kişilik bir kitabet-i hümayun sınıfı varken, 19. asır sonlarında devlet hizmetinde çalışan 100.000 kişilik bir memur ordusu muazzam bir sahanın idaresini üstlenmişti.

On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı çokkültürlülüğü hafife alınmıştır.
Batı Avrupalılar, Hıristiyanlar üzerinde Müslüman himayesinin hakiki bir hata ve kabul edilemez olduğu itirazını öne sürseler de, Osmanlı İmparatorluğu artık 1800’den evvelki şekliyle bir İslam devleti değildi. II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı idaresi, bir nevi çokkültürlülük ve müşterek vatandaşlık modelini benimsemeye başladı. Sultan Mahmut, bundan böyle Müslümanları yalnız camide, Hıristiyanları yalnız kilisede, Yahudileri yalnız sinagoglarda tanıyacağını söyledi. 1856 Şubatı’nda, İmparatorluğun bütün vatandaşlarına resmen yasal eşitlik tanındı. Atılan adım, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu’nu önceki tüm İslami idare şekillerinden ayırıp çağdaş Avrupa milletler topluluğunun parçası kabul edilme yolunda meşru bir talep hakkı tanıdı. Hıristiyanlar devlet hizmetinde üst makamlara tayin edildiler ve mezhep ayrılıkları gözetmeyen bir eğitim sistemine geçme girişimleri oldu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca, Batı Avrupa başkentlerindeki Türk sefirleri ekseriyetle Musurus Paşa ve Kostaki Paşa gibi Osmanlı Hıristiyanlarıydı. Bu çokkültürlülük girişimi, Osmanlılar hüsnüniyet sahibi olmadıkları için değil, Osmanlı Hıristiyan kitleleri milliyetçiliği tercih ederek bunu reddettiği için başarısız oldu ve Batı Avrupalı güçler bunu görmezden geldiler.

Bu islahatlara, ivme kazanan sosyal ve entellektüel batılılaşma süreci ve halihazırdaki batılı yaşam tarzlarının benimsenmesi eşlik ettiler ki bunlar, Cumhuriyet’in getirdiği kültürel değişimlerin habercisiydiler. (1840’ta yurtdışı seyahatlerinde elbise giyen en az bir kadın olduğu vakidir) Nüfus hareketlerinin (Balkanlar’dan, Girit’ten, Kafkasya’dan ve Orta Asya’dan çıkartılan Müslüman muhacirlerin akını) eşlik ettiği bütün bu idari ve sosyal değişimler, Türkiye’nin günümüze değin varlığını sürdüren büyük bir Avrupa devleti olarak kalmasını temin ettiler.

Türkiye’yin Avrupa’yla bütünleşme süreci 1878’ten sonra durakladı.
19. asrın ortalarına doğru, Türkiye’nin uzun vadede genel Avrupa yaşamıyla bütünleşmesi ümitleri oldukça cesaret verici gözüküyordu. Örneğin seçkin Osmanlı memurin mensupları, Avrupa’daki sosyal hayat çevresinin parçası haline gelme yolunda ilerledikleri izlenimini veriyorlardı. On dokuzuncu asrın son çeyreğinde, Türkiye’nin çehresinde çağdaş bir ülkenin hatları belirirken, bu süreçte bir kopuş yaşandı. Osmanlı yüksek memurları artık eskisi gibi Avrupa sosyetesi tarafından eşit sosyal mevki sahipleri olarak kabul edilmiyordu. Halbuki Paris Osmanlı sefiri vazifesini 1856 ve 1862’de iki sefer yerine getirirken Veli Paşa’ya öyle davranılmamıştı.

Ondokuzuncu yüzyıl Avrupası Türkiye’nin liberal çokkültürlü çağdaş bir devlet olma çabalarını nefretle reddetti.
1876-78 yıllarında Osmanlılar Rumeli topraklarının yarısını Ruslarla giriştikleri savaşta kaybedince bir dönüm noktasına gelindi. Bu arada liberal Avrupa Mithat Paşa’nın ve destekçilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu meclis hükümetiyle yönetilen liberal anayasal bir monarşiye dönüştürme çabalarına arka çıkmadı. Avrupa desteğiyle bunların gerçekleştirilmesi mümkün olabilirdi ki bu durumda, islahatçıların Osmanlı İmparatorluğu ve içerdiği muhtelif unsurlar için öngördüğü “yumuşak iniş” hayata geçebilirdi, yahut bunları izleyen elli yılda yaşanan olaylar daha sancısız gelişebilirdi.

Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra Türkiye, II. Abdülhamid’in (1876-1909) otokratik idaresinde uluslararası düzeyde büsbütün tecrit edildi. İstanbul’daki başlıca Avrupalı sefirler ekseriyetle Hıristiyan azınlıkların milliyetçi emmellerini etkileyen ve Osmanlı sonrası Hıristiyan milliyetçisi Balkan devletlerinin topraklarını genişletmeye yarayan değişimler empoze etmek üzere bir nevi komite gibi davranmaya başlamışlardı. Bu rolü imparatorluk topraklarının nihai dağılmasının ön hazırlığı olarak görüyorlardı.

Balkanlar’da Osmanlı sonrası Hıristiyan ulus devletlerinin yükselişi, buralardaki Müslüman nüfusun tahliyesi anlamına geliyordu
Balkanlar’daki Hıristiyan milliyetçilikleri Müslümanların aleyhine gelişiyordu. Modern Yunanistan’ın ilk edimlerinden biri, Mora Yarımadası’ndaki Müslüman nüfusu tasfiye etmekti. “Eğer Hıristiyanlar hürriyetlerini kazanırlarsa, yeni hükümet her ne taahhüt etmiş olursa olsun, Müslümanlar doğum yerleri olan toprakları terk ederler” der Britanyalı bilgin David Hogarth. Ne var ki Hogarth bu türden yorumlar yapan ender Batılılardan biriydi. Yeni milliyetçiliklere hevesli, bu milliyetçiliklerin davasını savunan ve Türkleri ihya olmaz iblisler addeden Avrupalılar’ın sayısı çok daha fazlaydı. Yeni Hıristiyan milliyetçi Avrupa devletleri, Sırbistan ve Yunanistan’dan Romanya ve Bulgaristan’a kadar hepsi “monoetnik” bir tin taşıyordu: Kültürel ve dilsel türdeşlik hedefliyorlardı ve her fırsatta yerli Osmanlı Müslüman nüfusununun ihracına çalışıyorlardı. Bu da büyük ölçekli tahliye ve göçlere yol açtı. Hesaplanabildiği kadarıyla 1821-1923 arasında 5,5 milyon Müslüman Osmanlı ölmüştür ki, bunun Nazi soykırımıyla karşılaştırılabilir bir ölçekte olmasına, 1990’lardaki Bosna Savaşı’na ve Sbrenica katliamı (ve belki hatta Kıbrıs sorunu) gibi olayların bu sürecin halen bir ölçüde devam ettiğine işaret etmesine rağmen Hıristiyan Avrupa, tarihine ait bu detaya ilgi göstermeyi reddetmektedir.

Osmanlı topraklarına göç yeni Türk ulusunun doğmasını tetikledi.
Fakat Balkan Savaşları (1912-1913) sırasındaki gibi göçler, Türkiye’nin demografik temelini sağlamlaştırmış ve sonraları Kurtuluş Savaşı’nın (1919-1923) ve Cumhuriyet’in kuruluşunun başlangıcı olacak olan ulus bilincinin gelişmesine yardımcı olmuştur.

Batı Avrupa’nın 19. yüzyıl boyunca Türkiye’yi yanlış algılaması, birçok tarihsel fırsatın kaçmasına sebep olmuş, hem Müslümanlar hem Hıristiyanlar açısından bir çok etkili insanlık trajedisi ortaya çıkarmıştır, buna Gelibolu çıkartmaları da dahildir. Ancak asıl amaç -Türkiye’nin 1920’deki Sevr Anlaşması’nda bölünmesi- elde edilememiştir. Bunun yerine, Türkiye süren geri püskürtmelere rağmen, Avrupalı liberal kritiklerine, özünde Avrupalı liberal çizgiler taşıyan bir “monoetnik” ulus devleti haline gelerek yanıt vermiştir. İslami tarihsel geçmişe sahip ülkeler arasından çokpartili demokratik bir sisteme ve sanayici ulusal bir devlete geçen ilk ülke olmuştur. Bu girişimin başarısına ilişkin herhangi bir kısıtlama, tecrit edilmiş koşullar altında gerçekleştirilmiş olduğu gerçeğine atfedilmelidir.

Türk-Avrupa ortaklığı her iki taraf için de önemlidir.
Türkiye’yi reddetmeye yönelik bugünkü hareketlerin uzun ve ahlaki olarak sorgulanabilecek bir tarihi vardır ki, bu güncel tartışmalarda akılda bulundurulmalıdır. Son iki yüzyıllık deneyimler Türkiye-Avrupa ortaklığının ve bütünleşmesinin önemli olduğunu ve her iki taraf için de en az herhangi başka bir uluslararası ortaklık kadar faydalı olacağını gösterir.

Tülin BUMİN- Sorular kısmına ancak 5 dakika ayırabileceğiz. Yalnız sorulara geçmeden önce, sadece iki dakikanızı alacak bir şeyler söyleyeceğim. Birincisi Bay Lucius’a yönelik olarak; Avrupa’daki diyaspora nitelendirdiğiniz gibi, daha az eğitimli kitleler daha dindardır. Bu geniş halk kitlelerinden oraya gidenler, gidince kimlikleri için daha fondamantalist eğilimlere giren o kitleler, garip bir şekilde Türkiye’nin Avrupa isteğinin arkasındaki kitledir çünkü onlar Avrupa’yı tanıyorlar. Birçok entelektüelin kafasında hâlâ pek çok soru varken, o insanlar en azından şunu biliyordu, şundan emindi ki orada daha iyi yaşama, daha insanca muamele görme imkanı var. Her köyden en az bir kişi gitti, düşünün. Onların o mesajını ileteceği 5 tane, 15 tane yakını, bir köy dolusu insanı var, bu son derece önemli bir faktördür. Hakikaten Türkiye’deki Avrupa Birliği lobisini, oradaki cahil insanlarımıza borçluyuz diye düşünüyorum.

İkincisine gelince, Avrupalı olmak ve olmamak. Bu bence tamamen ideolojik bir soru. Avrupalı olmak diye bir şevk hakikaten bir fiksiyon olabilir, çünkü Avrupa öyle bir ülke ki, üzerinde bir gün boyunca yolculuk ettiğinizde, dünyanın hiçbir yerinde olmayacağı kadar çeşitli kültür ve dille karşılaşıyorsunuz. Avrupa’nın zenginliği de tam bu kendi içindeki çeşitliliktir. Ama onu Avrupa yapan şey bir evrensellik iddiasıdır, bütün mesele bence burada kilitleniyor. Bu evrensellik kolonyalizme de, emperyalizme de yol açtı, ama çok daha hoş bir şeylere de yol açabilir, çünkü bunun arkasında bilim, felsefe, yani evrensellik iddiası var. Dolayısıyla bu ucu açık, ötekiyle ilişki kurma gücünde bir evrensellik olursa, yani Türkiye ile ilişki kurma cesaretini gösteren bir evrensellik olursa bence daha önceki o yanlış evrensellik diyebileceğimiz türlerin dışında, bütün insanlık için daha mutluluk verici yaratılışa, yeni bir formasyona yol açabilir. Ben de böylece bir şeyler söylemiş oldum. Şimdi çok kısa bir iki soru alabiliriz.

Bir izleyici - Ben Oruç Bey’e bir soru sormak istiyorum. Fransız Cumhurbaşkanı Jacque Chirac‘ın “Biz hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” nitelemesini, yahut bunu söylerken kafasının arkasındaki düşünceleri biraz açabilir misiniz?

Oruç ARUOBA- Şimdi Chirac adına konuşacak değilim, bunu beklemiyorsunuz benden herhalde. Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuna, hem de iç işleyişine bakarsak, büyük çapta Bizans’ın hem üstüne kurulduğunu, hem de bir tür devamı olduğunu görebiliriz. Ernest Gerner İslam toplumu üzerine son 10 yılın en önemli kitabını yazmıştır “Muslim Society” diye. O kitabında Hindikuş Dağları’ndan Cebelitarık’a kadar bütün İslam toplumlarının bir takım ortak özellikleri olduğunu söyler ve bunları anlatır. Tek istisnasının Osmanlı İmparatorluğu olduğunu söyler. Yani belli bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun İslami bir toplum olmadığını söyler. Şimdi yani Chirac’ın söylediği Fransızlar için tabii geçerli, ama herhalde bizim için de geçerli çünkü Bizans, Osmanlı’nın üzerine kurulduğu çok büyük bir kültürdür. Bir de başka bir şey; “Türkiye bir İslam ülkesidir” lafı boyuna ortalıkta gezip duruyor. Öyle midir acaba? Yani diyesim geliyor ki, Osmanlılar hiçbir zaman Müslüman olmamışlardır, Selçuklulardan çok emin değilim, ama Osmanlı toplum işleyişine, hatta hukukuna bilmem nesine baktığımız zaman bu böyledir. Bir kere hiçbir zaman ne dediğini anlamadıkları bir kitaba inanıyorlar. Ne dediğini anlamıyoruz, üstelik de son yıllara kadar çevirmek de yasakmış, kendi kitabını okuyup anlamayan bir ümmet acaba o ümmet midir? Bugün bir Arap biraz eğitimliyse, işte Küreyş dilinde alıp o kitabı okuyabiliyor, bir Türk okuyamıyor. Kuran kursu adı altında yaptıkları da bir takım şekillere bakıp, bir takım sesleri çıkarmayı öğretiyorlar sadece. Orada ne dendiğini anlamıyor ki hiçbiri. Yani buradan başlayarak bir sürü başka şeye gidebiliriz. Ben Bizanslı olmayı tercih ederdim.

Tülin BUMİN- Ama o dili anlamaması, Sinan’ın bu camileri yapmasını engellemedi. İslamla bir şekilde bir kültürel bağ var herhalde.

Alican GÜZEL- Viyana Kültürlerin Buluşma Noktası Derneği’nden. Siz Türkiye’nin AB’ye girişinde yurtdışındaki diyasporadaki yurttaşlarımızın, yani o cahil insanların bir katkısı olduğunu mu söylemek istediniz?

Tülin BUMİN- Hemen hemen sadece onların katkısı vardır.

Alican GÜZEL- Evet, yani anti katkısı da olabilir diye düşünebilir miyiz?

Tülin BUMİN- Avrupalılar’ın bizden hoşlanmamasına yol açmış olabilirler, ama bizim onlardan hoşlanmamıza, istememize yol açtılar.

Alican GÜZEL- Evet, bence o ilk göçten sonraki göçler olmasaydı, kalifiye olmayan işçilerin gidişi olmasaydı, Türkiye Avrupa’ya çok daha yakın olmuş olacaktı.

Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - II”



Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - II”

Moderatör: Serhan ADA, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Yönetimi Bölüm Başkanı, Türkiye
Eddy TERSTALL- Film Yönetmeni, Siyaset Bilimcisi, Hollanda
Serra YILMAZ- Oyuncu, Türkiye-İtalya
Prof. Manuel COSTA LOBO- Şehir Planlama Danışmanı, Portekiz Plancılar Derneği Başkanı, Portekiz




Serhan ADA- “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar”... bunları sanırım tekil söylemek daha doğru olurdu. Gördüğünüz gibi, bir konuşmacımız eksik olarak buradayız; Görgün Taner burada yok, canlı bir televizyon yayınına katılması gerekti, eğer yetişebilirse gelecek. Ben moderatörlüğü almış olmam vesilesiyle, görevimi ihlal ederek size birkaç şey söylemek ve sonra konuşmacıları tanıştırmak istiyorum. Benim burada bulunuşum sanıyorum, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni yönetmemle ilgili olsa gerektir, ama aynı zamanda 2006 yılında gerçekleşeceğini umduğumuz projenin yöneticisi olmam nedeniyledir. Bu proje 1911-83 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Haliç’in en ucunda bulunan Silahtarağa Elektrik Santrali’nin bir kültür kompleksine, oradaki enerjinin kültüre dönüştürülmesi projesi. Sadece bir Çağdaş Sanatlar Müzesi, bir Enerji Müzesi değil aynı zamanda çok büyük bir kütüphane, bir uluslararası rezidans programı, ki bu salondan bile pek çok konuğun orada gelip proje hazırlayacaklarını, iş yapacaklarını umuyoruz. Aynı zamanda çok sayıda öğrencinin birlikte kültür üzerine kafa yoracakları ve İstanbul’un o tarafında da kültürün hareketli olarak hayata katılacağı yeni bir kültür mekanı oluşturacağını umuyoruz. Şöyle söyleyerek belki başlayabilirim; İstanbul’un hem Avrupa, hem de Avrupa’nın sınırının ötesinde kalan diğer yerlerle, tabii ki Balkanlar’ın tümüyle, Kafkaslar’la, Ortadoğu’yla, Rusya’yla oluşan birlikteliğini ve paylaşımını bir iddia ve yeni bir yaklaşımla ortaya koyabilecek bir mekan olmasını umuyoruz. Onun için de sizlerle ilk kez paylaştığımız bu projenin adını da burada açıklamak istiyorum. Tam da bu nedenle “santralistanbul”.

Bu istismar seansını geçtikten sonra, algılama ve bağlam konusunu ele almaya çalışacağız. Konuklarımızı tanıtmak istiyorum: Eddy Terstall film yönetmeni ve aynı zamanda siyaset bilimci, ama burada ikisini de birleştiren bir yaklaşımla size Avrupa kimliğinden, sanatta kimlikten bahsedecek. Hemen onun yanında Manuel Costa Lobo var, o da aslında kent plancısı ve kentin kültürle ilişkisi üzerine yayını olan, hocalık yapmış bir konuşmacı, aynı zamanda da burada kent kültürü üzerine kafa yoran bütün konukların ilgisini çekecek biçimde Lizbon’da ombudsmanlık yaptı ve kent mekanlarının kültür açısından dönüştürülmesiyle ilgili çok önemli çalışmaları var. Bir diğer konuşmacı oyuncu ve çevirmen Serra Yılmaz.

Bir tek şey söyleyerek başlamak istiyorum. Yanlış söylemiyorsam Avrupa Birliği’nin Başkanı Jose Maria Barroso, göreve geldiğinde “Artık kültür zamanı” dedi. Kültür zamanı bizim açımızdan çoktan gelmişti ama belli ki onlar açısından da geldi. Burada algılamaların ve bağlamın çok büyük önemi olacak. İsterseniz, Eddy’yle başlayalım.




Eddy TERSTALL- Tünaydın. Oturduğum şehirden yalnızca üç saatlik uçuş mesafesindeyken Türkiye’ye ilk gelişim olmasından biraz utanıyorum. Genel bir kanı elde etmek için yeterli zaman yok, yalnız işin iyi tarafı, üç gün önce son filmimin uluslararası prömiyerinin yapıldığı New York’taydım ve sanatta, daha doğrusu benim durumumda yakından tanıdığım sinemadaki Avrupa kimliği hakkında konuşmak istiyorum. İki toplumu karşılaştırabilmek iyi. Zor bir iş ama Avrupa kimliğinin ne olduğuna dair bir ortak payda bulmak istedim. New York’ta iki hafta geçirdikten sonra, acaba aradaki tek fark; Amerikalılar New York Yanki’lerinin beyzbol maçını izlemeye giderken, Avrupa’da, Norveç, Portekiz veya Türkiye’de iseniz herkesin Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan haberdar olmasından mı ibaret diye merak ediyor insan. Amsterdam’da sanırım nüfusun yarısı Fenerbahçe ve Galatasaray’ı tanırken Amerikalılar Amsterdam’ı Türkiye’de sanıyorlar. Sanatta Avrupa kimliğinin ne olduğuna dair bu kısa araştırmada sanırım daha geniş bir perspektiften bakabilmek lazım. Amerikan ruhunun ve özgürlük hissinin kıymetinin bilinmesi gibi bir çok şeyimizin ortak olduğunu düşünmeme rağmen, yine de Amerikalıların şeyleri meta olarak görmeye Avrupalılardan daha eğilimli olduklarını düşünüyorum. Onların kapitalizmi kendisini daha az alaya alıyor, Avrupalılar ise kendisiyle alay eden bir kapitalizmi hedefliyorlar.

Bu konuyla ilgili yaptığım bir komedi filmi vardır, ismi de “Bir Arkadaş Kirala”. Filmde bir insanın sahip olacağı en samimi ilişki olan arkadaşlığı, bir sanatçının arkadaş olarak kiralanabileceğini kurgulayarak bir meta gibi gösterdim. Kurulan şirket çok başarılı oluyordu çünkü bir müddet sonra bir parti için on arkadaş, hatta mezunlar toplantısı için otuz arkadaş birden kiralayabiliyordunuz ve artık arkadaş kiralamak bir statü göstergesi haline geliyordu. Size bunu anlatmamın sebebi, ileride bütün bunların esas konumuzla ilgisini gösterecek olmamdır. Örneğin bir film yaptığımda, senaryonun nasıl ortaya çıktığını, nasıl geliştiğini de ayrıca kaleme alırım çünkü genelde “tarife uygun” olmayan (filme bir meta gözüyle bakarsanız, genelde tarife uygun olmalıdır çünkü belli bir seyirci kitleniz ve ticari ya da etkili olabileceğini düşündüğünüz belli unsurlar var) asıl yazar (auteur) filmlerinde genelde filmin yapımcısı aynı zamanda filmin senaristidir. Bunu yapmanın da ilk yolu sizi meşgul eden, sizi hırslandıran konuyu bulabilmenizdir. Üzerinde gerçekten bir sene çalışmanızı gerektiren bulduğunuz konunun; toplum mu, insan ruhu mu yoksa ülkenizde ya da şehrinizde mevcut bir durumdan mı çıktığını düşünmelisiniz.

İkinci adım, bu konudaki görüşlerinizi, düşündüklerinizi, konuyla ilgili anlatmak istediğiniz önemli bir şey olup olmadığını belirlemektir. Üçüncü adım ise yapıdır. Bu noktada bu bir kitap ya da bir heykel olabilir, benim durumumda ise bir film, kendi tarzımda bir filmdir. Bence sahici bir yere varmak için atılacak doğru adım budur ve bu noktada izleyicileri düşünürüm. Yaptığım işlerin insanlara ulaşacağını biliyorum, benim açımdan izleyiciler üzerine düşünmenin anlamı yok çünkü her halükarda ulaşabileceklerini biliyorum fakat dürüst olmak gerekirse seyircide bırakacağım etki üzerinde asla düşünmemeye çalışırım.

Bir adım geriye gidersek; film akademisinde hocalık yaptığım günler de oldu. Öğrencilerim senaryo yazdıkları zamanlarda onlara da aynı şekilde yardım etmeye çalışıyordum. Öncelikle onları meşgul eden bir konu bulmalarını, bu konu üzerindeki düşüncelerini kafalarında toparlamalarını, fikirlerini belirtmelerini ve sonrasında hikayelerini yazmaya başlamalarını tavsiye ederim. Böylelikle sürecin her aşamasında başlangıç noktalarını tartabiliyorlar. Bazen öğrencilerden biri “Mavi renk güzeldir” gibi bir ifadeyle sona eren bir öykü yazabiliyor. Bazen de öykünüzün ortasında aklınıza izleyicilerin beklemediği ve daha iyi sonuç verecek bir değişiklik gelebiliyor. Bunun tek sonucu ya da olumsuz etkisi, örneğin, sonucun ya da en son ifadenin “Mavi değil yeşil güzeldir” şeklinde çıkabilmesi. Bunu o öğrenciye açıkladığımda bana, “Evet, fakat işe yarıyor” diyordu. Beraberce sonunda şu noktaya vardık; tüm kariyerini bir meta gibi görerek her şey dahil haliyle bir film yapımcısı olmak mı istiyorsun, yoksa bir hikaye anlatıcısı, sana gelen bir hikayenin bağlantı vanası mı olmak istiyorsun? Hollanda’da Hollywood Sineması’nın tesirleri açık biçimde görülmektedir, Hollanda filmlerinin mali yapısı bile tarife uygun olarak yapılan filmlere dayanmaktadır çünkü bu sayede iş yapabilmektedirler, bu bir metadır ama doğası gereği Avrupalı olan bir şey değildir. Daha kaliteli Avrupa filmleri, Uluslararası Film Festivalleri’nde gösterilen filmler, genellikle yazar filmleridir ve tarife uygun yapılmamışlardır. Aslında tarife uygunluk ve özgünlük birbirlerinin zıttı kavramlardır, gene özgün, tarife uygun yapılmamış filmler yurtdışını daha fazla dolaşanlardır. Diğer ülkelerde de gösterime giren Danimarka, Fin, Portekiz veya Yunan filmleri genellikle tarife uygun olmayan filmlerdir. Bütün bunlardan söz etmiş olsak bile sanata meta gözüyle bakılması genelde günümüzde geçerliliğini korumaktadır çünkü her ne kadar Avrupalılar olarak Schroeder ve Blair’in bahsettiği üçüncü yol olan temel özgürlükleri ve değerleri koruyan bir kapitalizmin arkasında dursak da kendisiyle yeteri kadar dalga geçemeyen bir ekonomik sistem içerisinde yaşıyoruz hâlâ.

Avrupa kimliği arayışımızda ben sadece bir film yapımcısı olarak kendi deneyimlerimden bir şeyler aktarabilirim: festivallerde ya da başka yerlerde karşılaştığınız, İzlanda’dan, Türkiye’den veya İspanya’dan gelen film yapımcıları, genelde filmin nasıl yapılacağına dair bu fikirlere, tavırlara sahiptir fakat Atlantik’in öte tarafındaki, hatta Kanada’dan gelen film yapımcılarıyla karşılaştığınızda ise hangi tarife uygun ne tür bir film çektikleri hakkında konuşurlar. Kısa konuşmam bu kadar...

Serhan ADA- Evet, Görgün Taner burada olsaydı herhalde İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Avrupa’da yaptığı işlerden, Berlin’den, Brüksel’den ve belki de Londra’daki Türkler sergisinden ve oradaki deneyimin bizim çerçevemize getirdiklerinden bahsedecekti. Hâlâ da yetişebilirse sanıyorum gelecektir. Eddy’ye film merceğinden bakıyor gibi görünse de, bu algılamayla ve hikaye anlatımıyla ilgili sunuşu için teşekkür ediyorum. Serra Yılmaz, hem burada hem orada. Bilhassa bu iki yer betimlemesini kullanıyorum ama sanat çevrelerinde bulundu, başarılı işler yaptı. Bize algılamayla ilgili söyleyecekleri var sanıyorum.




Serra YILMAZ - Evet, sanıyorum çoğunuzun bildiği gibi, son dönemde yani 1998’de Ferzan Özpetek ile yaptığım ilk çalışma olan Harem Suare’yi izleyen Cahil Periler ve Karşı Pencere İtalyan filmleri, genelde bizim basınımızın bize sunmak istediği gibi “Türk sineması çok ilerledi ve yurtdışında çok büyük başarılar elde ediyor” diye sunulmak istenen Türk filmleri değiller. Bu filmler gerçekten İtalya’da çok büyük bir ilgi gördüler ve çok büyük bir seyirci kitlesi tarafından seyredildiler. Dolayısıyla da, tabii bu filmler benim de bir anlamda İtalya’daki kaderimi belirlemiş oldu ve o gün bugündür daha sıklıkla İtalya’da çalışır oldum. O güne kadar kültürel alışveriş söz konusu olduğunda deneyimim, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda uzun yıllar dış ilişkilerle ilgilenmiş olmamdan kaynaklanıyordu. Kültürel alışveriş dediğimizde genellikle karşı karşıya kaldığımız bir sorun var; herhangi bir ülkeyle bir ilişkiye girmek istesek, genellikle onlardan sanatçı getirebiliyoruz, örneğin Fransa’dan bir yönetmen geliyor, yeni bir Fransız yazarının bir oyununu bizim herhangi bir sahnemizde sergiliyor. Fakat bunun alışı tamam da veriş tarafını halletmek genellikle mümkün olmuyor. Bunun çeşitli nedenleri, onların kültür politikaları, bizim kültür politikasızlığımızdan kaynaklanan birçok veçhesi var.

Ben size daha pragmatik şeylerden söz etmek istiyorum. Özellikle de son yıllarda İtalya’da, kendime rağmen edinmiş olduğum bir Türk elçiliği oluştu ister istemez, çünkü örneğin Karşı Pencere çok büyük bir box office elde etti. O denli ki, bundan bir ay kadar önce televizyonda gösterildiğinde, bütün kanalları, en sevilen diziyi, en sevilen milyarder olmak isteyenler filan gibi yarışmaları da geride bırakarak İtalya’da otuz milyon kişi tarafından televizyon ekranında yeniden izlendi. Bunun da bana yüklemiş olduğu, biraz önce de söylediğim gibi, bana rağmen bir Türk elçiliği görevi var. Bunun hoş yanları da, zaman zaman biraz sıkıcı yanları da var. Ama algılama dediğimizde, ben size birebir algılamadan, yani sokaktaki insanla ilişkiden ya da bir televizyon programındaki algılamadan söz etmek istiyorum.

Ne yazık ki biz bugüne kadar kendini asla kültürüyle ve sanatıyla tanıtmak istememiş olan bir devletin çocuklarıyız. Onun için Avrupa’da -benim en çok bulunduğum ülkeler Fransa ve İtalya’da- Türkiye dendi mi akla gelen şeyler Türk lokumu, göbek dansı, şiş kebap ya da artık Türk sınırlarını tamamen aşan döner olabilir. Bu tür bir algılamayla karşı karşıyayız. Negatif olan imajların içinde tabii ki birçok siyasi sorun var; Kürt meselesi, Ermeni meselesi gibi. Özellikle İtalya söz konusu olunca, eskilere dayanan “Mamma ‘li turchi” ve hatta “İnebahtı Savaşı” hâlâ gündemde. Bunu özellikle belirtmek istiyorum, beni sokakta durduran insanların çok büyük bir çoğunluğu genellikle milliyetimle çok fazla ilgilenmeyebiliyor. Ama şöyle şeyler de oluyor, mesela bir gün orta yaşlı bir hanım beni durdurdu, dedi ki: “Sizi birçok filmde gördüm, ama durun bakayım siz nerelisiniz?” dedi. Ben “Türk’üm” dedim. “Olsun canım, ben de Sicilyalı’yım” dedi. Yani netice itibariyle bizim doğuyla olan birçok imgelemlerimiz, İtalya’da da güneyle mevcut olduğu için, Sicilyalı olmakla Türk olmayı yakın şeyler olarak algıladığından, beni bir anlamda mazur gördü.

Fakat örneğin Aralık ayında, 17 Aralık’taki AB kararından önce, İtalya’daki Kuzey Legası denilen aşırı sağcı ve milliyetçi parti –aynı zamanda Berlusconi Hükümeti’nin koalisyon üyelerinden- Türkiye’nin AB’ye girişine karşı büyük bir yürüyüş düzenledi ve buradaki sloganlar size söylemiş olduğum gibi yine “Mamma ‘li turchi” ve İnebahtı Savaşı’ydı. Bu yürüyüşün hemen ardından Repubblica Gazetesi bana ve Ferzan Özpetek’e ne düşündüğümüzü sordu. Hemen yürüyüşü izleyen iki gün sonra da, İtalya’da en çok izlenen, “Ballarò” adında bir siyasi tartışma programına ben tek başıma katılmak durumunda kaldım. Biraz önce söylemiş olduğum gibi, böyle bir misyondan sıkılmış olmamla birlikte, kendime rağmen bir görev üstlenmek durumunda kalıyorum. Yine orada İnebahtı Savaşı ve Türklerin ne kadar çok içtiği, kestiği, öldürdüğü ve katlettiği konuları gündeme geldi. Orada bulunan İtalyan sendikacı ve yeşiller milletvekili, benim söylememe hacet kalmaksızın bir çok şeyi dile getirdiler ve İtalya’da benim gördüğüm kadarıyla bu program insanları çok etkileyen bir şey oldu. Çünkü programı izleyen günlerde ve Aralık ayından bu yana da, beni sokakta durdurup oyunculuğun dışında “Çok teşekkür ediyoruz, Lega’nın milletvekiline ağzının payını verdiniz” diyen çok insan oldu. Tabii ki bu da mümkün.

Benim savunduğum bir başka şey daha var; birinci bölümdeki oturumlarda sözü edildi. Sürekli olarak bir toleranstan söz ediliyor. Ben kendi payıma toleransa son derece karşıyım, çünkü benim bir şeyi tolere etmem için, tolere ettiğim şeyin zaten hatalı olması gerekiyor. Dolayısıyla ben toleranstan değil saygıdan bahsetmeyi tercih ediyorum. Nitekim o geceki tartışmada da Lega milletvekili, “Evet, belki siz daha toleranslısınız başka dinlere karşı” dediğinde, “Hayır biz toleranslı değiliz, birlikte yaşamaya belki daha fazla alışığız ve ben bir başka dini tolere edemem, çünkü bir dinin varlığını yargılamak benim işim değil. Ben o dine ancak saygı gösterebilirim ve benim dinsizliğime de aynı saygıyı beklerim” demek durumunda kaldım. Dolayısıyla bu telorans içinde yaşama şahsen benim savunduğum bir şey katiyen değil.

Bunun dışında biraz önce söylediğime özellikle değinmek istiyorum. Sanıyorum ki, nasıl sonuçlanacağı henüz meçhul olan bu AB’ye giriş süreci sırasında yapılması gereken tüm mevzuat değişiklikleri ve reformların yanı sıra, bizim hakikaten her düzeyde üstlenmemiz gereken bir kültürel alışveriş görevi var ve bu konuda da devletin çok daha fazla bütçe ayırması ve destek olması gerekiyor. Örneğin benim Türkiyeli bir insan olarak katiyen kabul edemediğim şeylerden biri hâlâ, maça giden taraftarlar dolaşım serbestisine tamamen aykırı olan harçtan muaf tutulurken, kültürel faaliyet için yurtdışına çıkan öğretim üyesi ve sanatçılardan hâlâ bu paranın alınmasıdır, ki bu paranın alınması da zaten Avrupa mevzuatına tamamen aykırıdır.

Netice itibariyle sanıyorum hem üniversiteler, hem kültür kurumları el birliğiyle bir miktar devletimizi bu anlamda zorlamak durumundayız çünkü çok minik girişimler dahi Türkiye’nin nasıl algılandığı konusunda çok farklı şeylere yol açabiliyor. Örneğin ben bu kış Floransa’da bir oyunda oynadım. Bu oyun, yönetmenin benim için oluşturduğu bir kolajdı. Bu kolajda “Binbir Gece Masalları” vardı, ayrıca haremin son gecesinden söz ediliyordu ve de Nazlı Eray’ın iki öyküsü iç içe geçirilmişti. Bu piyeste -ki biliyorsunuz tiyatro kaç kişiye ulaşabiliyor- anlatılan şeyler, kadın hakkında söylenenlerden sonra “Türkiye’ye yeniden gitmek istiyorum”, ya da “Türkiye’ye gitmek ve keşfetmek istiyorum” diyen çok insan oldu. Ama bunlar tamamen hayattaki bir takım yol kesişmelerinden oluştu. Ben bunu yapabilmek için bugüne kadar herhangi bir şekilde bir yerden destek görmedim. Sadece İtalya’da sevildiğim için, bir yönetmenin önerisiyle ancak gerçekleşti. Sanıyorum bu anlamda, bundan böyle kültürel alışverişin tek yönlü değil çift yönlü olması gerekiyor. Eğer bir yönetmen burada bir oyun sahneye koymaya geliyorsa, bizden de oyuncuların ya da yönetmenlerin bu yönetmenin ülkesinde aynı şansa sahip olması gerekiyor. Sanıyorum böyle bir yola girmeye çok ihtiyacımız var. Bence bizim ne olduğumuzu en iyi anlatabilecek şey sadece kültür ve sanat. Onun için, Boris Vian’ın bir ufak hikayesinde olduğu gibi, devletimiz artık “Kültür denince tabancamı çıkarırım” tavrından vazgeçmeli.

Serhan ADA- Artan zamanımızda bir önceki seansta sorulmayan soruları da sorabilirsiniz. Sıkılmazsanız tabi. Algılar ürünlerle, sanat eserleriyle, kültür ürünleriyle değişiyor. Hazır İnebahtı’dan Serra Yılmaz söz etmişken, bir küçücük bölüm hatırlatması yapmak isterim sizlere. Cervantes’i hep Don Kişot’u ile biliyoruz. Cervantes’in bir de “La Grande Sultana”sı var, yani “Büyük Hanım Sultan”; saraya geldiğinde sultanın zoruyla saraydaki muhalefeti susturmasıyla dinini, giysilerini ve kültürünü korumayı başarmış Hanım Sultan’ın hikayesi üzerine kurulu bir oyun. Ne kadar güzel bir Avrupa ürünü olurdu değil mi, karşılıklı algılamadaki engeller olmasa... Cenvantes’in İnebahtı’da sol kolunu kaybedip, sağıyla bildiğimiz eserlerini verdiğini burada hatırlatmama herhalde gerek yok. Şimdi Manuel Costa Lobo bize gene algılama çerçevesinden bahsedecek, biraz da sabahtan bu yana burada ortaya çıkan malzemeleri yoğurarak yaptığı bir çalışmayla.



Manuel COSTA LOBO- Çok teşekkür ederim. Burada olmaktan çok mutluyum. Türkiye ve algılama hakkındaki düşünce ve izlenimlerini sunan herkese müteşekkirim. Çok şey öğreniyorum. Ve sizinle beraber düşünmeye çalışıyorum. Bu, tutup da Portekiz’den getirdiğim bir konuşma değil; sorunlara dair sizinle beraber halen gelişme sürecindeki bir düşünüş bir nevi.

İletimi sunmak için bir yol deneyeceğim. İlkin kültüre ve çevremizdeki dünyayı nasıl gördüğümüze dair; unutmayın ki her birimiz daima dünyanın merkezinde dururuz. Kendimizden yola çıkarak görmemizden ötürü de tek gördüğümüz bizi çevreleyen çemberdir. Avrupa sorununa gelirsek, ben Avrupa’yı genellikle bir üçgen şeklinde tasavvur ediyorum. Bu üçgenin üç tane çok stratejik, önemli köşesi var: Biri üst köşesi, Kuzey Burnu yani Norveç, ardından güneyde iki çok önemli köşesi var: Lizbon ve İstanbul. Lizbon’dan geldiğim doğru ama Lizbon’un orada olmasının nedeni Lizbon’dan gelmem değil. Ben bir şehir planlamacısı, bölgesel planlamacıyım. Bu yüzden her şeyin önce mekanla başladığını düşünüyorum. Avrupa bir mekandır, benim modelim uyarınca bir üçgen… Fakat Avrupa Birliği’yle karıştırmayın; AB siyasi bir örgütlenmedir, Avrupa bir mekandır. Her zaman bu böyleydi, AB henüz küçücükken Avrupa çoktan mevcuttu. Sanırım ki Türkiye’de olan bitene ilişkin bir tartışmayı bu üç köşe üzerinden başlatabiliriz.

Sıkça Portekiz hakkında konuşmamın nedeni yalnızca Portekizli olmam değil, aynı zamanda Portekiz’in bu Güney Avrupa coğrafyasının tam manasıyla diğer uç noktasını teşkil etmesi. Eğer devam edersek görebiliriz ki Avrupa’nın iki direği var. Bunlardan bir Anadolu, diğeri de İber yarımadası. Bunlar belki yalnızca coğrafyadan ibaret, pek ayrıntılı bir muhakeme değil ama Anadolu’da çok önemli bir siyaset şehrini, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’yı buluyor olmamız ilginçtir. Diğer tarafta ise yine çok önemli bir kent var. Portekiz’in başkenti değil, ama İber Yarımadası’nın en önemli şehri: Madrid. Burada elimizde iki ülke var: İspanya ve Portekiz. Yalnız kabul etmemiz gerekir ki yarımadanın en önemli şehri Madrid. Ve bu iki şehir, sözünü ettiğimiz mekanların tam ortasında yer alıyorlar. Bu da bütün çevrelerinden istifade ettiklerinden ötürü. Madrid ve Ankara epey yeni şehirler, hem de bu iki alanda çok eski ve çok önemli şehirler varken.

Kanımca, alanın en büyük, en önemli, büyülü ve harikulade kenti İstanbul’dur. Öteki taraftaysa Lizbon’dur yani Avrupa dünyasının büyük macerasının başlangıç noktası, Afrika’nın çevresinden bu tarafa dolaşma fikri olan Lizbon. İstanbul çok yakın olduğu için, Türkiye zaten Asya’nın o tarafındaydı çünkü ticaret yapmak genellikle ilerlemenin motorudur. O çağda, yani 15. yüzyıl civarında, ticarette önemli husus, Asya’yla temas içinde olmaktı; ipek, mücevher, baharat vesaire… Türkiye ve İstanbul yakındılar, fakat Batı Avrupa çok uzakta kalıyordu. Üstüne üstlük bu iki taraf birbiriyle savaşıyordu. Tıpkı bir Ortaçağ kralının iki oğlu gibi, bir sonraki kral olabilmek için birbirleriyle savaşıyor ve gerekirse diğerini öldürüyorlardı. O zamanlar bu olağandı, artık değil.

Bu yarımadanın Asya’ya değil de, Küçük Asya yani Anadolu’ya karşılık gelmesi çok önemli çünkü bu insanların birbirini anlamasının kökeni. Ama her halükarda bu alanı ayıran ve bir yarısını Avrupa, diğerini Asya, daha doğrusu Küçük Asya olarak adlandırdığımız Boğaziçi hattı var. Fakat işin aslını isterseniz Boğaziçi gerçek bir ayrım değil de temel anlamda büyük bir bağlantı. Bir yakadan diğerine gidip gelen ne kadar çok vapur olduğunu görüyorsunuz. Ayrıca, İstanbul’un kentsel alanı yalnızca bir yakada gelişmemiş, öyleyse ayrımı coğrafi bir bakış açısından kabul etsek bile, büyük bir bağlantı. Beşeri, kentsel ve bölgesel bakış açılarından bakıldığında bu ayrım yok. İki taraf arasındaki ana bağ budur.

Türk kültürüyle Avrupa kültürü arasındaki ilişkilerdense bahsedemem çünkü benim bakış açıma göre Türkiye Avrupa’dadır. Sözünü edebileceğim yalnız Türkiye-AB ilişkileridir. Her halükarda, AB kültürüyle, kapasitesiyle burada temsil ediliyor, Türkiye burada temsil ediliyorsa, belki de gerçekten arada bir boşluk vardır. Fakat AB üyeleri “Evet Türkiye, şimdi de birleşmemiz için lütfen kültürünü değiştirmen gerekiyor” dedikleri zaman şu soruları sorabiliriz: Niçin? Niçin Avrupalılar değişmiyor? Belki bu kulağa radikal bir söylemmiş gibi geliyor, ama ben radikal değilim. Belki de arada birşeyler bulmamız gerekiyor. Çünkü benim bakış açıma göre, Avrupa’ya baktığımızda, Avrupa ruhunun en önemli kısmı güneyden, Akdeniz’den gelmektedir. Eğer birşeyi Avrupai diye değerlendirmek istiyorsanız Avrupa’nın güneyiyle karşılaştıralım, Finlandiya’yla karşılaştıralım. Kültürel açıdan bakıldığında görürüz ki, çok büyük, ağır ve eski kültür tam da buralardadır. Siyaset açısından baktığımızda ise söylenecek çok şey var...

Şimdi başka bir mevzuya geçelim. Eğitim ve bilgi hakkında konuşalım. Bir taraftan Avrupa’nın kuzeyini ve güneyini düşünün, polemiklere girmek çok sembolik, diğer taraftan da Avrupa’nın doğu ve batısını ele alabiliriz. Eğitim ve bilgiye dayanarak, buradan, batı kısmından size şunu söylemem gerekir ki, kuzey Avrupa hakkında çok şey bilirken güneyi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Doğu Avrupa ise uzun zaman insanların bilgisinin dışında tutuldu, kati bir meçhullük. Bunun belki de din yüzünden böyle olduğunu söyleyebiliriz. Belki böyleydi, ama kanımca dini, ticaret ve ekonomik çıkarlar yönlendiriyordu. Sonuç olarak, Avrupa’nın bu yakası batılı ülkelerdeki birçok insan tarafından pek de tanınmıyor. Bugün bile Türkiye hakkında sahip olunan bilgi yeterli olmaktan çok uzak. İlk kez kırk sene önce geldim Türkiye’ye, o zamandan beri her seferinde buraya Portekiz’den insanlar getiriyorum, onlar da geldikten sonra “Türkiye’nin böyle bir ülke olmasını beklemiyordum” diyorlar. Gelmeden önce ne düşündüklerini bilmiyorum fakat hayrete düşüyorlar.

Avrupa benim için bir mekandır. AB’nin de öyle olduğunu söyleyebiliriz, olabilir de fakat bu bir seçim meselesi. Daha da ileri gidebiliriz ama korkarım bütün Avrupa’yı bunun üzerine kurar ve bu küçük parçayı dışında bırakırsak, Avrupa gördüğünüz şu üçgen gibi olur. Bu parçanın olmaması bu mekanı bozar.

İşte burada da başka bir sembolik şema. Bu şema Avrupa’yı temsil ediyor fakat hatlar aşağı yukarı bağlara, mesafelere işaret ediyor; dolayısıyla kuzeyden az uzaktasınız. Ne var ki mesafe açısından Lizbon ve İstanbul çok uzak. Şimdi kültür, zihniyet, davranış, arkadaş edinme olanakları açısından bakalım. O zaman İstanbul Lizbon’a çok yakınlaşıyor. Burada dost edinmek öyle kolay ki. İmaj bakımından birbirimize çok benzediğimizi düşünüyoruz. Türk imgesine bir bakalım: koyu ten, kocaman bir bıyık. Eskiden Portekiz hakkındaki fikir de böyleydi. Portekizli dediniz mi kısa boylu, koyu tenli ve bıyıklı bir adam gelirdi gözünüzün önüne. Aynı buradaki gibi. Bu yüzden benzer olduğumuzu düşünüyorum. Niçin? Çünkü yüzyıllar, binyıllar boyunca Akdeniz yoluyla bağlantılar daha kolaydı. Çok uzun yıllar önce, İstanbul ve Lizbon arasında mevcut bir bağ vardı. Hatta Lizbon değil de Lizbon’un güneyi. Yakınlarda üstünde Hititçe yazılar olan taşlar bulundu, şimdi inceleniyor. Hititler belki de Portekiz’e de gelmişlerdi. Fenikeliler Portekiz’e sıklıkla gelirlerdi, yerleşim bölgeleri dahi vardı.

Avrupa’yı biçimlendirirken bunu unutmamak gerekiyor. Şimdi Avrupa’yı tekrar gösterebilirim. Ve evet ticaret, kültür ticareti. Şimdilerde bazıları kültür endüstrisinden bahsediyor. Eğer bütün bu farklı ülkeler, bölgeler, halklar ve kentler hep iş yapar, üretimde bulunursa.... Çok önemli bir şey satın almamız gerektiğinde Almanya ya da Hollanda’ya gidiyoruz ve bunlar var olan temaslar. Rekabet var, yarışmamız lâzım. Portekiz’de fındığın fiyatı yüksek, öyleyse Türkiye’den alacağım. Bu ülkeler sadece kuzey Avrupa’da iyi fiyata satabilmek için rekabet ediyorlar. Kuzey Avrupa güney ülkeleriyle iş yapıyor. Rekabeti sevmem fakat bu bizim “medeni rekabet” tabir ettiğimiz bir şey. Bence bugün insanoğlu artık vahşi hayvanlar gibi davranmak zorunda değildir. Öyleyse vahşi rekabete gitmek yerine işlerimizi uygarca halletmeliyiz. Ve yine bu da işbirliği anlamına gelir ki bu da kültürden gelmelidir, sadece ekonomik birleşmelerden değil. Dolayısıyla bu ülkelerle işbirliği elde etmelisiniz. Onlar bir çeşit kör gibi davranıyorlar, bizlerin arasındaki önemli bağları farkedemiyorlar. Güney ülkelerinin işbirliği yapacak duruma gelmesi lazım, o zaman Avrupa’daki dengeye erişiriz.

Son olarak, kimliğe değinmek istiyorum. Kimlik ve iyi bir Avrupa istiyorsak, tamamlayıcılara ihtiyacımız var. Sadece güney ve kuzey arasında değil, doğu ve batı arasında da. Burada tarihin bir kısmını sunacağım. Osmanlı İmparatorluğu tüm dünyayı dolaşır ve daha fazla bağ kurarken, bir çok ülke ve bölgesel topraklar fethederken Portekizliler bunu yapamıyordu. Çünkü, bir tarafında çok daha büyük bir ülke olan İspanya vardı, diğer tarafında ise sadece balık. Denize gidebilirdik, bu tür bir stratejimiz olamazdı, stratejimiz denizcilikti, yani o zamanın denize yönelik küreselleşmesi. İlginçtir ki, Portekiz’in hâlâ bizi uzaklara götüren bir politikası ve kapasiteleri var. Bir çok insan Meksika’ya, Toronto’ya, Boston’a, Güney Afrika’ya gidiyor. Dışarıda yayılmış bir çok ilişkimiz var, komşularımızla bu tür ilişkiler kuracak kadar güçlü değiliz. Ama Türkiye Balkanlar, Asya ve Mezopotamya ülkeleriyle bu tür ilişkiler kuracak kadar güçlü. Türkiye bunu yapabilir ve eğer Avrupa her bir ortağından en iyisini talep ederse burada Türkiye’de ve Portekiz’de tamamen farklı kapasiteler, kimlikler ve tamamlayıcılar bulabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla tamamlayıcılarımız var, işbirliği yapabiliriz, arkadaş olabiliriz. Buraya arkadaşlar ve aynı zamanda Portekiz’den öğrencilerle çok sık geliyorum ve şimdi hepsinin de çok iyi arkadaşları var. Bazılarının küçük çocukları bile var. İşte bu çocuklar, halihazırda her iki tarafta da arkadaşları olan ailelerin içine doğacaklar. Teşekkür ederim.

Serhan ADA- Manuel Costa Lobo’nun konuşmasından sonra bir şeyler eklemek çok zor, çünkü kendisi kültürün coğrafyasından bahseder gibi görünse de, aslında poetikasını yaptı. Pessoa’nın şehrinden gelen konuşmacıdan da ancak bunu bekleyebilirdik herhalde. Bu kimlik meselesi sık sık gündeme geliyor. Ama konunun boyutlarının biraz da Costa Lobo’nun gösterdiği gibi coğrafyayla ilgili olmadığını, aslında AB olarak tanımlanan yerin de gevşek bir tanım olduğunu anlatmak için küçücük bir şey nakletmek istiyorum. Çok yakın zamanda üniversitedeki bölümümüzde, ekonomi ve kültür anlatmak üzere bir Yunanlı hoca misafir ettik. Yunanistan’da neler olup bittiğinden bahsediyordu. Son zamanlarda en çok tartışılan şey, göçmen kökenli Arnavut okul çocuklarının sınıfın en çalışkanı oldukları için -biraz da gösterişliler herhalde- 23 Nisan gibi, 19 Mayıs gibi geçitlerde kortejin önünde Yunan bayrağını taşıyor olmalarının Yunan kamuoyunda büyük sorunlar yarattığı üzerineymiş. Arnavutluk’un tartışmamızla hiçbir ilişkisi yok, ama Avrupa’nın ortasında, Yunanistan’a göçmüş 1 milyon Arnavut’un çok ciddi bir algılama çerçevesi yarattığına da hiç kuşku yok. Başka örnekler vermeden, isterseniz bir anekdotla size döneyim. Oruç Aruoba’yla aramızda gidip gelen bir anekdot bu, o anlatmazsa, ben anlatıyorum. Ben anlatırsam, o anlatmamayı tercih ediyor. Bugün o pas geçtiğine göre ben belki tekrar nakledebilirim. Avrupalılık nedir, Avrupalı kime denir tartışmasıyla ilgili; geçmiş Venedik Bienallerinden birinde herhalde liberal görüşlü devlet adamları, sanatçılar, entelektüeller arasında, Avrupalı kimdir sorusuna cevap aranırken, arkalarda bir yerlerde sessizce oturmakta olan Borges elini kaldırmış ve “İçinizde en Avrupalı benim” demiş. Biz kendi süremizi öngörüldüğü zamanda bitirdik. Şimdi katkılarınız ve sorularınız için size dönüyorum ve isterseniz başlayalım.

Vassiliki PAPAKOSTOPOULOU- İstanbul’da olmak benim için memnuniyet verici. Bildiğiniz gibi Türkiye ve Yunanistan’ın iyi ilişkileri var. Yunanistan Kültür Bakanlığı’nın Uluslararası İlişkiler Departmanı’nda çalışıyorum. UNESCO, Avrupa Konseyi, AB, UNESCO ve diğer uluslararası kuruluşlar çerçevesinde Türkiye’yle dostane bir işbirliğimiz oldu. Verdiğiniz Yunanistan’da Arnavut vak’asına ve bayrak örneğine değinmek gerekirse: Yunanistan’daki kurumsal çerçeve, sınıfın en iyi öğrencisinin Yunan bayrağını taşımakla onurlandırılmasını öngörür. Yani teşkilat yahut kurumsal çerçeve, diğer ülkelerden gelen insanlara kültürümüzü paylaşma fırsatı verir. Bu bizim için çok önemli. Bana burada bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Hepinize iyi akşamlar.

Serhan ADA- Evet, komşularımızdan öğrenecek çok şeyimiz olduğuna şüphe yok.

Nevin TAN- Ben mimarım, İller Bankası, İstanbul İmar Planlama Müdürlüğü’nden emekliyim. Biraz evvel Yunanlı arkadaşımızın değindiği konu aslında Türkiye’mize de çok güzel oturturulabilir kanısındayım. Şu anlamda ki, eğitime ilişkin olarak Türkiye malum coğrafyası itibariyle, özellikle Batı kesimi verimli tarım arazileri üzerine oturduğu için, oradaki tarım sahibi, tarımla uğraşanlar çocuklarını eğitmezler, yani eğitseler bile -geçmişi kastediyorum daha çok, bugün de hâlâ sürüyor- onlar özellikle erkek çocukları tarafından tarımın devamını tercih ederler. Eğitimde en başarılı olanlar, geçmişte doğulu dediğimiz, bugün ise adını koyduğumuz Kürt çocuklarıdır. Bürokrasiye de bakacak olursak, çok ağırlıklı olarak bürokrasinin içerisinde yüksek kademeye gelmiş olanlar, hep bu çok iyi eğitimden geçmiş olan Kürt çocuklarıdır. Benzer şekilde askeri konjonktür içerisinde de, kendilerine belki kimlik olarak Kürt demiyorlar, ama yine onlar yer almıştır. Şimdi aynı olayın çok benzerini Yunanistan’da gördüğüm zaman ister istemez böyle bir karşılaştırmayı yapma gereğini duydum. Diğer yandan Manuel Costo Lobo’yu çok uzun yıllardır tanıyorum. Kendisinin gerçekten Türkiye’ye ilişkin, özellikle Mimar Sinan Üniversitesi’nde çok değerli katkıları olmuştur ve özellikle mimar ve şehir plancılığı kökeninden gelmiş olmasından ötürü, son derece ilginç, stilize edilmiş gibi görünmesine rağmen, politik ve sosyal yapıya çok uygun şemalar geliştirmiş durumda. Belki bu şemalar bugün burada var, ama AB’nin diğer çalışmalarına da bu şemaların geliştirilerek katılması gerektiği düşüncesindeyim. Ve kendisine özel olarak teşekkür ediyorum.

Bir İzleyici- Avrupa kültürü deniliyor, daha çok Avrupalı veya Avrupa’dan gelmiş konuşmacılara yöneltiyorum bu soruyu. Dünya kültürü diye bir kültür var mı, varsa Avrupa kültürünün dünya kültüründen farkı nedir?

Eddy TERSTALL- Kesinlikle Avrupa kültürü denen olgunun varlığına inanıyorum çünkü ruhsal ve entelektüel gelişimin seviyesi çoğunlukla ekonomik ilerlemeye bağlıdır ve aynı zamanda laikliğin seviyesi de bununla bağlantılıdır diye düşünüyorum. Uzun süredir bizlerin, Türklerin ya da Portekizlilerin veyahut Hollandalıların, dünyanın geri kalanını talan ettiğimiz gerçeği nedeniyle birçok üçüncü dünya ülkesinden daha liberal ve laik olmamıza sebep olan bu ekonomik üstünlüğe sahibiz. Bu liberal tavır bize merak duygusunu, düşünce özgürlüğünü, icatları ve gelişimi kazandırdı ve bu çalıntı üstünlüğümüzle, biz de esasen diğer ülkelere karşı da kolaylıkla üstünlük sağladık. Liberal tavrımız dünyaya daha geniş açıdan, daha açık olarak bakmamızı sağladı; bunun sayesinde de daha laik ve açık toplumlar olduk. Bence aşağı yukarı Avrupa kültürü işte budur. Örneğin New York’tayken gözlemlediğim, New York’un kültürel elitleri kendilerini Avrupa ile özdeşleştirmekten hoşlanırlar çünkü kendilerini daima ülkenin geri kalanından daha üstün görürler. Sonra kendilerinin, yani New Yorkluların, ve belki de batı kıyısındaki insanların da Avrupa yönelimli olduğuna inanırlar. Ülkenin geri kalanı da yalnızca geri Hristiyan köylülerdir.

Aynı izleyici- Yani Avrupa kültürü bu mudur? Dünya kültürü nedir o zaman? Bir Portekiz kitabı okuduğumda, bir Jamaika filmi izlediğimde aynı şekilde hissediyorum. Türk ya da başka birşey olduğumdan değil insan olduğum için hissediyorum sadece. Peki kültüre ne olacak, bir dünya kültürü var mı?

Eddy TERSTALL- Bence esasen yıllar önce çaldığımız ekonomik üstünlük sayesinde elde ettiğimiz açıklık ve liberal başarı sayesinde bir dünya kültürü olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu ekonomik üstünlük daha az geriliğe ve dini tutuculuğa da sebebiyet vermiştir. Bu kadar liberal olmanın, özgür düşünceli ve meraklı olma olanağının, daha açık fikirli, liberal ve özgürlükçü bir genel kültür getirdiğine inanıyorum. Bu kültürün de Avrupa kültürü olduğunu söylüyorum ve bence diğer insanların, Kuala Lumpur’dan Brezilya’ya kadar bütün entelektüel elitlerin de bunu böyle tanımladığını düşünüyorum.

Manuel COSTA LOBO- Ben de kültür hakkında birkaç ekleme yapmak istiyorum. Bence özellikle Avrupa’da, bulunan neyin Avrupa kültürü olarak tanımlanabileceğini söylemek çok zor. Ancak bir husus önemli. Avrupa bir çok ülkeden, bölgeden ve çeşitli yüksek şahsiyetlerden, binlerce yıl süregelen savaşlarla oluşmuştur. Bütün bunlarla yavaş yavaş olgunlaştık, artık Avrupa bölgeler ya da ülkeler arasındaki savaşları sürdürmekle ilgilenmiyor çünkü bunlar eskide kaldı. Eğer Amerika’ya, Brezilya’ya, ya da daha bir çok ülkeye giderseniz, çok büyük olduklarını, kendi farklı eyaletlerine sahip olduklarını görürsünüz ama yine de bir çeşit homojenliğe sahiptirler; aynı dili konuşmak gibi. Burada aramızda çok sayıda küçük farklılıklar var ve yavaş yavaş bu çeşitliliğin içerisinde yaşamayı öğrendik. Bir de şehir planlaması konusu var. Bence belli bir açıdan şehir planlamacılığının Avrupai bir özelliği var. Örneğin, şehrin merkezi alanı gibi hoş bir kavramımız var; forum, agora ya da bizden daha önce var olanlar fakat bunların hepsi merkezi alan kavramına gelmiş. Merkezi alan, herkesin bir araya toplandığı yerdir, şehir sosyal bütünleşmenin gerçekleştiği yerdir. Örneğin, Amerikan edebiyatında bir merkezi alan kavramına rastlamayız, onlar merkezi iş bölgelerinden bahsederler. Bizim kültüre daha çok önem verdiğimiz görülüyor. Her halükarda bence önemli olan birbirimizi anlayabilmemizdir ve şayet din bizim kavgalarımıza sebebiyet veriyorsa, bırakın gitsin.

Bir dünya kültürü olup olmadığını soran kişiye de cevap vermek istiyorum çünkü henüz cevaplanmadı. Bence korkutucu olan dünya kültürünün bizim “Mc Kültürü” olarak tanımladığımız yöne doğru kaymasıdır; Amerikan kültürünün yayılması, bunun dünya kültürü haline gelmesidir. Buna dikkat etmek ve bu tehlikeden korkmak gerekmektedir. Bence Avrupa kültürü ile Mc Kültürü ya da dünya kültürü arasındaki fark, kokakola, kot pantolonlar ve MTV’dir; Rusya’ya, Hindistan’a, nereye gitmek isterseniz isteyin, herkes küçük bir Amerikalı gibi görünmeye çalışır. Avrupalılar umarım şimdiye kadar, herşeyin bir fiyat etiketinin olduğu, herhangi birine herhangi bir şey satabildiğin bu herkesin bahsettiği tüketici dünyasına karşı derin manalar içeren, bir miktar ruhanilik barındıran, tanımı her neyse, bir yaşam arayışının peşine düşmüşlerdir. Bence Avrupa kültürünün, Müslüman topraklarla gerçekleşecek bir izdivaçtan fazlasıyla yararlanabileceği nokta budur çünkü Müslümanlar hâlâ ruhaniyetlerini içlerinde barındırmaktadırlar. Bizim süratle unutmaya yüz tuttuğumuz ahlaki değerlere hâlâ sahipler. Bence bizim medeniyetimize yapacakları en büyük katkı da bu olacaktır.

Alican GÜZEL- Viyana, Kültürlerin Buluşma Derneği. Benim sorum Serra Hanım’a olacak. Az önceki konuşmasında dediği gibi Türkiye’nin dışarı verdiği bir şey yok, fakat dışarıdan daha çok destek geliyor. Mesela bir filmin İtalyan filmi olması, Fatih Akın’ın bir Alman filmi yapması ama Türkiye’nin bundan kendine pay çıkarması, fakat Türkiye’nin bir katkıda bulunmaması, ya da bulunamaması. Peki nasıl bir çizim olması lazım, yani bundan sonraki plan ne olmalı? 17 Aralık’tan sonra, madem “Şimdi kültür zamanı” demişse AB’nin başkanı, Türkiye’nin bu konuda ne gibi katkıları olması lazım, yurtdışında yaşayan sanatçılara nasıl bir destek katması lazım?

Serra YILMAZ- Şimdi benim belirtmek istediğim şey şu; filmlerin milliyetini prodüksiyon şirketleri belirliyor, yönetmenler değil. Türkiye’de genelde son dönemde bana gelen tüm gazeteciler gayet iyimserler, diyorlar ki “Türk sineması iyi gidiyor değil mi?” Ve bu beni çok hayrete düşürüyor. Şimdi Ferzan’ın filmleri İtalyan filmleri, Fatih’in filmi Alman filmi, Nuri Bilge Ceylan ise gayet atipik bir yönetmen, çünkü filmin senaryosunu kendi yazıyor, prodüktörlüğünü kendi yapıyor, kameramanlığını kendi yapıyor, ailesi oynuyor, dolayısıyla bir prodüksiyon bütçesiyle yapılan bir film değil. Benim burada kastetmek istediğim oydu. Ne yapılması gerek diyorsanız, Türkiye’nin bir film sanayisi oluşturması gerekiyor, unutmayın ki vakti zamanında çok daha fazla film üretiyorduk. Şu anda yılda 20 filmi dahi bulamıyoruz. Bu sanayi oluşturulurken tabii ki devletin de katkıda bulunması gerekiyor. Yani biz o kadar çok vergi ödüyoruz ki devlete, bu vergiler niçin bize bir filme destek olarak dönmüyor, niçin hep top tüfek olarak dönüyor bunu sorguluyorum aynı zamanda.

Alican GÜZEL- Kısa bir ek yapacağım, biz aynı zamanda Viyana’da tiyatro çalışmaları yapıyoruz, Türkçe tiyatrolar yapıyoruz. Çok komik bir durum; Türkçe tiyatro yapıyoruz ama Türkiye’den hiçbir destek yok, Avusturya’nın ve Belediyenin katkılarıyla yapıyoruz. Şimdi Türkiye’nin de kendi dillerinde, Arapça ya da Kürtçe yapması gereken projeler olacak. O zaman Türkiye bu olaya nasıl bakacak?

Serra YILMAZ- Bir kültür politikası edinerek, Kültür Bakanlığı bunun için varolmalı zaten değil mi?

Serhan ADA- Kültür Bakanlığı adına konuşmak bana düşmese de, en son Ankara’da tanık olduğum bir şeyi size aktarmam gerekir herhalde. Kültür Bakanlığı Türkiye’nin kültür politikasını AB’ye sunmak üzere oluşturma aşamasında ve Sivil Toplum kuruluşlarıyla bunu nasıl paylaşacaklarının da arayışı içindeler. Hani bunu bir müjde olarak kabul etmek gerekir mi bilemiyorum ama, böyle bir çalışma var ve AB’ye sunulacak. Ama ben kişisel olarak, devletle çok yakın bu işlerin yapılmasından da yana değilim, çünkü o zaman bir benzetmeyle söylemek gerekirse, oyunu birlikte oynamak çok iyi sonuçlar vermeyebiliyor, ya oyun bozuluyor, ya oyuncak kırılıyor. Oradan bir soru daha var…

Serra YILMAZ- Pardon, ben burada ufak bir şey belirtmek istiyorum. Devletle yakın oynamak, devletin bizi denetlemesi anlamına gelmiyor. Devlet bir filme yardım ettiği zaman, ondan sonra bu film iyi olmuş, kötü olmuş, beni temsil etmiyor ya da küçük Kürt kızın hikayesini anlatıyor diye o filme sansür getirme hakkına tabi ki sahip olamaz.

Aliye KURUMLU- Sayın Serra Yılmaz’ın bir saptaması vardı; biz Türkiye’ye çok rahat bir şekilde yabancı konuklar, sanatçılar davet edebiliyoruz ama bizim Avrupa’ya ya da dünyanın herhangi bir yerine çıkmamız çok zor oluyor diyordu. Bunun için yapılabilecek neler var acaba? Gerçi çok büyük bir konu ama, belki iki üç cümleyle bir şeyler söylenebilir.

Serra YILMAZ- Şöyle bir şey söyleyeyim. Örneğin bu alışverişler nasıl oluyor diye baktığımızda, ülkemizde Avrupalı ülkelerin birçoğunun kültür merkezi olduğunu görüyoruz. Bu kültür merkezinde görevli insanlar zaten Türkiye’deki kültür insanlarıyla kendi ülkelerinin kültür insanlarını buluşturmaya yönelik çalışıyorlar. Örneğin, Fransa’dan bir örnek veriyorum yine: Fransa’da Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak AFAA diye bir daire olduğu gibi, bunun dışında Fransız Kültürünü tanıtmak üzere bir yayın dairesi var ve o yayın dairesi dünyada tercüme edilip yayınlanan Fransız eserlerine tercüme için katkıda bulunuyor. Geçen gün İtalya’da bir film festivalinde jüri üyesiydim, bir takım kadın grupları geldi ve dediler ki “Türk kadın yazar yok mu?” Sürüyle var, “Peki biz bunların hiçbirini tanımıyoruz”. Tanımıyorlar, çünkü yayınevleri genelde kitap satışlarından her zaman çok büyük kazançlar elde edemedikleri için bilmedikleri bir ülkenin bilmedikleri yazarlarını araştırıp bunları yayınlamak için bir çaba sarf etmiyorlar. Ama bizim Kültür Bakanlığımızın bir yardımı başlamış, miktarını bilmiyorum. Öyle bir yardımı olsa, bir proje sunabilirsiniz. Bunun dışında da kültür merkezi diye bir şey olur, kültür ataşesi olur ve kültür ataşesi ya da kültür görevlisi ya da kültür merkezi müdürü dediğimiz kişi, Bakan’ın kayınbiraderi ya da eniştesi değil, hakikaten o anlamda iş yapacak biri olabilir. Çünkü benim gördüğüm kadarıyla, uzun zaman boyunca bu kadrolar bu şekilde kullanıldı, yani bunların yapılması gerek diye düşünüyorum.

Nelson FERNANDEZ- Visiting Arts, Birleşik Krallık. Türk sanatlarının tanıtımıyla ilgili önceki bir soruya cevap vermek istiyorum. Bence bu mesele tesadüfen sadece AB’nin herhangi bir yerinde işlerini sunmak isteyen Türk sanatçıların sorunu değil, eğer bir teselli olabilecekse, AB’nin tüm sanatçılarını ilgilendiren bir konu diye düşünüyorum. Fakat bunu aşabilmek için yollar, çözümler de var: Ben British Council’ın kardeş kuruluşu olan “Misafir Sanatlar” adında bir organizasyonda çalışıyorum. Konuşmacılardan birinin de belirttiği üzere örneğin Fransa’da benzer mekanizmalar var. Avrupa’da gittikçe kabul gören bir düşünceye göre gerçekten karşılıklı diyalog kurabilmek için sadece kendi ülkenizin sanatını sunmanız yeterli değil, aynı zamanda kendi ülkenizde de diğer ülkelerin sanatlarının sunumunu teşvik etmelisiniz, kendi toplumunuz ve seyircilerinizin AB’deki diğer kardeşlerinizin sanat ve kültürleri hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamalısınız. Örneğin Misafir Sanatlar, bilgiye ve ağlara erişim sağlayarak, sanatçılara işleriyle ilgilenebilecek yapımcılar, küratörler, müteşebbisler ve festivaller hakkında bilgi vererek İngiltere’de diğer ülke sanatlarının sunumunu destekler ve teşvik eder. Sanırım, AB ülkeleri arasında giderek yaygınlaşan bir yöntem bu ve işlerini İngiltere’de göstermek isteyenlerin soruları olursa bunları yanıtlamaktan mutluluk duyarım. Hepimizin kendi Kültür Bakanlıklarımızı daha anlayışlı ve açık olmaları, sanatçılara ve kumpanyalara mali destek vererek –ki bazen bakanlıkların çok zor kabul edecekleri bir şeydir bu- onların serbestçe alışverişte bulunabilmelerini sağlamaları için cesaretlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Birleşik Krallık’taki sunum olanakları hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler sorularını bana daha sonra sorabilirler. Teşekkür ederim.

Eddy TERSTALL- Size başka ülkelerde kendi kültürünüzü nasıl pazarlayacağınız hakkında iyi sayılabilecek bir örnek vereceğim. Bundan beş-altı sene önce, Hollanda hükümeti devlet ziyaretlerinde resim ya da ona benzer şeyler veriyordu. Artık bunu yapmayı bıraktılar. Şimdilerde ise bir devlet hediyesi vermeye başladılar, son beş yıldır kraliçenin ya da başbakanın ziyaret ettiği ülkeye verdikleri hediye genelde Hollanda Film Festivali oluyor çünkü bu sayede yabancı bir izleyiciye daha rahat bir şekilde ulaşılmış oluyor. Bu da kültürünüzü gösterebilmek için çok hoş bir yol. Bence bu çok güzel bir fikir çünkü başbakanın ya da bakanın ziyaret ettiği ülkeden o etkinliklere katılım çok yüksek oluyor. Bence devlet hediyesi olarak bir tiyatro ya da film haftası verilmesi fikri, daha az ulaşılabilir bir şeyler verilmesinden çok daha iyi.

Serhan ADA- Son soruya geçmeden, ben konuşmacılara konuşmalarının içeriğiyle bu kadar tartışmaya açık bir ortam yarattıkları için teşekkür etmek istiyorum. İzninizle son soruyu alalım ve aşağı yukarı zamanında bitirmiş olalım.

Genco GÜLAN- Ben öncelikle şunu söylemek istiyorum; milli temsil konusunu özellikle tehlikeli buluyorum. Yani hem Türkiye’nin temsili, hem aynı şekilde yabancı ülkelerin Türkiye’de temsili konusunda, sadece milliyetçilik üzerinden kültürün temsili konusunda ciddi şüphelerim var. Bir de deminki tartışmaya bir küçük katkıda bulunmak istiyorum. Bir önceki Kültür Bakanı Erkan Mumcu “Para çok, proje yok” demişti...