7 Kasım 2007 Çarşamba

Panel: “Avrupa Ülkelerindeki Göçmen Politikalarının Sanatsal Üretim Sürecine Etkileri”



Moderatör: Emre KOYUNCUOĞLU- Tiyatro Yönetmeni, Türkiye
Osman OKKAN- WDR, Batı Almanya Radyosu, Türk-Alman Kültür Forumu Üyesi, Almanya
Güldem DURMAZ- Film Yönetmeni, Belçika
Handan BÖRÜTEÇENE- Görsel Sanatçı, Türkiye-Fransa
Stine JENSEN- Edebiyat Kuramcısı ve Felsefeci, Hollanda




Emre KOYUNCUOĞLU- Panelimize hoşgeldiniz. Burada, genel anlamda, Avrupa ülkelerindeki göçmen politikaları çerçevesinde, Avrupa’yı yaşam ve üretim alanı olarak belirlemiş göçmenlerin Avrupa’da gerçekleşen sanat üretimi ve paylaşımında/tüketiminde konumlarını farklı açılardan ve farklı örneklemelerle tartışacağız. Sanırım, Avrupa ile kültürel ve sanatsal ilişkilerin tartışıldığı ve “gelecekte ne gibi birliktelikler olasıdır” konusunun irdelendiği bir forumda, son 40-50 yılda göçle bağlantılı olarak zaman içinde doğal olarak oluşmuş ilişkileri gözden geçirmek ve örneklemelerden yararlanmak ve oluşmuş bakış açılarını ya da belki de karşılıklı ön yargıları da tartışmak gerekmekte.

Avrupa’da sanatsal üretimle ilgili olan Türkleri çok kaba bir genellemeyle ikiye ayırabiliriz. İlki, aynı zamanda büyük bir oranı ülkemizden göç eden, Avrupa’da yaşam kuran ve şu anda sanatsal üretimde “üçüncü nesil Avrupalı Türkler” diye adlandırılan, Avrupa’nın göçmen politikalarından bire bir etkilenmiş göçmen çocuklarının ürettiği ve paylaşıma sunduğu sanat. Bir diğeri ise uluslararası sanatçı konumunda Avrupa’da ve dünyanın her yerinde -bizim panelimizde Avrupa’daki kentleri ve İstanbul’u tercih edenler söz konusu-, üretim yapmayı kendi sanat alanları için tercih eden, “kentli” sanatçıların üretimleri ve bu sanatçıların sanatsal üretim sürecinde Avrupa’daki deneyimleri. Bu iki alandan konuya yaklaşabiliriz. Her iki alanın da birbirine değdiği yerler var, tabii.

Konuşmacılarımızın alanlarını genel olarak tanımladıktan sonra, sözü yıllardır kültür alanında Almanya’da hizmet veren ve bu alanda oldukça deneyimli, halen Batı Almanya Radyosu programcısı ve yazarı ve Türk-Alman Kültür Forumu üyesi, gazeteci, televizyoncu ve bir çok barış ve kültür girişiminin kurucusu Sayın Osman Okkan’a bırakıyorum.



Osman OKKAN- Önce bu toplantıyı düzenleyen arkadaşları kutlamak istiyorum. Yaklaşık kırk yıllık çok uzun bir zaman dilimi içinde Türkiye-Avrupa kültür ilişkilerini medya açısından izleyen birisi için bu konuların bu çerçevede öncelikle genç gönüllüler tarafından ele alınması özel bir önem taşıyor.

Türkiye Almanya Kültür Forumu seksenli yıllarda Almanya ağırlıklı kültür sanat ve medya çalışanlarının oluşturduğu bir girişimden kaynaklanıyor. Avrupa’ya göç etmek zorunda kalan insanlarımızın büyük çoğunluğunun birlikte getirebildiği kültür birikiminin folklor ile sınırlı olması hepimizin bildiği bir olgu.

Hem tarihi dokusu hem de etnik ve dinsel kökenlerinden ötürü çok daha farklı ve renkli ögelerden oluşan Türkiye’deki kültür ve sanat ortamının Avrupa’da bilinmemesinden sorumlu olanlar ise herhalde göçmen işçilerimiz değil.

Türkiye’nin devlet ya da hükümetler güdümündeki bir tanıtım politikasını resmi kanallar, elçilikler ve konsolosluklar aracılığıyla kültür politikası olarak empoze etme çabaları artık neyse ki tarihe karışıyor.

Avrupa’da yabancı işçilerin gelişiyle güçlenen bir başka etken de zaman zaman sosyokültür adı verilen, göçmenlerin geldikleri ülkelerden kültür ve sanat etkinliklerini kentlerin yabancı çoğunluklu semtlerinde sosyal yardım düzeyine indiren bir anlayış.

Kültür Forumu Almanya’da hem Alman hem de yabancı kökenli sanatçılar ve medya çalışanlarının girişimleriyle bu eğilimlere karşı direnmeyi amaçladı. Onur başkanlığını Günter Grass ve Yaşar Kemal’in üstlenmesi, çeşitli organlarında saygın isimlerin yer alması bu çabaları önemli ölçüde destekledi.

1987 yılında Mikis Theodorakis ve Zülfü Livaneli’nin ilk Avrupa konserleri sırasında oluşan Türkiye-Yunanistan barış girişimi, Avrupa Sekreterliği ve diğer uluslararası kuruluşlarla ortak yürütülen etkinlikler, Kültür Forumu’na örnek sayılabilecek bir kimlik kazandırdı. İlerleyen yıllarda Nürnberg’de, Stuttgart’ta kurulan paralel amaçlı forumlar da üst düzeyde çalışmalarıyla bu alanda büyük ilgi çeken kurumlar oldu.

1993 yılında Frankfurt’ta tüm Avrupa ve Türkiye’den üç yüzün üzerinde kültür ve sanat uzmanının katıldığı kültür kongresi; 1995’te Heinrich Böll Vakfi ile birlikte İstanbul’da düzenlediğimiz Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Orhan Pamuk, Mahmut Tali Öngören ve Viktor Böll gibi isimlerin katıldığı açık oturum, aynı yılın temmuzunda Köln’de Türkiye’den önemli bir katılımla düzenlediğimiz “Kültürel Zenginlik” başlıklı seminer dizisi forum için yol gösterici ilkelerin belirlendiği toplantılardı.

Bugün Avrupa’da yaklaşık üç milyon Türkiye kökenli insanımızın varlığı bir gerçek. Bu yüksek sayıya karşın Türkiye’nin kültür ve sanat ortamının izdüşümlerinin Avrupa’ya yansımadığı da bir başka gerçek.
Avrupa’da sayıları ancak onbinlerle ifade edilen Japon azınlığın, uzağa gitmek istemezsek komşumuz Yunanistan’dan gelen çok daha az sayıdaki göçmenlerin Avrupa’daki kültürel izdüşümlerinin bize oranla çok daha yüksek oluşu bizler için çok öğretici ipuçları içerebilir sanıyoruz.

Kültür Forumu kültür ve sanatın yanısıra bilimsel araştırma ve sempozyumlara da önem veriyor. Kültür ve medya politikalarının ağırlıkta olduğu bu çalışmalar çok kültürlü toplumların karşı karşıya bulundukları konular üzerinde odaklanıyor.

Forumun çalışma alanlarından bazı örnekleri şöyle özetleyebiliriz:

• Kültür, sanat ve medya konularını ele alan Almanya ve Avrupa düzeyinde kongre, seminer, sempozyum ve açık oturumlar;

• Yazılı basın ile radyo ve televizyon gazetecileri için hazırlanan Türkiye konulu eğitim programları ve Türkiye gezileri;

• Türkiye’nin kültürel zenginliği içinde etnik ve dinsel toplulukların barış içinde birlikte yaşaması konusunu ele alan toplantı, seminer ve girişimler;

• Türkiye, Yunanistan ve Akdeniz filmlerinin ağırlıkta olduğu belgesel ve sinema film festivalleri;

• Belgesel ve sinema film projelerine destek: Bu alanda WDR ve ARTE için hazırlanan ve okulların eğitim programlarına da giren Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal filmlerini ve Avrupa kültür kanalı ARTE’de Türkiye’ye ayrılan gece programlarını sayabiliriz;

• Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’tan Ahmet Altan, Füruzan, Ümit Kıvanç, Niyazi Kızılyürek, Mario Levi, Dido Sotiriou, Vedat Türkali, Neşe Yaşın gibi çok sayıda yazar ve düşünürün katıldığı okuma ve tartışma akşamları;

• Plastik sanatlar alanında yine Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’tan çok sayıda sanatçıyla birlikte düzenlenen sergi ve toplantılar. Bunlara örnek olarak 2001’de Bonn Sanat Müzesi’nde düzenlenen “Şehrin İşaretleri - Türkiye’den Çağdaş Sanat” ile 2004 yılında Köln-Leverkusen, İstanbul (Aya İrini) ve Selanik Çağdaş Sanat Müzesi’nde düzenlenen “Yunanistan ve Türkiye’de Modern Sanat Sergisi”ni sayabiliriz;

• Başta Köln ve Berlin olmak üzere Almanya’nın çeşitli yöreleri ile Paris, Brüksel, Amsterdam gibi metropollerde düzenlediğimiz konserler;

• Son yıllarda ilk örneğini www.cafeterra.de portali altında geliştirdiğimiz öncelikle gençlere yönelik internet projelerimiz; sanal ortamda dil engellerini aşarak bilgisayar dostu gençlere kültür ve sanat ögelerini de kapsayan farklı içerikler sunmayı hedefliyor.

Bu arada bazı etkinliklerimizi düzenlerken birlikte çalıştığımız İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Heinrich Böll Vakfı gibi kurumlarla kişisel desteklerini esirgemeyen Beral Madra ve Nilüfer Sülüner’e teşekkürü bir borç biliyoruz.

Bu panelin teması olan “Avrupa ülkelerindeki göçmen politikalarının sanatsal üretim sürecine etkileri” sanatçılar için, sanat üretiminin her alanında uğraşanlar için, gerek sanat ve kültür aktörleri için, operatörleri için, gerekse taşıyıcıları, menejerleri için çok önemli bir konu. AB’nin çeşitli ülkelerindeki olanaklardan, fonlardan yararlanmak çok önemli. Bunu çok daha sistemli bir biçimde yürütmek zorundayız.

Bu toplantıda daha önce ele alındığı için dil konusuna da tekrar değinmek istiyorum. Gerçekten biz artık Türkiye’de olsun, Türkiye’nin Avrupa bağlamındaki ülkelerle sanat ve kültür ilişkilerinde olsun, dili de bir engel olmaktan çıkartmak zorundayız. Bunun çok zor bir süreç olduğunu, yabancı dilin ne kadar önemli bir faktör olduğunu ve Avrupa ile ilişkilerde hâlâ bir engel oluşturduğunu biliyoruz.

AB’nin yalnız kültür başlığı altında değil, çeviri için, medya için ayrılan çeşitli kaynakları, en azından bürokratik engelleri aşmakta gerekli olan dil bilgisi için sanal ortam bize çok büyük olanaklar sunuyor. Elbette geliştirilmekte olan çeviri programları doğrudan simultane çeviri yapan arkadaşlarımızın üstün niteliklerine hiçbir zaman ulaşamayacak. Ancak bu alanda uluslararası ilişkileri geliştirmek istiyorsak, dil konusunun 21. yüzyılın Avrupası’nda bir engel olmasını ortadan kaldırmak zorundayız.

Öte yandan gerçekten çağdaş bir kültür düzeyini yakalama isteğindeysek yeryüzünde konuşulan her dilin bir kültür birikimini, bir zenginliği temsil ettiğini kabul ettiğimize göre, o dillere de aynı şansları, şans eşitliğini tanımak zorundayız. Türkiye gibi farklı kültürlerin ve farklı dillerin bir arada varolduğu bir ülke bize bu açıdan da çok zengin olanaklar sunuyor. Bu olanakları bir tehdit değil, gerçek bir kültür birikimi olarak algılayabildiğimiz zaman, kendi dilimizin de dünya üzerinde daha insancıl, daha saygın bir konuma geleceğinden emin olabiliriz.

Alman tiyatro yazarı Heiner Müller ölümünden kısa bir süre önce 90’lı yılların başlarında Spiegel dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde “Siz Avrupa’da kültür, sanat, edebiyat alanında gelecekten umutlu musunuz?” sorusuna şöyle bir yanıt vermişti: “Burada sizin, toplumun marjinal sayılan kesimlerine bakmanız lazım, özellikle de Almanya’ya yabancı işçi olarak getirdiğimiz insanların oluşturduğu toplumlara, onlardan yetişen yeni kuşaklara dikkat etmeniz lazım.”

O dönemde Almanya’da henüz Fatih Akın yoktu, hatta Emine Sevgi Özdamar, Feridun Zaimoğlu gibi isimler de yoktu, ama örneğin İngiltere’de Salman Rushdie, Hanif Kureishi gibi yazarların, Avrupa çapında ün yapmış yabancı kökenli bazı sanatçı ve müzisyenlerin adları duyulmaktaydı.

Heiner Müller Avrupa’daki oturmuş, yerleşmiş kültür ortamının ancak farklı kültür geleneklerinden gelip ona katılan insanların katkılarıyla yeni ivmeler kazanacağının farkındaydı. Kültür tarihi açısından bilinen bir olgu da olsa, bu saptama bugünün Avrupa’sı için önemli bir gözlem. Ekonomik konjonktüre bağlı olarak siyasi ve idari denetimler yoğunlaşmış bile olsa, Avrupa’da artık yerleşmiş olan göçmen kökenli insanlar kültür ve sanat ortamına bu tür ivmeleri çoktan beri vermekte. Demin saydığım isimler bunun küçük bir örneği, mutlaka daha başka örneklerini de ekleyebiliriz.

Avrupa’daki göçmen nüfusu barındıran ülkelerin uyguladıkları göçmen politikalarının kültür alanındaki izdüşümü sorunu da bu olguyla doğrudan ilintili. Çok kısa bir saptama yapalım: Bu ülkelerin genel bütçelerinden kültüre ayırdıkları oran gerçi elbette Türkiye’den çok daha fazla, ama “bu ülkelerdeki göçmen kökenli insanlar aynı oranda bu kültürel fonlardan, kaynaklardan yararlanabiliyorlar mı, bu fonlara sahip çıkabiliyorlar mı?” sorularına kesin olarak “hayır” yanıtını vermek zorundayız.

Bunun çok çeşitli nedenleri var elbette. Bu ülkelere aslında başlangıçta davet edilmiş olan ama sonradan ev sahiplerinin pek hoşnut olmadıkları bir biçimde, geçici misafirlikten kalıcılaşmaya yönelmiş bu göçmen gruplarının içinde kültür ve sanata ilgi duyanların sayısı eğitim, gelenekler vs. gibi nedenlerden ötürü oldukça az. Hatta kendi ülkelerinde olduğundan da az. Bu yüzden onların doğrudan kültür ve sanat ortamına katkıda bulunamamaları demin de değindiğimiz bir olgu. Eğitim alanında son yıllardaki araştırmalar da birçok Avrupa ülkesinde gelir dilimlerinin alt sıralarında yer alan öncelikle göçmen kökenli çocukların büyük ölçüde başarısızlığa mahkum olduğunu doğrulamakta. Bu alanda uçurumun en derin olduğu Avrupa ülkelerinden biri de Almanya.

O yüzden de bir anlamda göçmen kökenli insanlarla ilgili kültür ve sanatın “sosyokültür“ dediğimiz, biraz aşağılayıcı ve aslında folklor düzeyini hedef alan bir fondan karşılanmasını da neredeyse normal karşılıyoruz. Karşılamıyoruz tabii, mücadele de ediyoruz ama bu genel kamuoyunda sosyokültür fonlarının bu kitlelerle ilgili kültür ve sanat fonları olarak kullanılmasını neredeyse normal karşılıyoruz. Ancak “üstün kültür” dediğimiz belli bir kültür ve sanat düzeyini tutturmuş olan etkinlikler olağan kültür fonlarından yardım alabilme şansına sahip.

Bunun çok farklı sonuçları oluyor. Özellikle Almanya gibi dışarıda yaygın merkeziyetçi imajının tersine federatif bir yapıya sahip bir ülkede kültürün ulusal bir düzeyde değil de federal eyaletler ve belediyeler düzeyinde desteklenmesi, göçmen toplulukların kültürel fonlara ulaşması açısından farklı sonuçlara yol açabiliyor. Bu sonuçların bazıları olumlu, bazıları elbette olumsuz. Ama desantralize federatif yapı bazı kültürel girişimlere bir eyalette olmazsa başka bir eyalette başvuruda bulunmayı ve fonlardan yararlanma şansını getirebiliyor ve hiç olmazsa çeşitli bölgelerde kültürel etkinliklerin yürümesi mümkün oluyor.

Konuşmamı kültürel zenginlik konusunda iki somut örnekle bitirmek istiyorum. Benim görev yaptığım, merkezi Köln’de olan WDR radyo-televizyon kurumu kamusal, özerk bir yayın kurumu. Ancak içinde bulunduğu Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti ekonomi ve nüfus açısından neredeyse İstanbul’un Türkiye’deki konumu gibi bir konuma sahip. O yüzden de WDR radyo-televizyon kurumu yalnız Almanya’nın değil, BBC ile birlikte Avrupa’nın en büyük radyo-televizyon kurumu durumuna geçmiş bulunuyor. Ve bu bölgede 1964 yılından, göçmen işçilerin Almanya’ya gelişinden beri onların dillerinde yayın yapıyor.

Bu yayınlar 1964’te başlamış ve tabii bir anlamda oraya yerleşen göçmen işçilere haber, müzik iletimi dışında sosyal hizmetler vermek ve onların komünist radyoların etkisinde kalmamalarını sağlamak amacıyla da başlatılmış.

Ancak son yıllarda öylesine büyük bir aşama kaydedildi ki, WDR bundan on yıl önce bütün bir kanalı “Avrupa Radyosu” adı altında 24 saat bu dillere ayırdı. Yani bu 24 saat içinde siz belli saatlerde Türkçe yayınların yanısıra İtalyanca, İspanyolca, Yunanca, Sırpça, Boşnakça, Zaza ve Kırmançi dillerinde yayınlar dinleyebiliyorsunuz. Aynı zamanda bu ülkelerden demokratik yayın kurumlarıyla anlaşmalar yapılıyor; mesela bir akşam İstanbul’dan Açık Radyo’nun müzik programını yayınlıyoruz, bir akşam Barcelona’dan bir Katalonya müzik programını dinleyebiliyorsunuz.

WDR’in bu girişimi önceleri çok eleştiri aldı ama kendi ülkesinde yaşayan azınlıklara en azından onları tanımanın, onlara saygının bir işareti olarak çok da kabul gördü. Bugün “Avrupa Radyosu” Almanya’nın bazı bölgelerinde benzerleri yayımlanan, radyo yayıncılığının vazgeçilmez ve başarılı örneklerinden biri konumunda.

Bizim de galiba kendi olanaklarımız içinde, kendi insanlarımıza bu olanakları nasıl sağlayabiliriz diye düşünmemiz gerekiyor. Bir de malum, bir radyo-televizyon kurumunun önemi yalnızca kültürü yayımlayan, yayan bir kurum değil aynı zamanda kültürün yaratılmasına olanak tanıyan bir kurum olması. Aynı eyalete dönecek olursak, bugün WDR içinde bulunduğu eyaletin en büyük kültür sponsoru, yalnız yayın yaptığı müzik ve edebiyat gibi dallara değil, plastik sanatlara da, sergilerin açılmasına da en çok destek veren kurum.

İkinci bir örnek; 8 Mayıs 1945’te faşizmin boyunduruğundan kurtulan ve yeniden kurulduğunu varsaydığımız Avrupa’nın çok daha uzun bir süre sonra kararlaştırdığı bir adım: II. Dünya Savaşı’nın ve yüzyılların en büyük iki ezeli düşmanının, Almanya’yla Fransa’nın ortak bir Avrupa Kültür Televizyonu olarak ARTE’yi kurmaları. Biliyorsunuz ARTE TV bir Fransız-Alman ortak işbirliği olarak başladı. Şimdi İspanya’da, İtalya’da, Polonya’da paket programlar halinde yayınlanması gerçekleştiriliyor. Günlük ARTE programının farklı uzunluktaki paket yayınları bu ülkelerde, bu dillerde yayınlanıyor.

ARTE tabii, yüzde 20’lik, yüzde 15’lik reytinglere ulaşan bir televizyon değil çünkü kültür ve sanata odaklanmış durumda ama malum bir referans televizyonu. En başarılı, en seçkin yayınlar, kültür ve sanat alanında en önemli olaylar, en umut verici projeler, aynı zamanda genç sanatçılar orada tanıtılıyor ve ARTE bu açıdan da dünyanın en prestijli yayın kuruluşlarından biri sayılıyor.

Kültür Forumu olarak biz bu alanda da Türkiye-Avrupa kültür ilişkileri açısından yapıcı ve yaratıcı çözümler üretmemiz gerektiği düşüncesindeyiz. Gerçi Türkiye’de de telekomünikasyon alanında büyük bir devrim yaşandığını hepimiz biliyoruz. Artık Türkiye’de biliyorsunuz en ileri teknolojik düzeyde yayınlar yapılıyor ve malum, Türkiye en ileri teknolojik düzeyde içerik açısından en sefil yayınların yapıldığı tek ülke değil.
Üstelik okuma yazma alışkanlığının az olduğu bütün ülkelerdeki gibi televizyon furyası çarpıcı boyutlara ulaşmakta; geçenlerde Türkiye’de yerel vericilerle birlikte 400’ün üzerinde televizyon kanalı olduğu ortaya atılmıştı.

Öyle sanıyoruz ki birbiri ardından dijital buketlerin de bu sayıya eklendiği bir ortamda, ileride ARTE’nin de yer alması gereklidir. ARTE’nin de o dil engelini aşarak, Türkçe olarak Türkiye’deki genç sanatçılara, kültür çalışanlarına sunulması ortamı yaratılabilir ve yaratılmalıdır. Bu alanda da ciddi çalışmalar var, Kültür Forumu olarak bu çalışmalara destek vermeyi öncelikle genç kuşaklara yönelik çok önemli bir görev saymaktayız. Böylece burada yaşayan insanlarımızın da, özellikle kültürle, sanatla haşır neşir olan genç insanların da bu programa kavuşmalarının Avrupa ile sürekli kültür iletişimi ve kendini geliştirme açısından önemli bir adım olacağını varsayıyoruz. Umarız birbirimizden desteğimizi esirgemeyiz bu konuda. Çok teşekkürler.


Emre KOYUNCUOĞLU- Çok teşekkürler. Aslında o kadar çok somut bilgi ve üzerinde konuşmak isteyeceğimiz konular art arda aktarıldı ki, daha sonra dinleyicilerimizle tartışalım diye, ben bazılarının bir kez daha altını çizmek istiyorum.

Demokratik hak eşitliği konusunda Avrupa’nın ne kadar yol aldığı düşüncesinden yola çıkarak, aynı şekilde bunu kendi ülkemizdeki azınlıklar üzerinden de düşünmemiz gerektiği ve iki taraflı düşünülmesi gerektiğine değindi Osman Bey. Farklı kültürlerin çatışmasından yeni bir kültür oluştuğu ve aslında çatışmanın kültürün en önemli dinamiklerinden olduğundan bahsetti. Yirmi birinci yüzyıl Avrupası’yla kültürel anlamda ilişkide çevirinin ve dilin bir engel olmaması gerektiği ve bunun dikkate alınması gerektiği ve çevirilerin çoğalması gerektiğinden bahsetti. Yine Heiner Müller’den, Spiegel’deki röportajından özel bir noktaya değindi: Kültür anlamındaki yeni önerilerin göçmen nüfustan geleceğinden bahsetmiş ve bundan sonra da buna dikkat edilmesi gerektiği düşüncesini belirtmiş Heiner Müller. Kültür ve sanat üzerinde göçmen politikaların izdüşümünden bahsederken birkaç şeye değindi. Bunların en önemlisi, göç eden nüfusun kültür ve sanatla ilgilenenlerinin yüzdesinin çok düşük olduğu ve bu nedenle de destek fonlarının genelde sosyo-kültür ve folklorik alanlardan geldiği; yüksek kültür, normal kültür fonlarından pek yararlanılamadığından bahsetti. Sonra da farklı kanallardan, WDR’den, ARTE’den, kaliteli, kültür alanlarında ortak dil oluşturulacak medyadaki sanatsal alanlardan bahsetti. Teşekkür ediyorum.

Şimdi, ikinci konuşmacımıza geçiyorum. Güldem Durmaz Fransa’da doğmuş, şu anda Belçika’da yaşayan bir sinema sanatçısı. O da bize, iki kültürlü- iki dilli yaşam deneyiminden ve bu zenginliğinin sanatsal üretimindeki izdüşümlerinden bahsedecek.



Güldem DURMAZ- Teşekkür ederim. Biraz ilginç olacak. Türkçe’yi konuşuyorum ama kelime eksiklerim olduğunu düşündüğüm için bugünkü konuşmayı İngilizce yapacağım.

Bu konferasın başlığını okuduğumda bana çok geniş bir konu gibi geldi. Dağılmamak için inceleme konusu olarak kendimi seçmem gerektiğini düşündüm. Öyleyse kendi yolumdan bahsederek başlayacağım. Ebeveynlerim Türk. 1970’te Paris, Fransa’ya gitmişler. Bir yıl sonra ben doğmuşum. İlk anadilim Türkçe fakat bir süre sonra okul nedeniyle Fransızca ağır bastı. Okuldayken de ailecek Fransızca konuştuk. Bu bir şizofreni başlangıcıydı. Bu şizofreni hâlâ devam etmekte çünkü şimdi de Brüksel, Belçika’da oturuyorum. Beş-altı yıl oldu. Tabii Brüksel Paris’e çok yakın, Bursa-İstanbul gibi bir mesafe.

Adım Güldem. Kendimi her takdim ettiğimde insanlar bana “Hey, Güldem ne de güzel bir isim! Nerelisin, Hollandalı mı?” diye soruyorlardı. Tanrıya şükür artık Avrupa Avro’ya geçti. Biliyorsunuz eskiden Hollanda’da Gulden diye bir para birimi kullanılıyordu. Şükür ki artık Avro var. Ben de diyordum ki “Hayır, Hollandalı değilim.” “Nerelisin?” diye sorduklarında “Türkiye” diyordum, “Türkiye mi? Ah, ne güzel isim. Türkiye Afrika’nın neresinde?” Sekiz-dokuz yaşlarındaydım. Her yıl Türkiye’yi ziyarete geliyordum. “Sanırım Türkiye Afrika’da değil” diyordum.

Bu benim için menşeimi öğrenme ihtiyacını doğurdu çünkü sonuçta bu kimliğimin bir parçasıydı. Sanırım böylece çok önemli bir soruna, kimlik sorununa değinmiş olduk. Kanımca, benim gibi insanlar oldukça garip bir durum içinde bulunuyorlar. Fransızca’da “iki sandalyeye birden oturmak” diye meşhur bir tabir var: “être assis sur deux chaises” ki bu pek rahatsız bir şey. Bundan yıllar sonra farkettim ki, aslında bir sandalyeyi diğerine tercih etmek zorunda değilim. İstediğim takdirde her yere oturabilirim. Bazen insanlar sizi bunlardan birine oturtmaya zorlasalar bile, taleplerine boyun eğmemeye dikkat etmek lazım fakat sizden belli bir duruş yahut belli bir tür imge bekleyen bu insanlar, aslen fena veya Makyavelci insanlar değiller. Bu yalnızca cehaletten ileri geliyor ki bu da daha az tehlikeli sayılmaz. Sanırım bunun bilinmesi önemli. Cehalete karşı yapabileceğimiz en iyi şey, cahil olmamaya çalışmaktır sanırım.

Varmak istediğim nokta şu: ben yalnızca göçmen ya da göçmen çocuğu değilim çünkü böyle düşünürsem, bu sadece benim kimliğimin bir parçası, eksik bir kimlik. Ben yalnızca kadın, yalnızca sanatçı, yalnızca Türk, yalnızca Fransa doğumlu veyahut yalnızca müstakbel bir anne değilim. Öylece ben bunların hepsiyim, bütün bunlar benim kişiliğimi, kimliğimi teşkil ediyorlar. Aynı zamanda, bütün bu unsurları harmanlamaya çalışırken, ne Fransa’yı, ne Belçika’yı, ne de Türkiye’yi temsil etmekteyim. Kanaatimce-şimdi sanata geliyoruz-, toplumbiliminin dünyaya yahut sanata açılan görüşlerden sadece birisi olduğunu anlamamız çok önemli, toplumbilim sanatı oluşturmaz. Daha sonra ufak bir ankedotla bu noktaya geri döneceğim.

İki gün evvel yöentmen Eddy Terstall’ın bir konuşması vardı. Senaryo dersleri verdiğini söylemişti sanırım ve öğrencilerine söylediği ilk şey, bir yaratım sürecinin ilk adımı olarak güttükleri kaygıları tespit etmeleriydi. Onunla tamamen hemfikirim çünkü kendi çizdiğiniz yolu izleyerek bir filmin yapımını başından sonuna götürürken, bir ticari oyunun yahut bir tür sahte hüsnü niyetin tuzağına düşmeden kaygılarınızdan bahsetmek daha kolay. Daha önce kimilerinin benden belli bir imaj beklediğininden bahsetmiştim. Bu, ben film senaryosu yazarken de geçerli. Kaygılarım Türkiye’den mülhem fikirlerim de olabilir, ama başka mevzular da olabilir. Ne var ki bazen kimilerinin –örneğin prodüksiyon çalışanlarının- benden göç olgusundan söz etmem gibi beklentileri oluyor fakat benim kaygım bu değil. Eğer bunu yaparsam sanat yapmamış olurum, çünkü benim kaygım bu değil.
Buna bir de örnek vereceğim. İlk kısa filmim –size bundan bahsedebilirim çünkü burada da gösterildi- Şoför. İlk yazdığımda, içinde bir nevi “boş” kişilik niteliğinde bir kadın karakter vardı. Onun bir bakıma soyut olmasını istedim. Bazıları benden “Türkiye’de kadın olmanın ne kadar zor olduğunu” anlatmamı istediler. Türkiye’de yaşamıyorum, Türkiye’de kadın olarak yaşamanın ne derece zor olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Bu soru vasıtasıyla bütün bir önyargılar silsilesi gözler önüne seriliyor ki bu da oldukça ilginç.

Kendime dedim ki, ne yapıyorum ben? Bu filmi yapmak için paraya ihtiyacım var. Belki bunu düşünmeye çalışabilirim ama filme koymamalıyım. Aslına bakarsanız bu klişelere takılmamı engelledi. Yani sonuçta olumsuz olmadı. Bir de bu ilk filmle beraber çeşitli unsurlara riayet etmem benim için önemliydi. Mesela doğal ışıkta ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde çalışıyorduk. Kurguda izlenen rotanın akıcı olmasını istiyordum, yani özellikle İstanbul’da yaşayan Türk izleyicisi filmi izlerken Beşiktaş’ta yürüyen oyuncuların birden köşeyi dönüp bir sihirle Galatasaray’a çıkması gibi komikliklerle karşı karşıya kalmasınlar istiyordum, bu pek doğru olmazdı.

Bitirirken son bir şey söyleyeceğim. Son deneyimim Brüksel’de bir mülteci merkezindeydi ve durumum oldukça farklıydı: evrakı olmayan henüz gelmiş göçmenlerle çalışıyordum. Onlardan öğrendiğim bu son otuz yılda ülkelerarası hudutların gerçekten çok değiştiğiydi. Annemlerin zamanında dolaşım serbestimiz vardı. Dünyanın herhangi bir yerine kolaylıkla gitmemi sağlıyan bir pasaportum var. Sanırım bu açıdan çok şanslıyım.
Bu kişilerle çalışmak da çok önemliydi çünkü bu beni sanatsal çalışma üzerine yoğunlaşmaya sevkediyordu. Yalnız maalesef böyle atölyelerde sıklıkla bir nevi militanlıkla karışık bu tür bir belgesel yaklaşım olur. Kanaatimce bu da riskli çünkü film konusundan sapıyor, siyasete bulaşıyor. O yüzden eseri sanatsal, estetik bir proje olmaktan uzaklaştıran bu tür bir yaklaşımla hemfikir değilim. Kökenlerimizi aşırılığa kaçmadan, merakla keşfe çıkmamızın, başka kaygı taşımaksızın yolumuza devam etmemizin önemli olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Emre KOYUNCUOĞLU- Teşekkürler. Güldem deneyimlerinden bahsetti; kimliğinin oluşma biçiminden, iki farklı sandalyede oturuyor olmasından ve hiçbirini bir diğerine tercih etmeyip ikisiyle birlikte varolup yaşayacağından bahsetti. Şimdi biraz hızlanacağım. Handan Börüteçene’ye geçiyorum, uluslararası bir sanatçımız. İstanbul ve Paris’te yaşıyor. Kendisini sunarken anlatacağı konuyla ilgili bu bilginin öncelikli olmasını söyledi. Konuya görsel sanatlar alanında iki kentte üretim yapan bir sanatçı kimliğiyle yaklaşacak.



Handan BÖRÜTEÇENE- Güzel günler. Çok teşekkür ederiz, hepiniz buradasınız. Yeryüzünün en karmaşık konularından birisiyle bugün karşı karşıyayız. Bizim başlığımız “Göçmen sorunu”, başlığı zaten söyledi moderatörümüz. Şöyle bir şey söylemek istiyorum: Diogenes’i hepimiz tanırız. Türkiye’nin kuzey sahillerinde, Karadeniz kıyısında, Sinop adında küçük bir şehirde oturur, hatta hemşehrisi de buradadır; Melih Görgün. Hepimiz onun hemşehrisiyiz. MÖ 1. yüzyılda Büyük İskender zamanında yaşamış, dünyanın büyük bir çoğunluğu İskender’e söylediği o müthiş lafla tanıyor onu: “Gölge etme başka ihsan istemem.” Oysa ondan daha değerli bir şeyi var. Haksızlık tabii, aynı Leonardo’yu sadece La Jaconde tablosuna indirmek gibi bir haksızlık Diogenes için yapılan da çünkü onun bundan daha değerli bir sözü var: “Kimsin, nerelisin?” diye soruyorlar. O da şöyle bir cevap veriyor: “Ben bir kozmopolitanım.” Kozmopolitan kavramı yeryüzünde, bilebildiğimiz tarihsel veriler içinde, ilk kez Diogenes tarafından kullanılmış bir kavram. Aradan geçen onca zaman içinde bunun bir ütopya olduğunu anladık. Sadece Diogenes’in de içinde olduğu siniklere -ya da kiniklere diyelim bir felsefi akım olarak- ait bir kavram olarak kalmış. Thomas More’dan çok daha önce bir ütopik kavram üretmiş olmuşlar. Yeryüzünde biliyorum ki ne kadar kara parçası varsa, ne kadar çok dilden, cinsten, kültürden insan varsa hepsinin içinde muhakkak bu kavramı beyninde var eden, hayata geçiren insanlar var. Onlar olmasa, bugün burada toplanmamız bile mümkün değil.

Ne ki, yeryüzü ve bütün kozmos bir düalite üstüne kurulu: İyilik var, kötülük var; gece var, gündüz var. Bunların oranlarını nasıl bir dengede tutacağız? Bütün soru bu. Aslolan iyiyi örgütleyebilmek çünkü kötülük tek başına çok başarılı bir şekilde örgütleniyor.

Bu böyle bir giriş oldu. Ben bütün konuşmaları izleyemediğim için bizden önceki konuşmalarda belki değinilmiş olsa da, bazı konuların, “göçmen”le ilgili olduğundan bazı şeylerin, içinde bulunduğumuz bugün varolan gerçekleri toparlayabilmek için kısa bir dökümünü yapmamız gerekiyor.

Türkiye ve Avrupa’yla ilgili olarak, 1960’larda Türkiye’den büyük bir işçi göçü oldu. Avrupa’nın gelişmiş kimi ülkelerinin, II. Dünya Savaşı sonrası demokrasi ve barış sürecine geçtikten sonra, savaşlar nedeniyle kaybettikleri genç nüfustan dolayı genç insanlara ihtiyaçları vardı. Türkiye de 1950’ler itibarıyla, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki o dinamik, ne yaptığından emin, bir ülkenin kalkınması için çağdaş adımlar atmak için her türlü girişimi bütün bir ülke sathında uygulamaya kararlı hükümetler ve görüşler doğrultusunda artık idare edilmiyordu. 1950’ler Türkiye’nin bugünkü halinin başlatıldığı dönemdi ve 10 yıl sonrasında da bu hikaye başladı. Ve tamamen dezorganize, hiçbir ön çalışma yapılmaksızın, Malatya’nın Pötürgesi’nden, Kars’ın Digor’undan, Diyarbakır’dan bilmem neresinden, kendilerinin bağlı oldukları illeri dahi görmemiş bu insanlar bir şekilde –bakın Ankara, İstanbul, İzmir’den falan bahsetmiyorum- bunları dahi görmemiş olan yüzlerce, binlerce aile ya da tek başlarına kadınlar ya da erkekler, aileleri olmaksızın trenlere dolduruldu ve yollandı, geldikleri yerden. Bugünkü konserde her nüfus sayımındaki dilleri söylüyorlardı - Türkçe de bilmiyorlardı birçoğu. Bir kent hayatını da bilmiyorlardı, hayatlarında tiyatro da yoktu, sinema da yoktu, resim sergisi de yoktu, heykel de yoktu, hiçbir şey zaten yoktu. Onlar oraya gittiler. Bu gidişin devamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu insanlara leyleğin yuvadan attığı yavru muhabbeti yaptı. Onlara bir kez bile sormadı “Siz orada nasılsınız? İyi misiniz? Ne yapıyorsunuz? Ne yersiniz, ne içersiniz?” Getirdikleri döviz, birkaç bir şey onları ilgilendiriyordu. İmam yolladıklarını biliyorum. İlk zamanlarda birkaç Türkçe öğretmeni yolladıkları da biliyorum, eğer yanlışsam Osman Okkan beni düzeltsin. Büyük bir kültür yatırımı da olmadı.

Şimdi, hızlıca gideceğim fakat bu arada bir şey oldu: Avrupalı, Türk olarak bu göçmenleri tanıdı. Halklardan bahsediyorum, okumuş yazmış aydınları bir kenara bırakalım. “Türk kim? İşte bunlar” dedi. Onların bir suçu yok, bugün bizim de bir suçumuz yok. Ama arada bu açığı kapatmak, eğitim sistemleri geliştirmek, orada gittikleri ülkelerin dil okulu, onların bir şehirli gibi, şehirleşme, kentleşme, bir kültürel faaliyet göstermeleri için bir şey yapılmadı, yapılmadığını biliyorum. Yapılmadı derken, o kadar küçük bir düzeyde yapıldı ki yapıldı sayamıyorum bunları. Fakat daha sonra gelen jenerasyonlar tabii ki çok daha farklı oldu çünkü onlar orada doğdular, orada büyüdüler. Güldem harika bir tanıklık anlattı bu konuda. Bir de bu arada anmak istiyorum, dün kısa filmler seyretmiştik; Mehmet Kurtuluş’un “Dilsiz” adlı kısa metraj filmi bence anlattığım konuların en çarpıcı örneğiydi, çok başarılı bir çalışmaydı doğrusu. Çünkü bunun dışında da, 1970’ler ve 80’ler itibarıyla, Türkiye’de okumuş nüfus da Avrupa’ya gitmeye başladı. Ama onlar göçmen olarak gitmediler, üniversite bitirmişlerdi ya da burada belli yabancı dil eğitimi veren okullardan mezun olup üniversite okumaya gitmişlerdi. Bunlar başka insanlardı. Ben şunu çok sık duyuyordum Avrupa’da ya da onlar İstanbul’a geldiklerinde karşılaştığımızda, “Ay, Türk’üm dediğimde pek şaşırdılar.” Bu, hatta bir övünme sebebi oluyordu. Onlardan değilmişiz gibi. Çok çarpıcı bir örnekti, dünkü kısa filmde bunu da gördük. Ya asimilasyon politikası uygulanıyordu; onlara dahil olup öyle yaşamak meselesi, anadili unutmak meselesi, dahil olup gitmek meselesi. Bu da bir seçimdi, olabilirdi. Ya da iki kültürü bir şekilde birarada götürmek meselesiydi.

Sosyal konularda özellikle büyük facialar yıllar geçtikçe yaşandı. Türkiye’nin değişik bölgelerinden Avrupa’nın değişik ülkelerine giden bu insanlar, Türkiye’den de kopmuş oldular. Bu arada geçen süreçte Türkiye’nin Pötürgesi, Digor’u, bu köyler gelişim gösterdi. İster çarpık diyelim, ister doğru diyelim ama buradaki dinamik, kaotik sosyo-politik yapı, ekonomik yapı onları da değiştirdi, özellikle 80 sonrasında. Ama bu insanlar her sene büyük bir inatla, somon balıklarının doğurmak üzere nehrin ters yönünde gidip doğurması gibi, inanılmaz bir şekilde her yıl tatillerini binlerce kilometre yolu katedip ülkelerinde geçiriyorlar. Ve her geldiklerinde kendi doğdukları yerleri de tanımaz oluyorlar çünkü o insanlar, o dedeler, amcalar, teyze çocukları, halalar, bütün hepsi değişmişler. Ama dönerken gene tarhanalarını, pirinçlerini, bulgurlarını alıp dönüyorlar, bu da inanılmaz bir şey tabii.

Ne ki genç kuşak tabii ki çok farklı. Şimdi, bu insanlara benim en yakın tanıklığım tabii ki hayatımın yarısını geçirdiğim Fransa. O nedenle, Almanya üstüne Osman konuştu ama ben ancak Fransa üstüne örnek verebilirim. Fransa’da bir sürü bakan, birçok çeşitli bakanlık ve yerel yönetimlerin göçmenlere dair ciddi çalışmaları vardır. Fakat Osman da demin söyledi, bunlar folklorik boyutu geçmez, asla yüksek sanatı karşılamaz. Burada bir oryantalist bakış vardır; sizi kendi kültürünüz içinde görmek isterler. Bizim kısaca aramızda şöyle tabir ettiğimiz gibi: “Ayol hâlâ bizi fesli görüyorlar. Hâlâ bizi folklorik kıyafetlerimizle, ebru sanatımızla tanımlamak, görmek istiyorlar.”

İşte şimdi esas soru geliyor: Nasıl Türkiye’den yolladığı işçisine sırtını dönen Türkiye Cumhuriyeti bugün AB’ye girme durumunda kimi ülke halklarının çoğunlukta Türkiye’ye karşı referandum yapmalarını hiçbir şekilde anlamıyor, çok şaşırdı. “Aa, bizi niye istemiyorlar? Bizi niçin tanımıyorsunuz?” diyorlar. “Biz öyle biri değiliz, bizim Akmerkez’imiz de var. Konya’da bile Akmerkez var, Diyarbakır’da bile alışveriş merkezi var. Biz de mini etek giyiyoruz. Görmüyor musunuz, caz konserlerimiz bile oluyor. Niçin bizi tanımıyorsunuz?” diyorlar. Türkiye Avrupa’ya ne verdi de bugün ne istiyor o halklardan? Siyasi ilişkilerden bahsetmiyorum. Halklarla nasıl bir ilişki kurdu Türkiye?

Uzun yıllardan beri Türkiye’nin, bugün bazı eğitim kurumlarının hâlâ davrandığı gibi, dünya kapıdan içeri girecek diye ödü patlıyordu. Eğer ki İstanbul Bienali başlamamış olsaydı biz Türkiye’de bu sanatı üretiyor olabilecek miydik bu güçte? Eğitim kurumlarında bu sanat yerini bulabilecek miydi? Biz, Türkiye’de çağdaş sanat üreten sanatçılar -özellikle onların altını çiziyorum çünkü bunu başaran onlar oldu- dünyayla aynı dili aynı zamanda konuşuyor olabilecek miydi? Hayır, olmayacaktı çünkü bu bir sivil girişimdi.

Şimdi, toparlarsak şöyle: Bugün Fransa’da hiçbir kültürel yapılanmanın içinde Türkiye yoktur. Paris’in göbeğinde koskoca bir Cité Universitaire vardır. Kendi ülkelerinden üniversite eğitimi almak için oraya gelen gençlerin yatabilmeleri, yemek yemeleri, ders çalışabilmeleri için oluşturulmuş yurtlardır bunlar. Ermenistan’ın da inanın orada yurdu var, İran’ın da var, Tunus’un da var, aklınıza hangi ülke geliyorsa burada bir yurdu var, Türkiye’nin yok. Cité Internationale des Arts var, ciddi bir kuruluştur, II. Dünya Savaşı sonrasında kuruldu. Dünyadaki bütün sanatçıların gelip orada çalışıp atölyelerinde üretim yapıp sanat ortamına katılması içindir. Her ülkenin orada atölyesi var, belli bir cotisation, katılımda bulunuyor ama Türkiye’nin bir tek atölyesi bile yok. Hatta burada küçücük bir şey söyleyeceğim: Tunus’un atölyeleri var, kapısında “Habib Burgiba Atölyesi” yazar. Habib Burgiba’yı hatırlamanızı isterim; kendisine örnek olarak Atatürk’ü seçmiş bir devlet adamıdır.

Bilmediğiniz bir şey daha varsa onu da söyleyeyim, Türkiye Paris’te üç tane büyük elçilikle temsil edilir. Bildiğimiz klasik Türkiye Büyük Elçiliği, OECD Büyükelçiliği ve UNESCO Büyükelçiliği. Ben bugüne kadar UNESCO Büyükelçiliği’nin –UNESCO’nun içeriğini hepiniz biliyorsunuz- bir gün dahi bir kültürel aktiviteye sebep olduğunu görmedim. Türkiye’nin politikasında, Türkiye için sormak istiyorum her zaman bunu: Acaba Ankara nerenin başkenti? Bence Türkiye’nin olamaz çünkü Türkiye’nin başkenti olsa Türkiye’den haberdar olur, insanlarından haberdar olur. O, kendinden menkul bir başkenttir ve UNESCO büyükelçilerinin büyük bir çoğunluğuyla şahsi görüşmelerimde kendileri şunu söylemiştir özellikle 90’lardan önceki yıllar için; “Valla biz buraya kültür işleriyle uğraşmaya gelmedik, devlet bizden polislik yapmamızı istiyor açıkçası. Hani çok da şey sormayın.” Çok şükür Türkiye aşağı yukarı son on yıldan beri bunları aştı ama bunları yaşadık.

Şimdi, Paris’te bir de bizim kültür ataşemiz var. İnsan, belli bir entelektüel çevre, belli bir sol bakışla, Ankara’ya belli bir sol iktidar geldiğinde, bazı şeyler bekliyor; daha dünyaya dair, daha açık, daha demokratik, daha istediklerimizi çağın dilinden konuşan bir hareket bekler. Ama Fikri Sağlar Kültür Bakanı oldu ve Paris’e uzun yıllar sonra bir kültür ataşesi yolladı. Yolladığı kültür ataşesi, kendisi CHP’nin Mersin milletvekilidir, Mersin Taşucu Belediyesi ortaokul öğretmeni ve Taşucu Belediye Başkanı’nın ağabeyi bir zat-ı muhteremi Paris’e kültür ataşesi olarak yolladı. Şimdi diyeceksiniz ki, bir ortaokul Fransızca öğretmeninden kültür ataşesi olmaz mı? Valla ben hiç böyle yanlı birisi değilim, neler olur, yeter ki içi dolu olsun. Ama bu Bey maalesef bir şey konuşulduğu zaman “Ne quittez pas” deyip sekreterine telefonu veren, Paris’i bile bilmeyen bir insandı.

Şimdi, Paris’te bakın dünyanın bütün ülkelerinin kültür merkezleri vardır. Burada çatır çatır sergiler olur, konserler olur, edebi tartışmalar olur. Türkiye’nin yoktur. Türkiye’nin Champs-Elysées’de sadece bir tane turizm ofisi var. Arada bir kötü kötü sergiler yapmaya çalışırlar. Oraya polis bilmem nesinden giremezsiniz... Sivil girişimler yok mu? Evet, var, bir tane var, bir tane daha var. Mesela Elele diye bir dernek var. Elinden geldiğince çaba gösterir, Türk göçmenler için delicesine çalışıp bir şeyler yapmaya çalışan yegâne dernektir. Onun dışında başka bir tane Centre Culturel Anatolien vardır. Nasıl desem, son derece naif bir şeyler yapmaya çalışırlar. Bu çabalarını bile değerli buluyorum, onu da söyleyeyim.

Bunun dışında, Fransız belediyeleri göçmenler için, sadece Türkiye’den değil, başka ülkelerden gelip yerleşmiş değişik communité’lere günler düzenlerler, haftalar düzenlerler. Fakat gerçekten bunlar da yüksek sanatı içermez. Kendi içinde, o bölge belediyesinin bakışı içinde olur biter, folklorik öyle günlerdir filan.

Şimdi, gelelim sanat meselesine. Güldem demin söyledi “Ben bir göçmen değilim”. Evet, ben de Diogenes gibi düşünüyorum zaten; ben bir dünya vatandaşıyım. Hiçbir yerde göçmen değilim, Fransa’da da değilim. Fransa’da eğer Türkiye gibi bir ülkeden gelen bir yabancıysanız, orada oturma izni almanız için belli prosedürler vardır. Eğer ben bir sanatçıysam benim önümdeki resmi prosedür Maison des artistes’e üye olmaktır. Dosyanızı verirsiniz, dosyanız kabul görür. Ondan sonra professionel libéral diye bir statü alırsınız. Verginizden, sosyal sigortanızdan siz sorumlusunuzdur ve hayat başka sanatçılarınki gibi devam edip gider. Ve bu gidişin içinde siz ağın içindesinizdir, kimse gelip size “Sen Türkiyelisin, aa senden de lale motifi beklerdim” demez. Böyle bir şeyi Fransa’da yaşamazsınız. Gerçekten işinizi üretirsiniz, son derece demokratiktir, şartlar konusunda siz sıkı çalışıyorsanız böyle bir ayrımla karşılaşmak mümkün değildir. Onun için şunun altını özenle çizmek istiyorum: Gerçekten üretmek isteyen sanatçı, ister Fransa, ister Nikaragua, ister Türkiye, neresi olursa olsun, bu konuda samimi kararlıysa, her koşulda ve her şartta üretir. Onun ürettiği her yer mezkezdir. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Bizlerinse biraraya geldiğimizde bu anlamda, bu üst başlıkta, Türkiye-Avrupa kültürel ilişkilerinde tartışabileceğimiz yegâne konu sanatın kendisini değil, bunun nasıl bir iletişim içinde olması gerektiğidir. O nedenle, bizim başlığımızdaki sanatçı yaratımına dair süreç bu konuyu içermez. Benim burada şerhim var, karşı bir duruşum var. Sanatın içeriği değişmez, sanatçı ne üretecekse onu üretir. Beslenme süreçleri vardır, bu ayrı bir konu. Esas mesele, iletişimin sağlıklı olmasıdır.

Nasıl Türkiye’ye dair bir eleştiri getirdim; onlar kendilerini ne kadar götürüyorlar? Ve aslında ikinci bir soru Avrupa’ya: Onlar buraya ne kadar geliyorlar? Ve Türkiye’ye nasıl bakıyorlar? Oryantalist ve egzotik bir dürbünle Türkiye’ye bakarsanız, Türkiye’de neyin olup bittiğini anlamanız mümkün değildir. Uzun yıllardan beri Osman orada yaşadığı için, gönül rahatlığıyla şu soruyu sorabildi, ama benim de hemen ona diyeceğim bir şey var. Hele hele 8 Mayıs, bugün Avrupa Demokrasi Günü’nde doğrusu benim de sormak istediğim önemli bir soru var: Avrupa kendi içindeki azınlıklarla ilgili, gerçekten önemli politikalar götürüyor ama göçmenlerle ilgili, kendi bünyelerindeki azınlıklarla ilgili sorunlar inanılmaz boyutta. Onlar kendi sorunlarının üzerine bir tül perde geçip Türkiye’yle ilgili benzer sorunlarını ha bire kaşıyıp gündeme getirmeye çalışıyorlar. Bugün Fransa Brötonca’ya dair ne diyebilecek acaba? Bugün Brötonca konuşan insan kalmadı. Yani acaba biz Fransa’dan bir sanat sergisi beklerken, “Aa, yolladığınız sergide Bröton sanatçılara da yer veriyor musunuz?” diyor muyuz? Hiç böyle bir soru sormadık. “Katoliklere de yer veriyor musunuz? Ortodokslara, Protestanlara yer veriyor musunuz?” diye hiç sormadık ve hiçbir zaman sormayacağız. Türkiye’nin genlerinden getirdiği, bu manada, derin bir kültürü var. Avrupa bundan habersiz. Bakın, Avrupa’nın bu manadaki bakışı, bu gözlükle bakışı bizi burada şaşırtıyor çünkü şöyle bakılıyor: Türkiye’de azınlıklar, bu azınlıkların içinde Kürtler de var -yani Kürtçe konuşanlar azınlıktır, değildir farklı, onu başka bir yere koyuyorum- Kürtçe üretilen sanat, Ermeni sanatı... yani bir ayrıma gitmeye çalışıyor hızla. Bir mozaikmiş gibi Türkiye yani o var, bu var, şu var, bir de Türkler var diye bakıyor. Şimdi orada büyük bir hata var. Hepimiz Türkçe konuştuğumuz için Türk’üz. Yani hepimiz inanılmaz bir melez kökenden geliyoruz. Benim aileme, onun ailesine, hangi birimizin ailesine baksak Çerkezler, Lazlar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar... Biz bir karışığız. İsterseniz buna asimile olmuş deyin, olmamış deyin, ne derseniz deyin ama şunu hep unutuyor Avrupa: Bu karışım büyük bir nüfusu oluşturuyor, bunlara da Türkler deniyor üst başlık olarak ama hepimiz farklı kökenlerden gelen melezleriz. Sanki Türkiye’de sanat üretenler, kültür üretenler müthiş bir refahın içinde, onlara halılar dolusu, sepetler dolusu olanaklar sağlanıyor da Kürt sanatçılara sağlanmıyor, Ermeni sanatçılara sağlanmıyor. Yahu insan hakları bize sağlanıyor mu ki? Bu geneli niçin unutur Avrupa? Bizse Türkiye’den şunu istiyoruz, şunu söylüyoruz Türkiye’den, şu sesle yükseliyoruz: Hepimiz için hepsini istiyoruz. Ama biz bunu Avrupa’ya da anlatamıyoruz. Bizden sergi talep ettikleri zaman bizi bölünmüş olarak görmek istiyorlar. Biz böyle bir şey yaşamıyoruz. Sahiden böyle bir şey yok. Varsa, bunu tartışalım. Yani bir ırkçılık dikte ettiriliyor Türkiye’ye. Bir de buna bu gözle bakalım ve bunu tartışalım lütfen. Devamını sorularla gidelim.

Emre KOYUNCUOĞLU- Tabii ki bir çok soru ve bununla birlikte bir çok tartışmaya açık konu ortaya attı, Handan Hanım. Ve bunları gerçekten birlikte tartışmamız gerekiyor. Dinleyicilerimizle tartışacağımız bölüme bu konuları saklayarak, Handan Hanım’ın sorularından “Türkiye, ne verdi Avrupa’ya?” sorusundan bir sonraki konuşmacımızın sözlerine giriş yapmak istiyorum, şimdi. Stine Jensen, Hollandalı bir edebiyat eleştirmeni, aynı zamanda yazar, teorisyen ve felsefeci. Kendisinin özellikle üzerinde konuşmak istediği bir konu var. ‘Turkish Butterflies’. Bu, Stine Jensen’ın yazdığı bir roman. Bu romanda, hem kişisel deneyimlerinden yola çıkarak hem de araştırmacı gazetecilik yazım ve aktarım özelliklerini kullanarak, iki kültürün aşk konseptini algılayış farklılıklarını aktarmayı denemiş. Ve Stine Jensen, tam bu noktadan yola çıkarak sanıyorum konuşmasına başlayacak.



Stine JENSEN- Son konuşmacı olmak her zaman biraz zordur. Öyleyse, önce size bir hikaye anlatarak gönlünüzü eğlendireyim. Bir aşk hikayesi. Lene adında bir Alman kadınla Ahmet adında bir Türk adam arasındaki aşk. İşte aşk hikayemiz. Gevşeyin, gözlerinizi kapayın ve 2004 yılı yazında Lene adında genç bir Alman kadınının tatil için Türkiye’nin batı sahillerine gittiğini hayal edin. Hiç mi hiç plaj müdavimi bir kız değil, gece eğlencelerini söz konusu bile etmeye değmez. Fakat, karar vermiş ki hayatında değişikliğe ihtiyacı var. Ne var ki, kız arkadaşlarından birisi eskaza bir seyahat acentasında çalıştığından, bilinmeze yolculuğa çıkmaya karar verir, ikisi beraber Antalya’da iki haftalık bir tatil için rezervasyon yaparlar.
Böylece giderler, plajda güneşten istifade ederek uzanır gevşerler, nezih lokantalarda Türk mutfağının tadına varırlar. Meltemli bir yaz akşamı, bir Türk garson masalarına özel ilgi gösterir. Lene daha sonraları arkadaşlarına bunun “İlk bakışta aşk” olduğunu söyleyecektir. “Bakışını bana çevirdiği anda aşık oldum”. İşi bitince konuşmaya başladılar ve tabii hafif bir iletişim sorunu da yaşadılar. Adamın konuştuğu Almanca olsa olsa bir iki kelimeden ibaretti, kızcağızın Türkçesiyse ancak kahve siparişine yetiyordu. Yine de, kimyevi iletişim ve paylaştıkları bu sözlü olmayan dil ortadaydı. Lene bir yaz aşkı macerasında sakınca görmüyordu fakat arkadaşı bu hususta onun kadar istekli sayılmazdı: “Temkinli ol, tek istediği Avrupa vizesi olabilir!” Ama Lene’nin gözünü aşk bürümüştü. Vize istiyormuş, istemiyormuş, pek de umurunda değildi. Kur yapma tarzı hiçbir Alman erkeğininkine benzemeyen Ahmet’le beraber olmak istiyordu: Ahmet bütün içkilerini ısmarlıyor, ona bir bilezik ve ipek etek gibi minik hediyeler alıyor, sesinde dev bir tutkuyla ona tekrar tekrar ne kadar güzel olduğunu söylüyordu.
Tatili sona erdiğinde, Lene büyük bir hüzünle Almanya’ya, Berlin’e geri döndü. Ne var ki, sms, msn messenger teknolojileri gibi sınırlar arasında köprü kuran diğer bütün anında haberleşme olanakları sayesinde bu yaz aşkı az biraz daha uzatılabilirdi. Lene Türkçe sözlüklerin dünyasına daldı, bir sürü kendi kendine Türkçe öğrenme kitabı satın alıp, çevresinin artan uyarılarına rağmen Ahmet’le müstakbel bir gelecek ihtimalini düşlemeye koyuldu. “Kızım, dikkat et.” dedi arkadaşlarından biri, “henüz kara listeyi kontrol etmedin, değil mi?”
“Ne kara listesi?” Soruşturdu.
İnternette Türklerle flört eden Alman kadınlarından mürekkep bir topluluğun sayfasında bir kara liste var; barmen, animatör, plaj görevlisi, yani hanımların sakınması gereken delikanlılar. Bu adamlar yalnız para ve Avrupa vizesi peşindeler. Lene klasikleri okumuştu ve Edward Said’in bahsettiği muhtemel bir ırkçı şarkiyatçılıktan haberdardı. Bu terim, bütün Doğu’nun tek bir birim olarak kabul edilmesini ifade ediyordu. Yüreğinde acı bir korku, Ahmet’in de ismi var mı diye kara listeyi kontrol etti.

Bilmediği şeyse, Ahmet’in Antalya’da aynı şeyi yapmakta olduğuydu. İşin aslı, daha önce hiçbir Alman kadınla flört etmişliği yoktu. Almanya hakkında daha fazla şey öğrenmek maksadıyla internette dolaşıyor, erkek Türk arkadaşlarına Almanya’yla ilgili sorular yönlendiriyor, özellikle Alman kadınları hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Batılı kadınlar hakkında duydukları doğru muydu acaba? Yani, onların rahat, gevşek ve bağımsız bir hayat tarzına sahip, hiçbir zaman bakire olmayan fakat parası olan ve evlilik için ciddi bir seçenek olmayan kadınlar olduğu? Ahmet pek de entelektüel sayılmazdı ve onun bu yansımalı tavrını ifade için garbiyatçılık diye bir terimin filozof Avishai Margalit tarafından Batı’yı dinsizlik, ahlaksızlık, bireyselcilik, para ve seks merkezi olarak gören bir basmakalıp düşünceyi tarif etmek üzere icat edilmiş olduğunu bilmiyordu.

Ahmet ve Lene’yi arama sitelerine bakar halde bir kenara bırakalım, ben sunumuma devam edeyim.

İki birey arasındaki bu ilişki elbette bir mikrokozmos yahut Türkiye ve Avurpa Birliği hakkında daha geniş çaplı bir tartışmaya yönelik isabetli bir örnek vaka olarak görülebilir.
Bu fikri aslında Çocuklar Duymasın adındaki bir Türk televizyon dizisinden çıkarsadım. Bu dizide fakir ve oldukça çirkin bir oğlan televizyonda güzel bir İskandinav kızını izlerken, Türkiye’ye böyle bir kız bulmanın mümkün olmadığı fakat bu İskandinav güzellerinden birine talip olmaktan memnuniyet duyacağı yorumunda bulunuyor. “Bak sen” der babası, “O zaman önce Kopenhag kriterlerine uymalısın” diye de latife eder.
Bu vakada, televizyon programı bilinçli olarak Avrupa Birliği’ne atıfta bulunuyor. Bütün bu politik AB tartışmalarının sanatsal yaratım süreci üzerindeki etkilerinden biri de şu olmuştur; sanat eserleri bir kez Avrupa’ya doğru yola çıkınca, Türk sanatçıları bundan memnun olsalar da olmasalar da, artık Türkiye ve Avrupa Birliği hakkında bir beyanat olarak addedilecektir.
Türk-Alman sinema yönetmeni Fatih Akın’ı ele alalım örneğin. Ödüllü filmi Duvara Karşı üçüncü nesil Alman Türkleri Sibel ve Cahit arasındaki aşk hikayesini anlatıyor. Cahit karaketerini oynayan Birol Ünel, bir Alman mecmuasına verdiği bir demecinde şakayla karışık, kan ve facia ile sona eren aşk macerasıyla Bukowskivari ayyaş kişiliğinin hiçbir surette Türklerin Avrupa Birliği’ne girmesini tavsiye eder mahiyette olmadığını beyan ettiğinde, bu beyanatın hemen ardından derginin aynı sayfasında Türkiye AB’ye girmeli mi diye bir soru tartışmaya açılıyor. Fatih Akın küplere biniyor ve bir siyasi risale değil, aşk üzerine film yaptığını söylüyor. Sanatçı olduğundan, hiçbir suretle AB tartışmalarına yönelik olarak taviz verip, sevimli ve hoş bir Türk imgesi betimlemesi beklenemezdi.

Akın doğru bir noktaya değinmişti. Ne var ki kültürel eserleri çözümleyip yargılarken kullandıkları betimleri ve siyasi meselelere yaklaşım tarzlarını göz önünde bulundurmak gibi bir eğilimim var. Sertab Erener’in şarkı sözlerinde “Her şeyi yaparım, tüm sevgimi veririm” ya da “Aman, yok mu çaresi, belli ki süzüyorsun beni, tez sağalt beni, aman” gibi ibareler duyunca ister istemez Avrupa Birliği ve Türkiye’yi düşünüyorum ve onu bir dişi cazibe modeli olarak addediyorum, çünkü 2003 Eurovision Şarkı Yarışması’nı Every Way That I Can adlı parçasıyla kazandıktan sonra Avrupa piyasasına sürülmek üzere imalı biçimde No Boundaries adında bir albüm çıkardı.
Bu albüm, kolaylıkla Avrupalı dinleyici kitlesini sürekli olarak memnun etme girişimi olarak yorumlanabilir. Her şark ezgisinin altında bir disko ritmi olmakla kalmayıp şarkıcıyı da kah dansöz kah harem bendesi olarak gösteren resimler ihtiva ediyor, bununla beraber de her bir cümlede tam teslimiyet sözü veriliyor, uyum isteği dile getiriliyor.

Aynı zamanda siyasi tartışmaların kültüre esin kaynağı olduğu da savunulabilir. Sinemacılar, çizerler, mizahçılar ve sanatçılar var olan bütün basmakalıpları evirip çevirip serbestçe kullanabilir ve bunları komik ögelerle harmanlayabilirler, sadece siyasi tartışmalarda değil kültürel düzlemde de önemli rol oynayan imge, sıklıkla dişilik imgesidir: “Haydi Hamama” adındaki Belçikalı bir karikatüristin çizdiği karikatüre bir göz atalım örneğin. İşte burada hamamda şaçları darmadağınık sarışın erkeksi bir adam yıkanan yarı çıplak şark kadınlarıyla çevrelenmiş. “Hey millet!” diyor, “Hiç teredütsüz hemen tutun Türkiye’yi birliğe alın. Burası bir acaip!”

Türk kadınlarını büsbütün tesettür altında gösteren diğer imge de oldukça yaygın. Örneğin, bir de şu iki Flaman ördeği Fokke ve Sukke’ye bir göz atalım; ikisi de Türk plajlarında üstsüz kadın görememekten şikayetçi. Bu karikatür, Erdoğan’ın 2003 Kasımı’nda yaptığı beyanatta Türk kadınlarının üstsüz güneşlenme hakları olduğunu söylemesi üzerine çizilmiş. Bazıları bunu Türkiye’nin ne kadar da batılılaştığını gösteren sembolik bir jest olarak yorumlamışlardı.


Eğer yeni göçmen politikalarını fırsat bilip kültürel olarak dallanıp budaklanmış bir izlek varsa o da kültürlerarası aşktır. Bizim Hollanda’da, imkansız kültürlerarası aşk hikayelerini gözler önüne seren, her türlü kültürel çatışmanın sorgulandığı, Fatma ve Romeo gibi isimler taşıyan filmler ve televizyon dizileri furyası çıkmıştı. Bu portreler mesut çifleri tasvir ederken, gerçek istatistikler çok daha nahoş bir resim ortaya koyuyordu: Türk nüfusunun %5’inden azı Flaman eş bulabiliyor ve bulduklarında da bunların %40’ı boşanmayla sonuçlanıyor. Araştırmamda istatistikleri hayata geçirmek istedim ama aslına bakarsanız gerçek hayattan alınmış aşk hikayelerinin tahmin edemeyeceğim bir edebi niteliğe sahip oldukları ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıl birçok Avrupalı-Türk çiftle kültürlerarası ilişkileri hakkında konuştum. Mutlu sonla biten hikayeler vardı fakat karşılaştığım hikayelerin bir bölümü Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sından bile daha feci sonlanıyordu.

Gerçek hayattaki engeller aşık Avrupalı-Türk çiftleri bir arada olmaktan alıkoyuyor: Vize sorunları, aile ve sevgili arasında yapılması gereken seçim, yasama ve göç kanunları bir araya gelmeyi güçleştiriyor ama eğer geçen sene Hollanda’dan Türkiye’ye gelen turist sayısının 900.000 olduğu göz önünde bulundurulursa, sunumunun başında bahsettiğim Ahmet ve Lene’nin arasındakine benzer flörtlerin siyasi ve kültürel etkileri hakkında düşünmeye başlamak gerekiyor. Gelecek senelerde sayıları daha da artacaktır.

Diğer taraftan, bu aşk ilişkilerini daha geniş boyutlardaki siyasi tartışmalar için küçük test vakaları mahiyetinde görüyorum. Aynı zamanda, aşk ve ret mecazı, makro düzeyde Türkiye ve Avrupa Birliği hakkındaki tartışmalarda da yaygın, ki bu tartışmalarda Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki ilişki çoğunlukla dertli bir aşk macerası gibi gösteriliyor.

Avrupa, Türkiye’yi siyasi ve iktisadi açılardan Avrupa Birliği’ne tam üye olarak kabul etmekte tereddütlüyken, kültürel açıdan Türkiye uzun zamandır Avrupa’nın bir mensubu addediliyor. Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmakla (ve hatta kazanmakla) kalmıyor, Avrupa eğitsel değişim programı Erasmus’a da üye olarak dahil ediliyor ve Avrupa Futbol Şampiyonası’na da katılıyor. Eğer Lonely Planet Europe on a Shoestring’in son baskısını alırsanız, Türkiye’nin (hatta Fas’ın bile) Avrupa’nın içinde yer aldığını görüyorsunuz.

Kültürel kabul kulağa harika geliyor fakat aynı zamanda da değerler hiyerarşisinde “kültür”ün siyaset ve iktisattan açıkça daha alt basamaklarda durduğunu gösteriyor. Öte yandan kültür, siyasetle zıt düşen bir olgu değil ve üstüne üstlük Avrupa Komitesi Başkanı José Manuel Barosso’dan bir alıntı yaparsak: “Anahtar, kültürdür. İktisat, refah içinde yaşamak için gerekli olduğundan büyük önem taşıyor fakat hayatı yaşamaya değer kılan kültürdür".

Bu konuşmaya Lene ve Ahmet’in hikayesiyle başladım. Lene ve Ahmet benim hayalimin ürünü değiller. Varlar ve onları bilgisayarlarının başında oturur bıraktım. Lene Antalyalı kötü barmenlerin kara listesini tararken Ahmet de umarsızca Avrupa, Almanya ve Batılı kadının tabiatıyla ilgili bilgi edinmeye çalışıyor. Hem Lene’yle hem Ahmet’le geçen yaz uzun uzadıya konuştum.
Lene ve Ahmet’e şimdi ne olduğunu size anlatmayacağım, bırakayım senaryoyu kafanızda siz yazın. İddia ettiğim gibi, mutlu son seçip seçmeyeceğiniz Türkiye ve Avrupa Birliği’ni daha geniş siyasi, iktisadi ve kültürel açılardan nasıl tasavvur ettiğiniz ile ilgilidir, tabii buna aşk maceralarına yaradılışınız itibariyle iyimser ya da kötümser bakışınızı eklemek gerekir.
Geçtiğimiz üç yılda, kültürlerarası aşk ilişkileri içinde olan genç Avrupalı ve Türkler’le konuşmak maksadıyla zamanımı Amsterdam’la İstanbul arasında bölüştürdüm. Araştırmalarım kısmen özyaşam öyküsü, kısmen gazetecilik alan çalışması, kısmen de kültür çözümlemesi niteliğinde bir kitapta toplandı. Kalplerini Türkiye’ye kaptırıp buraya göç eden Avrupalılar, Avrupa’da yaşam düşleri kuran Türkler ve kültürlerarası aşkın zorluk ve hazları hakkında... Flamanca olarak bu yılın Haziran ayında çıkacak ve adı Turkse vlinders, Liefde tussen twee culturen (Türk Kelebekleri, İki Kültür Arasında Aşk). Hatırlatmak gibi olmasın ama kelebeklerin yurtdışı seyahatlerinde vizeye ihtiyaçları olmaz.
İlginiz için çok teşekkür ederim.

Emre KOYUNCUOĞLU- Ben de çok teşekkür ederim. Vizeli ilişki zaten baştan engelli bir ilişki sanırım… İsterseniz paneli tartışmaya açabiliriz. Soruları alabilirim.

Handan BÖRÜTEÇENE- Teşekkür ederim. İlk önce şunu yapmak gerekiyor herhalde, gene Diogenes’e, hani “Gölge etme başka ihsan istemem” lafına geri döneceğim. Biz de Türkiye’de ürettiğimiz her konuda, ister Türkiye’de üretelim, ister dışarıda yapalım, her neydiyse, bir tek şeyi yaparak başardık bir şeyler başardıysak; devlete dedik ki “Sen gölge etme, biz yapalım.” Şimdi, aynı şeyi sorunuzun cevabı olarak söylüyorum: Nasıl organize edersiniz ya da ederiz, hep birlikte nasıl yaparız bilmiyorum ama devleti burada minimuma indirerek, sivil toplumla ya da devletin organizasyonları içinde, bir şekilde gerçekten sivil ve uzmanlardan oluşan geniş kurullar oluşturarak başarabiliriz belki. Eğer ki bunu Dışişleri Bakanlığı’nın Kültür İşleri Dairesi -Allah korusun derler ya- ya da Kültür Bakanlığı’na bırakırsak bir facia olur.

Şimdi şöyle, hemen minik bir parantez söyleyeceğim, anlatsam epey anlatılır ama, bakın bütün bu geçtiğimiz 17 Aralık’ta, bu süreçten öncesinde Türkiye’den dehşetli bir sergi vardı. Sadece Türkiye’den değil de Fransa’nın şu an bütün bir dünyaya tanıttığı üç büyük sanatçı vardı. En başta Daniel Buren, François Morellet ve Sarkis ve Türkiye’den ve Madagaskar’dan sanatçılar hep birlikte büyük bir sergi yaptık. Şimdi, bu sergi gerçekten ciddi ses getiren bir şeydi, özellikle benim işimin olduğu tarafta “Türkiye’ye Hayır” kampanyasını yürüten Philippe de Villiers’nin bölgesindeydi bu sergi. Fakat ben birilerinin ayağına bastım, bir arı kovanına çomak soktum, “sakin” bir bölge harekete geçti çünkü o bölgede -bakın hiç bilmiyorduk bunları, Türkiye’nin de dahil olmayı talep ettiği ülkelerden, hele kendisine tavır koyan bir ülkeden, bu tür detaylarını öğrenmesi gerekiyor, bunun da yaygın bir şekilde tartışılması gerekiyor- meğerse Fransa İhtilali sırasında, Vande bölgesinde dehşet bir savaş olmuş çünkü Vande bölgesi insanları kiliseci ve kralcılar ama ihtilal hükümeti, Fransız İhtilali, laik ve cumhuriyeti talep edenlerse büyük bir ordu göndermişler ve orada inanılmaz bir iç savaş yaşanmış; taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmamış. Ne ki bu, 1789’dan bugüne hâlâ sürmekte. Ve bu insanlar her Paris hükümetinde, her kurulan hükümetten génocide des franco-français talep ediyorlar. Yani Vande Savaşı’nı bir soykırım olarak kabul ettirmek istiyorlar. Bunun ciddi savaşını vermek istiyorlar. Ve mesela Fransa Türkiye’ye Ermeni meselesiyle ilgili soykırımı gündeme getirdiğinde, bu bölge insanları Türklere ve Türkiye’ye karşı olmakla birlikte, bunu şöyle kullanıyor: “Bir dakika, önce siz Vande’nin hesabını verin.” Şimdi, bütün bunları biz orada yarattığımız halde, ne bu saydığım üç büyükelçi, Türkiye Dışişleri dönüp bir kez bile bakmadılar. İsteseler bunun tümünü çok iyi değerlendirebilirlerdi ve onların söylemeye çalıştığı birçok konuya cevap olabilecekti o sergi çünkü Daniel Buren’den tutun bilmem kime kadar vardı. Ama bakın şöyle bir şey oldu: O sırada 29 Ekim’i bu manada değerlendirmek istedi, o büyükelçilikteki toplantıda ben şunu duydum, bunu bazı insanlara tahvil etmişlerdi ve kendilerine sevinerek şunu söylüyorlardı: “Aman bütün halkla ilişkilerini Paris Kontu’yla yapacağız. Harika oldu.” İş bu boyutlarda. Şimdi, siz madem ki bu organizasyon içinde görevlisiniz, size önereceğim yegâne şey, bütün bu örnekler doğrultusunda, gerçekten doğru insanlarla, doğru kurumlarla ilişkiye geçmeniz, bizim de sizlerle geçmemiz.

Osman OKKAN- Kısaca cevap vermeye çalışayım. Bilemiyorum aslında tabii bu görüş de geçerli. Şöyle, yani bugün Avrupa’nın metropollerine baktığınız zaman, varoşlarında sürekli bir takım gettoların oluştuğunu görüyorsunuz. Bu Paris için de geçerli, Londra için de geçerli, Berlin, Köln gibi desantralize olmuş Almanya’nın birçok bölgesinde geçerli. Ve şöyle bir olgu da çok göze çarpıyor; örneğin bütün diasporalar gibi Türkiye diasporası da ülkesinde olduğundan daha tutucu niteliklere sahip. Yani bugün yurtdışındaki Türkiye kökenli insanlar arasında tutucu olarak adlandıracağımız -yalnız sanat ve kültür açısından değil, politika, din açısından da tutucu olarak adlandıracağımız- kesimlerin oranı Türkiye’ye göre daha fazla. Bunu siz o gettolara gittiğiniz zaman da görebilirsiniz. Örtülü, hatta çarşaflı insanların sayısı İstanbul’da, hatta bir Anadolu kasabasında göreceğiniz sayıdan daha fazla. Şöyle bir şey var; bu yüzden de -ikinci gün sanıyorum Bayan Lalumière’in konuşmasında geçti- bu kesimlerin de Avrupa Birliği’nden yana olmaları hiç şaşırtıcı değil çünkü bu diaspora içinde, bu gettolar içinde özgürce yaşayabildiklerini algılamış durumdalar. Ve bu elbette ki oradaki statükonun da işine geliyor. Yani onlara o dinsel özgürlükleri tanımak bir anlamda o gettolara yaratma özgürlüğünü de birlikte getiriyor.

Ben size daha korkuncunu da söyleyeyim; ikinci, üçüncü, dördüncü kuşaklar için bu medyal gettoyu da birlikte getiriyor. Yani gelişen teknolojik olanaklar, telekomünikasyon olanakları bütün bu gettolarda çanak antenlerinin, satelit antenlerin oluşmasına ve bu insanların yalnızca Türkiye medyasını algılamalarına götürüyor insanları. Ve içinde yaşadıkları toplumdan tamamen farklı medyatik alışkanlıkları olan, medyatik tüketimleri olan topluluklar, azınlıklar, gettolar oluşuyor. Bu bir tehlike mi yoksa büyük bir şans mı, bu konuda çok çeşitli görüşler var. Sanıyorum bu açıdan baktığınız zaman, bu görüş de tabii geçerli sayılabilir ve denilebilir ki tanınan bu özgürlükler aynı zamanda onların kendi kültürlerini yaşayarak içinde yaşadıkları toplumdan bir anlamda soyutlanmaları sonucuna götürebilir. Ama sanıyorum tam bu konuda da demin sözünü ettiğimiz anlamda kültür yani içinde bulundukları toplumla da dil engelini aşarak bir alışverişe girmeleri, bir anlamda bir çatışmaya girmeleri, iki taraf için de yararlı olan çözüm olacak. Bunu başarabilmek tabii zor bir iş ama denememiz gerekiyor. Yoksa bu gettolar da kalacak ve devam edecek, kendi içinde sürekliliğini koruyacak. Teşekkürler.

Bir izleyici- Benim minik bir sorum olacak Osman Bey’e. Diller konusuna değinmiştiniz, gelişen dünya içersinde, özellikle dünyalılaşma adına AB’ye giriş süreci içersinde, etnik dillerin, -biliyoruz ki diller en önemli kimliktir, Türkçe adına bakmıyorum, Türkiye’deki diğer küçük diller adına da bakıyorum- bunlara bir öneriniz, bir düşünceniz var mı? Ne yapabiliriz? Cevap beni fazla tatmin etmedi çünkü bir sürü dillere sahip olabiliriz. O bizim kültürel zenginliğimiz olabilir ama bir küçük gruptan çıkmış bir insanın AB içersinde küçük administratif işleri yaparken kendi dilini kullanamaması o kimliğine zarar vermeyecek midir? Ya da onunla ne yapmalı? Onun o kendi dilini, o kültürünü ne yapmalı bu süreçte?

Osman OKKAN- Teşekkürler. Tabii çok karmaşık bir sorun ama bir anlamda da Avrupa kimliğini çözmek için anahtar bir sorun. Biliyorsunuz Avrupa’yı da bir proje olarak görmemiz gerekiyor ve aslına bakarsanız bizim gelişmiş Avrupa ülkeleri olarak saydığımız, Handan’ın da demin değindiği birçok ülkenin kendi hanesinde düzeltmesi gereken pek çok konu var. Demin Katalonya-İspanya örneğinde gördük, Brötonya örneği de böyle, bizim Türkiye için çıkartmamız gereken sonuçlar da buna benziyor. Gerçekten de bu yüzden Avrupa’nın bölgesel dilleri, bölgesel kültürleri desteklemek için ayrıca fonları var biliyorsunuz. Çok kısa, kestirmeden bir şey söylemeye çalışacağım size çünkü bu konuda da bir proje gelişmekte şu anda; çok basit olarak -Türkiye’yi de bunun içine katalım, madem Türkiye’yi de AB içinde görüyoruz, görmek istiyoruz- bütün bu dillerde hiçbir ayrımcılık tanımadan, kendi dillerinde soru yöneltebilecekleri ve kendi dillerinde cevap alabilecekleri bir sistemin oluşması gerekiyor. Demin çok kısaca değindim, benim doğrudan kendi alanım değil ama çalıştığım kurumlarda bu konuda bayağı çalışmalar var, elektronik ortamda, sanal ortamda, internet ortamında bu artık çok basitleşmiş bir konu. Yani eğer o programları bu küçük diller için de geliştirebilirsek bir sanatçının, bir kültür operatörünün kendi dilinde herhangi bir kuruma yönelteceği soruya kendi dilinde yanıt alması gittikçe basitleşen bir olay. Bunu bizim kültür ve sanat ortamında gerçekleştirmemiz gerekiyor ve belki de en önce gerçekleştirmemiz gerekiyor çünkü bu ortam en fazla iletişime açık, iletişime yatkın olan ortam. Bunu gerçekleştirmemiz gerekiyor sanıyorum. Bu konuda ciddi çalışmalar var. Yeterli mi derseniz, bence tabii ki yeterli değil ama bunu geliştirmek de bizim görevimiz, özellikle Avrupa Kültür Derneği gibi bu konuda gerçekten iki yanlı eksiklikleri görebilen, eksikliklerin üzerine gidebilen bir derneğin de katkısıyla, desteğiyle yapılabilecek bir şey. Türkiye’deki bütün dilleri de bu kapsamda ele almak gerekir sanıyorum.

Hiç yorum yok: