7 Kasım 2007 Çarşamba
Panel: "Avrupa Programları Bağlamında Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerini Geliştirmek İçin Araçlar ve Eylemler"
Moderatör: Pascal BRUNET- Director of Relais Culture Europe, France
Lodewijk REIJS- Policy advisor of the Dutch Ministry of Culture, Holland
Sabine BORNEMANN- Cultural Contact Point Germany, Director
Gianluca SOLERA- Anna Lindh Euro-Mediterranean Foundation for the Dialogue between Cultures, Programme Director, Egypt
Catherine Lalumière- President of Relais Culture Europe, Former European Affairs State Secretary of France, Former General Secretary of Council of Europe, Former Vice President of European Parliament, France
Pascal BRUNET- Çok kapsamlı bir panel olacak, bu nedenle sunumları kısa tutmaya çalışalım. Bu panelde bazı devletlerin girişimiyle oluşan projelerden bahsedeceğiz. Almanya’daki girişimlere, ayrıca Avrupa Birliği’nin girişimlerine bakacağız, dolayısıyla konuyu iki planda ele alacağız. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin girişimleriyle panelimize hemen başlayalım.
Lodewijk REIJS- Avrupa bu konferansın odak noktası olduğuna göre, Türkiye’nin Hollanda için de önemli bir ortak olduğunun altını çizmek isterim. Sadece Avrupa Birliği çerçevesinde değil, göç tarihi ve Hollanda’da yaşayan büyük sayıda Türk azınlıktan da dolayı... Şu anda Hollanda’da yaşayan Türk kökenli insanların sayısı 300.000 kadardır diye düşünüyorum. Öncelikle Flamanların oldukça açık bulduğu ama dünyanın geri kalanına pek de doğal gelmeyebilecek Flaman kültür politikaları ve ilkeleri hakkında birşey belirteyim. Böylelikle belki hikayenin geri kalanını da daha anlaşılır kılmış oluruz. Flaman kültür politikasının baş ilkelerinden biri, bir kulaç mesafede duran hükümet varlığı ve tabandan tavana yaklaşımıdır. Bu fikrin ortaya çıkması aslen ondokuzuncu yüzyılın ortalarına dayanır: Hollanda’da oldukça meşhur liberal devlet adamı Thorbecke hükümetin ne bilim ne de sanatı yargılayamayacağını söyler. Bu beyan, çoğu zaman hatalı yorumlara maruz kalmıştır fakat hükümetin bir kulaç boyu uzakta durup temelde ön koşulları hazırladıktan sonra sanatçıya, eserinin içeriğini istediği gibi oluşturma özgürlüğünü vermesi fikri, Hollanda’da, hem politika belirleyicilerin, hem de kültür sektörünün akıl ve kalbine derinden kazınmıştır. Güdülen politika, olabildiğince iş kolaylaştırmağa odaklıdır; yasamadan el verdiğince uzak durur. Tabii ki kuram kulağa hoş geliyor ama iş uygulamaya ve her zaman yetersiz olan kaynakların dağılımına gelince güçlükler ortaya çıkıyor. Temelde neyin yeter nitelikte olduğu, neyin devlet fonları tarafından desteklenmesi gerektiğine dair yargı, kültür sahasına kalıyor. Bağımsız uzmanlardan müteşekkil kurullar başvuruları içerdikleri sanatasal değer itibariyle değerlendirip, yargılayıp hükümete tavsiye ediyorlar. Bu kurullardan en önemlisi uzman olan Kültür Konseyi’dir ve sahne sanatlarından kütüphanelere, anıtlardan amatör sanata kadar uzanan tüm kültür alanlarındaki altkurullar. Hükümet, ya da bu durumda Kültür Bakanlığı, bazen Komite’nin önerisine riayet etmemeye karar verebilir fakat bu hiçbir zaman sanatsal farklılıklardan kaynaklanmamalı, daha çok çeşitlilik, çoğulculuk veya bölgesel yayılım gibi idari sebeplere dayanmalıdır. Bu tabandan tavana yaklaşımın yanısıra, Flaman kültür politikasını belirleyen ikinci bir yol gösterici ilke vardır, bilhassa uluslararası kültür ilişkileri söz konusu olduğunda. Bu da özellikle en temel seviyede işbirliği ve ağ oluşturulmasının önemidir. Bu yaklaşım Hollanda’da bol miktarda ağ organizasyonları, çeşitli kültür sektörlerini temsil eden kurumlar ve lobi organizyonlarıyla neredeyse gereğinden fazla örgenleşmiş bir kültür alanının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bir taraftan bir çok masrafa mal olmakla beraber belli bir düzen ve yapı da oluşturuyor; farklı alanlardan insanlar bir tek amaca yönelik ortak çalışmada bulunuyorlar.
Bu arkaplanı zihnimizin bir köşesine yazıp Türkiye ve Avrupa arasındaki kültür ilişkilerine dönelim. Diğer oturum üyeleri Culture 2000 gibi AB programlarından bahsetmek için daha donanımlı olduğuna göre, Hollanda gibi özelliği olan ülkelerin Avrupa bağlamında, Avrupalı bir zihin yapısı içinde bu ilişkilere nasıl yaklaştığı üzerine yoğunlaşacağım. Göreceğiniz gibi bahsettiğim ilkeler, tabandan gelme, işbirliği ve ağ oluşumu burada açıkça mevcut. Avrupa bağlamında bu tür çift taraflı bir çalışma örneğini Matra Programı’nda görüyoruz. Bu, başlangıçta Orta ve Doğu Avrupa üzerine yoğunlaşan bir sosyal dönüşüm programı. Matra’nın genel amacı, eski komünist Avrupa’nın, kanun çatısı altında çoğulcu, demokratik bir devlete dönüşümünü desteklemek. Pratikte bu, sivil toplumun, STK’ların gelişimine, uzmanlığın teşvikine ve çoğaltma kapasitesine ilgi göstermek anlamına geliyor. AB’nin genişlemesiyle program ufkunu genişletip, Türkiye ve Hırvatistan gibi aday ülkelerle Ukrayna, Beyaz Rusya gibi yeni komşuları, hatta Akdeniz aşırı çalışmalara başlayarak Kuzey Afrika’yı da kapsamına aldı.
Matra’nın kamu idaresi, çevre ve medya gibi temaların yanısıra on iki izleğinden biri de kültür. Özellikle hükümetle kültür sektörü arasındaki ilişkiler, kültür yönetimi ve hatta bağımsız kültürel ifadenin desteklenmesi bağlamında kültürel altyapı gelişimi üzerine yoğunlaşıyor. Sivil toplumun güçlendirilmesine atfedilen önem nedeniyle Matra, STK’ların birbilerine bağlanması üzerine kuvvetle yoğunlaşıyor; bu durumda da Flaman kuruluşları Türk muadilleriyle beraber çalışıyorlar. Bu tür ağların geliştirilmesi Hollanda hükumeti nezdinde büyük önem taşıyor. Europist organizasyonu vasıtasıyla yürürlükte olan bir örnek mevcut. Bu, Türkiye’den kırk-elli kadar kültür yöneticisinin yanılmıyorsam İstanbul’da bir takım seminer ve atölye çalışmalarını takip ettiği bir kültür yönetimi programı
İnsanların ve kuruluşların birbirlerinden çok şey öğrenebilecekleri bu tür ağları teşvik etmenin daha başka yolları da var. Örneğin, Avrupa Konseyi Avrupa’da Politika Eğilimleri Özeti adı verilen şeyi geliştirdi. Bu, Avrupa çapında, internet üzerinden ulaşılan bir bilişim sistemi. Avrupa Konseyi üyelerinin çoğunun kültür politikası önlemlerini, araçlarını, tartışma ve eğilimlerini toplayıp bir araya getiriyor. Bu şekilde, ülkelerin kültürel politikalarıyla ilgili sorunları nasıl hallettiklerine dair çeşitli bilgilere kolaylıkla ulaşılabiliyor ve böylece en iyi uygulamalarımızı paylaşmış oluyoruz. Elbette, Türkiye Avrupa Konseyi üyesi değil fakat kültür politikaları ve araçlarıyla ilgilenen herkes serbestçe ulaşılabilen Kompendium’un www.culturalpolicies.net internet sitesinde mevcut olan muazzam veri birikiminden kolaylıkla ilham alabilir. Bu bilgiler bütün dünyanın kullanımına açık ve herkes bunları ağı öğrenmek ve Avrupa-aşırı ölçekte ortak çalışmalar yürütmek için kullanabilir. Tabii ki yine tepeden inme değil de, tabandan tavana metoduyla.
Avrupa bağlamında, işbirliği ve ağ kurumunu teşvik eden bir başka seçkin kuruluş da merkezi Amsterdam’da olan Avrupa Kültür Vakfı. Aynı zamanda Europist kuruluşuyla beraber çalışıyor ve Anna Lindh Vakfı’yla da bağlantılı. Maksadı, özellikle bahsetmiş olduğum Flaman kültür politikalarının yol gösterici ilkeleriyle beraber ele alınan pratik temel seviyede Avrupa’nın bütünleşme sürecini kültürel işbirliği vasıtasıyla ilerletmek. Bu organizasyonun Hollanda merkezli olması belki de tesadüf eseri değildir. ECF de Matra gibi kanat açmış, yalnız Avrupa dahilinde değil, Düşünce Ufkunu Geliştirme Programı (Enlargement of Minds Program) vasıtasıyla AB’nin komşularıyla da çalışmaya başlamıştır. Türkiye’ye değin tasarılarından biri de belediyeler ve mahalli düzeyde katılımcı politika oluşturmayı canlandırmaya yönelik Politika Altyapısı programıdır. Geçenlerde ECF aynı zamanda kısmen Hollanda’daki bakanlık tarafından finanse edilen Avrupa Kültür İşbirliği Laboratuvarını da başlattı. Bu programla, ECF kültür sektörüyle/kültür sektörü için bir işbirliği platformu oluşturmak ve kültürlerarası diyaloğu teşvik etmek istiyor. Gelecek sene, bu Laboratuvar’ın bir parçası olarak, mevcut ağ sayfalarını birbirine bağlayıp ilerletmek ve bilgi eksilerini gidermek amaçlı, kültür işbirliğine açılan kapı niteliğinde bir internet portalı açılacak. Yine kolayca ulaşılabilir, ağkurumu ve işbirliği üzerine yoğunlaşmış bilgi yönetimi.
Son olarak, geri planda daha geniş bir bakış açısıyla, Hollanda’nın yakın geçmişte hayata geçirdiği çift taraflı tasarılardan başka örnekler vermek istiyorum. Evvelden de söylediğim gibi, bunun Hollanda’da yaşayan Türk azınlıkla çok alakası var. Dışişleri ve Kültür Bakanlıkları Flaman kültür organizasyonlarının Türkiye ile işbirliğine oldukça hevesli olduğunu keşfetti fakat Hollanda’da, mevcut ağlar ve olanaklar hakkında elle tutulur bir bilgi bulunmuyordu. Hollanda’daki kısmen Türk kökenli kültür organizasyonları bile merkezi düzlemde çok az biliniyordu. İşte bu yüzden Hollandalı kültür danışmanı Han Bakker’den bu konuyu araştırmasını rica ettik. Çalışması geçen yıl Flamanca ve İngilizce olmak üzere iki dilli basılan “Hollanda ve Türkiye’de Çağdaş Türk Kültürü” yayını ile sonuçlandı. Kendisi mevcut ağların haritasını çıkartmaya çalışıyor ve Hollanda’yla Türkiye arasında olası kültür işbirliği ve alışverişlerinin bir taslağını sunuyor. Bunun kültür organizasyonlarını yollarını bulmada yetkinleştirecek, kültürel işbirliği için bir yol haritası işlevi görmesi bekleniyor. İlkede, öğrenebilen, onlara Hollanda içinde yardımcı olabilen Flaman kültür organizasyonlarına hedef kitlesi olarak odaklanıyor. Ama daha geniş bir amaç da güdebilir, bu sebeple aynı zamanda İngilizce de basıldı. Yalnız Türk kökenli kültür alanını betimlemesine rağmen –yani bütün ufku değil- bir Türk organizasyonu tarafından Hollanda kültür alanına giriş için bir başlangıç noktası olarak kullanılmak için yeterli olacaktır. Fakat aynı zamanda diğer ülkelerle politika alışverişinde de kullanılıyor. Örneğin, Bulgaristan Kültür Bakanlığı bu yayınla yakından ilgilenmişti. Ağın kendisi hakkındaki bilgilerden ziyade daha soyut bir düzlemde ilgilerini çekmişti çünkü biz bir yerde bu tür ağları Hollanda’daki Türkler gibi kültür azınlıklarıyla beraber düzenleyip yüreklendirmeye çalışıyorduk.
Bunlar kültürel aktörler ve organizasyonlar arasındaki ağkurumunun ve işbirliğinin temel düzeydeki imkanlarını, hükümetin bu türden bir işbirliğini teşvik edip kolaylaştırma yollarını gösterdiğini düşündüğüm yalnızca birkaç örnek.
Pascal BRUNET- Bu ilk sunumların ardından, şunu görmek ilginçti; Avrupa’dan bahsettiğimiz zaman, katmanlı bir yapıdan bahsediyoruz aslında. Bilir misiniz, milföy adında bir Fransız tatlısı vardır; kültürel işbirliği işte bu milföyün katmanlarından birini teşkil ediyor, bu katmanlardan bir kısmı ise devletleri teşkil ediyor. Ulusal girişimlerin örtüştüğü noktalardan söz ediyoruz. Bu ulusal girişimlerin bir kısmı Birliğin girişimleriyle örtüşürken bir kısmı da özel koşullara cevap veriyor; örneğin sizin de bahsetmiş olduğunuz göç gibi içsel sorunlara, ya da uluslararası ilişkiler gibi dışsal meselelere. Sanırım bu gün üzerinde duracağımız mesele de bu.
Sabine Bornemann’ın sunumu iki bölümden oluşacak; birinci bölümde kültürel işbirliği alanında varolan ulusal yardım ve araçlardan, Almanya’nın bu kültürel işbirliklerini düzenlemek için yürürlüğe soktuğu ve geliştirdiği girişimlerden bahsedecek. İkinci bölümde ise, Sabine başka bir kimlikle, bu sefer Avrupa Birliği’ne bağlı olarak çalışan Almanya Kültür Ulusal Ajansı’nın yöneticisi olarak, bu alandaki kültür programlarından ve AB’nin kültürel girişimlerinin genel yapısından bahsedecek. Belki soruların mahiyetine göre, ardından bizim de ekleyeceğimiz şeyler olabilir.
Sabine BORNEMANN- Çok teşekkürler. Pascal’ın az önce kullandığı milföy hamuru benzetmesinden yola çıkarak, herkesi bir araya toplamaya yardım edebilecek en iyi unsur, teşhis ettiğimiz ve birçok kişinin de bahsettiği gibi, herhangi bir bütünleştirmenin en iyi aracı tabii ki kültür olarak gözükmekte. Başka kültürler hakkında bilgi sahibi olabilmemizdeki en büyük motivasyonun ilk adımı meraktan geçer ve bu yüzden de hepimizi bu kültürel Forum’a davet ederek birbirimizi daha iyi tanımamız için ilk adımları atmamıza yardım eden Europist’e çok minnettarız. Pascal Brunet’in de az önce söylediği gibi, iki görev birden üstlenmiş durumdayım burada şu an otururken; bir yandan Almanya’daki Avrupa Kültür Fonu Programları için Kültürel Temas Noktası’nı yürütürken, öte yandan kültür politikalarının yürütülmesi, geniş tartışma süreçlerine olanak sağlanması ve hükümetle çalışmaların sürdürülmesi gibi işlerle uğraşan Almanya’daki federal bir dernekte çalışıyorum. Almanya’daki araştırma merkezinden Profesör Wiessand’ın şanssız bir şekilde aramızda olamayacağını öğrendiğimden Almanya’nın çift yönlü gerçekleştirdiği bazı inisiyatiflerden bahsedecek birisi bu panelde yer almayacak. Ben de bu konu hakkında konuşabilecek en doğru insan değilim ama yine de birkaç inisiyatiften bahsetmekte fayda görüyorum.
Almanya ile Türkiye arasında geleneksel olarak hep çok yakın ilişkiler olmuştur. İki milyona yakın Türk kökenli insanla Türkler, Almanya’daki en kalabalık azınlık durumundalar ve şu anda yaklaşık bir elli bin kadar dahası Alman pasaportu taşımakta, dolayısıyla gerçek sayı daha da büyük. Şu anda iki adet federal bakanlık hem Kültürel Temas Noktası ile hem de diğer kuruluşumla ilgileniyor: Dışişleri Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı. Onlar çok ilgilendiler ve tabiii geri döndüğümde onlara bir rapor sunacağım, bu foruma katılmak için birilerini gönderebilmeyi çok isterdim.
Şu anda birçok etkinlik Almanya’daki Türk azınlığını hedef alıyor. İki taraflı bir işbirliğini içeren çok fazla program mevcut değil fakat eminim ki çok yakın gelecekte sayıları artacaktır, hatta belki de varolan birkaç projeden benim hâlâ haberim yoktur. Federal fonlarla kültür için yapılan şu; muazzam çok yıllık bir proje için para sağlayıp göçmen sanatlarıyla ilgili bir sergi düzenliyorlar ve proje nihayetinde Almanya’daki göçmen sanatları müzesi haline gelecek. Bu büyük çaplı bir proje ve sanırım maliyeti beş milyon Avro civarında. Bir başka önemli proje ise Almanya Eğitim ve Araştırma Bakanlığı’nın finansmanı ve derneğimin yürütmesiyle gerçekleşen çalışma. Kültürlerarası yetkinlik üzerine odaklanan bu proje iki buçuk yıl sürecek ve eğitim ve kültüre odaklanarak iki tarafta da kültürlerarası yetkinliğin öğrenilmesine çalışacak. Bence bu, önümüzdeki dönemde bütün ülkeler, yeni, eski ve daha sonraki AB üye devletleri için çok önemli bir çalışma olacaktır.
Avrupa Konseyi’nin Kültür Politikaları Özeti (Compendium of Cultural Policies) çok iyi bir bilgi kaynağı, [Alman] Kültür Politikaları Kurumu işin Alman kısmı ile ilgilendi, o yüzden bu tür tamamlayıcı bilgiler için çok iyi bir adres. Daha başka bir çok inisiyatifler de var, sanıyorum bugün Osman Okkan kürsüde olacak ve çok ilginç bir forumda, Alman-Türk Kültür Forumu’nda eminim onun size söyleyecek daha çok sözü olacaktır. Yaşar Kemal ve Günter Grass Başkanlık ediyorlar ve Almanya’daki genç göçmenler için İnternet’te çok ilginç bir proje başlattılar.
Federal Yönetim’den, federal eyaletlerden gördüğümüz ilginin çokluğu umarım sizin için bir fikir oluşturmuştur, ben de artık Avrupa Programları’ndan bahsetmek istiyorum şimdi. Size meraktan bahsetmiştim, birçok kültür operatörü Türk kültür operatörleriyle daha yakın işbirliğine fazlasıyla meraklı ve hevesliler ve kültürel işbirliği projeleri için temel fon programı olan Kültür 2000’e Türkiye’nin de dahil olacağını öğrenmekten son derece mutlular. 2005 yılı için son anda Türkiye’nin talihsiz bir şekilde projeye katılamayacağını öğrenmiştik ama 2006’da ya da en geç 2007’de programın bir parçası olacaklarından eminiz ve bunu umuyoruz.
Bu kültürel fon programlarının amacı nedir? AB’nin, üye ülkelere kültürel projeler için doğrudan finans yardımı yapmasına izin verilmiyor, ancak farklı ülkelerdeki kültür operatörleri arasındaki işbirliğine katkı sağlamasına müsaade ediliyor. Bu Avrupa projelerinin en az üç ülkenin kültür operatörlerine ihtiyacı var ve şu aşamada, Türkiye’nin tam olarak programa dahil olmadığı halde bile, ilave bir ortak olarak katılabilme şansı var. Bu yüzden de çok fazla yükümlülük taşımadan katılmanızı tavsiye ederim, böylece ilk çalışma bağlantılarınızı kurup, ilk deneyimlerinizi yaşayabilirsiniz. Kültür programı dışında da kültür projelerine uygun birçok başka program mevcut. Birkaçını sıralamak gerekirse; bir Gençlik programı var, eğitime yönelik bir program var, film sektörü için medya konulu bir program var, kültürel miras ile ilgili de birçok farklı seçenek var. Size kısa zaman içerisinde verilemeyecek kadar çok detaylı bir konu bu. Teşekkür ederim.
Pascal BRUNET- Teşekkürler. Burada iki AB Ulusal Kültür Ajansı’nı temsil ediyoruz ama salonda başka meslektaşlarımız da var. Belki onların de kendilerini tanıtarak, düşüncelerini bizlerle paylaşmaları ve bizim söylediklerimizi tamamlayacak noktalara değinmeleri iyi olabilir. Evet, salonda Bulgaristan’ın Ulusal Kültür Ajansı’ndan Iveta, doğrudan Türkiye’ye komşu bir ülkeden geldiğinden, bu programların gelişimiyle yakından ilgili olduğunu tahmin ediyorum.
Iveta DIMOVA- Çok teşekkürler. Ben Sofya’dan geliyorum, Bulgaristan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı temsilen buradayım. Bakanlığımız çok yakın bir tarihte Turizm Bakanlığı’yla birleşti, burada Türkiye’de de aynı gelişmenin yaşandığını öğrendim. Öncelikle bu Forum’un düzenleyicilerine teşekkür etmek istiyorum; program çok ilginç ve çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Bize komşu bir ülke olmanıza rağmen, bu İstanbul’a ilk gelişim. İnsanlar çok içten, organizasyon ise mükemmel, size sonsuz teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Bugünkü konu gerçekten de çok ilginç çünkü öncelikle bizi yakından ilgilendiren bir konu, ayrıca AB’nin Culture 2000 programlarının Ulusal Kültür Ajansları olduğumuzdan, bir ağ şeklinde çalışmaktayız ve Türk meslektaşlarımızla iletişime geçmeyi çok istiyoruz. Burada böyle bir imkanımız da olmuş oldu. Culture 2000 programı, Sabine’nin de çok doğru bir şekilde açıkladığı gibi, bir AB programı. Bildiğim kadarıyla Türkiye de bu programa katılmak üzere davet edildi, bu katılım 2005-2006 yılı gibi hayata geçecek mi, yoksa 2007 yılını mı beklememiz gerekecek bunu öğrenmek isterdim. Bulgar kültür operatörleri, Culture 2000 programı kapsamında işbirliklerini geliştirme konusunda çok istekliler, zira bölgesel deneyimleri bir hayli kuvvetli. İşbirliği statüleri koorganizatör ile ortak aralığında değişebilir, ama bölgesel işbirliği alanındaki deneyimimiz, Culture 2000 ya da Culture 2007 programı içerisinde ortaklıklar geliştirilmesinde faydalı olabilir. Çok teşekkürler, ilgilenen Türk meslektaşlarımın benimle iletişime geçmelerinden memnuniyet duyarım.
Zora YAVROVA- Ben Slovakya’dan katılıyorum ve Sabine’in Almanya’da çalıştığı gibi ben de kendi ülkemin Kültürel Temas Noktası’nın başındayım, ikimiz de şu anda Kültür 2005 adlı Avrupa kültür programının yöneticileriyiz. Bu program 2007 yılından itibaren yerini başka bir programa bırakacak. Bu yeni program şu anda müzakere aşamasında ve 2007 yılından itibaren nasıl yürütüleceğini hep beraber göreceğiz. Aranızda Slovak kültürü hakkında bir şeyler öğrenmeye hevesliler varsa benimle görüşmekten hiç çekinmesinler.
Eva CERGOVA- Ben de Çek Cumhuriyeti Kültürel Temas Noktası’nın başkanıyım ve Çekler de henüz Türkiye ile yakın ilişkiler içine girmediler ama eminim ki birçok Çek operatör işbirliği yapmak isteyecektir çünkü bu onlar için ilginç bir deneyim olacak.
Atilla ZANGOR- Herkese günaydın, Macaristan’dan, Budapeşte’den katılıyorum ve ben de Kültürel Temas Noktalarının korosuna katılmak istiyorum. Eğer Macar kültür operatörleriyle iletişime geçmek isterseniz, size yardımcı olmaktan memnuniyet duyarız. Avrupa’daki her Kültürel Temas Noktası’nın çalışma farklılıkları da kültürel çeşitliliğin bir göstergesi. Elbette ki Kültürel Temas Noktaları faaliyetlerinden başka çalışmalar da yapıyoruz. Örneğin Kasım ayında AB ufkunda Avrupa’nın kültürünün ne olacağını ve 2010-2020 yıllarında ne olabileceğini tartışacağımız büyük bir konferans düzenliyoruz. Çoğunlukla yöneticiler düzeyinde gerçekleşecek olan konferans hakkında bilgi almak isterseniz, daha sonra sizinle konuşmaktan mutluluk duyarım.
Mesut ÖZBEK- Ben de Ankara’dan, Kültür ve Turizm Bakanlığı adına katılıyorum. Bakanlık proje koordinatörüyüm, daha çok Avrupa Birliği projelerine bakıyorum. Söylendiği gibi biz, 2005’te Culture 2000’e katılmadık, 2006 için kültürle ilgili STK’lara yazı yazıldı. Eğer projeleri varsa, 2006’da katılacağız. AB projelerinin önemi; Türkiye’de Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin 2002’de bakanlıklara yazdığı yazıyla, her bakanlıkta proje koordinasyon merkezleri kuruldu. Ancak bunun eğitimine biraz geç başlandı, dolayısıyla AB projelerinin Project Cycle Management eğitimi yeni yaygınlaştı. Türkiye’de AB programlarına proje sunabilmek için, Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı ön Ulusal Kalkınma Planı’nda, proje konularının öncelikler arasında yer alması gerekiyor. Yalnız bizim Diplomacy Training Program kültürü henüz öncelikler arasına almadı; altyapı, insan hakları, azınlıklarla ilgili ilişkiler, hep bunlar öncelik oldu, dolayısıyla kültür alanında biz Avrupa Birliği’nden doğrudan çerçeve program çerçevesinde paralar alamadık. Doğu Anadolu’dan çerçeve programlara, kültürle ilgili projeler sunamıyoruz. 2006’da AB’nin Türkiye’ye ayırdığı 500 Milyon Avro için kültürün öncelikler arasına girmesini sağlamaya çalışıyoruz. Bu konuda yetkililerle görüşüyoruz. Teşekkür ediyorum.
Pascal BRUNET- Belki tamamlamak için bilgi mahiyetinde ve sizin sorunuza da cevap teşkil edecek bir şey söylemeliyim. Relais Culture Europe olarak Bükreş’teki ECUMEST isimli derneğimiz, büyük bir coğrafyada, özellikle Balkanlar özelinde hem ikili, yani üye ülkeler ile üye ya da üye olmayan ülkelerin işbirliğini amaçlayan, hem de Birlik içerisindeki işbirliklerini düzenleyen, yani kültür aktörlerinin kullanabileceği araçların tamamını kapsayan bir mapping, bir kartografi hazırlamakta ve bu noktada Türk meslektaşlarımıza da yardım çağrısında bulunduk. Bu belgeyi Relais Culture Europe’un, ya da Budapeşte’deki ECUMEST derneğinin internet sitesinden indirebilirsiniz. Dolayısıyla bu belge, biraz evvel Sabine’in de değindiği gibi varolan tüm araçlar üzerine genel bilgiler içermekte. AB’ye üye ülkelere, Birliğin yapısına dair veriler mevcut ve her programda durum, operatörlerin sorumlulukları, katılım koşulları farklılık gösteriyor. Ve sanırım şantiyenin durumunu göstermesi açısından oldukça etkileyici bir belge, çünkü aslında sürmekte olan bir şantiye durumu söz konusu, ilerleme halinde olan, bazen oldukça mesafe kat eden bir şantiye. Culture 2000 ile ilgili olarak, değişik nedenlerden dolayı durum biraz bulanık; bir taraftan halihazırdaki program iki önemli aşamadan geçti. 2000-2004’ü kapsayan ilk aşamanın sonunda, finans perspektifleri ve birçok başka nedenden dolayı programın iki yıl daha uzatılmasına karar verildi. Dolayısıyla program 2006 yılında sona erecek. Bugüne gelene kadar çok fazla değişikliğe uğradı, birçok planda değişti, özellikle bazı partnerlerin katılımı hususunda değişiklikler oldu ve Türkiye özelinde Türk operatörlerin katılımının bir an önce sağlanmasını umuyoruz, ama sanıyorum ki top artık Birliğin alanından çok Türkiye’nin alanına geçmiş durumda. Ayrıca 2006 sonunda, Culture 2007 ya da başka bir isim verilecek olan yeni programa geçeceğiz. Biliyorsunuz ki, AB’nin yaratıcı ekipleri mevcut, bunlar bu tür isimleri belirliyorlar, yani diyelim ki Culture 2000 dışında herhangi bir ismi olacak bu programın. Bu program amaçları bağlamında farklılıklar içerecek. 2007’de hem amaçların hem da katılımcı ülkelerin durumunun netleşmiş olmasını ve Türkiye’nin bu programa tamamen dahil edilmesini umuyoruz. Bu şimdiden çalışmaya başlamamıza engel değil tabii. Değişik ulusal ajanslardan gelen arkadaşlarımızın burada bulunmaları vesilesiyle değişik kültürel operatörleri sizlere göstermek açısından önemli bir toplantı olduğu kanısındayım. Sayımız daha fazla olabilirdi. Sanıyorum önümüzdeki ay ulusal ajanslar olarak bir toplantımız olacak, orada bu Forum’un konusunun açılacağını umuyorum. Ama birçok ülkede, ister kültür mirası, ister çağdaş sanat alanında olsun, kültür operatörlerinin Türk meslektaşlarıyla çalışmayı çok arzu ettiklerini biliyorum, böyle bir talep mevcut.
Evet, durum biraz şantiyeyi andırıyor, çok açık olan Culture 2000 programı gibi AB özelinde olduğu kadar, Avrupa’ya dahil olan ve olmayan bu bölgedeki ülkelerin statüleri bağlamında da bir şantiye durumu söz konusu. Bazıları AB’ye üye, bazıları üye olacak, bazıları aday statüsünde, bazıları üye olma potansiyeli taşıyor, dolayısıyla bu şantiyeyi tamamlayabilmemiz için daha çok zaman lazım.
Zeynep BORATAV- Aslında daha sonra da sorabilirim soruyu, genel olarak bir şey sormak istiyorum. Bu tür araçları devreye sokarken, aslında Türkiye’nin altyapısının yeterli olup olmadığını araştırıyor musunuz? Bunun için bir takım altyapıyı güçlendirici programlar getirmeyi planlıyor musunuz, ya da böyle programlar var mı?
Pascal BRUNET- Öncelikle bizim programımız yok, biz sadece bilgi sağlıyoruz. Bizim programlarımız yok, fakat altyapıyla ilgili programlar yakında olacak. 2007’den itibaren AB içinde bölgesel politika, katılım politikası gibi altyapıyı hedef alacak programlar oluşturulacaktır. Bu katılım politikası, bir ülkenin gelişmesinde önemli bir etkiye sahip olduğunu kanıtlaması halinde kültürel altyapıyı da kapsayabilecek şekilde, altyapının güçlendirilmesini hedef alıyor. Bu programlar, bazı alanlarda Türkiye ile işbirliğine açık olacak. Halihazırda Avrupa’da bazı politikaları birbirleriyle uyumlu hale getirmeye çalıştığımızdan, bölgeler arası işbirliğini amaçlayan, örneğin şu sıralar Sırbistan’da süren proje programları gibi programlardan yararlanabileceksiniz. Dolayısıyla bunlar 2007 yılında uygulamaya geçecek projeler diye öngörüyorum. AB bakış açısından, yapılandırmayla kastedilen özünde ekonomik kalkınmadır; büyük bir kalkınma vizyonu mevcuttur ve bunun ekonomik sonuçlar doğurması öngörülmektedir. Bu politika üç büyük amaç üzerine kurulu bir yapıya sahiptir: Birincisi ekonomik kalkınmadır, ikincisi sosyal kalkınma ve üçüncü amaç ise daha çok altyapı ve ekipmanın iyileştirilmesidir. Çok teknik bir konu ama, örneğin altyapı bağlamında, yollarla ilgili çok kapsamlı bir girişim var. Dolayısıyla ekonomik, sosyal ya da kamusal alanın düzenlenmesine dahil olabilirlerse, kültür altyapıları da bu alandan yüksek düzeyde faydalanabilir. Eğer teknik konularda başka sorunuz yoksa, Anna Lindh Akdeniz-Avrupa Vakfı’na kulak vermeyi öneriyorum. Bu Vakıf, çok yeni bir araç, hazırlıkları uzun yıllardır sürmekte, ama açılalı 15 gün oluyor. İskenderiye’de açıldı, sanırım Vakıf Türkiye’de ilk kez tanıtılmış olacak. Bu Vakıf, AB’nin gene çok büyük dış politikasının somutlaşmış halidir. Bu dış politika, bugün 12 yıl gibi bir süredir karşılıklı anlaşmalarla devam etmiş ve Avrupa ile Akdeniz bölgesi arasında oluşmasını arzu ettiğimiz ilişkiyi doğurmuştur. Bu vesileyle, kültürel yapılanma ögelerinin neler olabileceğini göreceğiz.
Gianluca SOLERA- Vakıf için çalışan ben ve diğer arkadaşlarıma gelecek yıllarda gerçekleştireceğimiz çalışmalar için bu yüreklendirici sözlerinden dolayı teşekkür ederim Pascal. Dün yer alan bir tartışmaya dair kısa bir fikrimi arz ederek başlamak istiyorum. Dünkü tartışmayı dikkatle dinledim ve bu konferans çerçevesinde Türkiye’nin meşru kılması gereken bir şey olup olmadığını merak ettim. Dün yapılan bütün yorumlarda Türkiye’nin Avrupalılığının meşru kılınmasına yönelik değiniler oldu. Türkiye niçin Avrupa’ya birşeyler ispat etmeye çalışıyor? Sanırım olası cevaplardan bir tanesi, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın çok uzun yıllar hatta asırlar boyunca Avrupa tarafından göz ardı edilmiş olmasıdır. Akdeniz havzasından bahsediyorum. Avrupa yüzyıllar boyunca kıtasal bir alan olarak kabul edilmiştir ve denizle sınırlıdır. Ne var ki bir başka kıtasal alan da Akdeniz havzasıdır ki bunun sınırları ise karalara dayanır. Binyıllar boyu uygarlıkların merkezi olan bu alan hatta medeniyetin doğup geliştiği yer olmuştur. Amerika’nın keşfinden önce, endüstri devrimine kadar bu boş alan, Akdeniz, dünyanın merkeziydi. Şimdilerde Avrupa’nın inşasından bahsediyoruz ve bugüne kadar Avrupa’nın fikri babaları Avrupa’yı başından beri bir iktisadi yapı olarak tasavvur etmişler. Hatırlarsanız Avrupa ortak pazarı vardı, yani ilk fikir, iktisadi ve ticari ilişkiler için bir çerçeve yaratmaktı fakat eksik olan birşey vardı ve bu da son yıllarda Avrupa’nın siyaset masasına yatırdığı boyut ve kimlik sorunu oldu. Ve bence gözardı edilen bir boyut vardı ki bu da aslında kültürel boyuttu. Halbuki Avrupa’yı ekonomik bakış açısından inşa etmek için dünyaya kuzeyden güneye bakmak lazım gelir.
Bu hepimizin birarada sahip olduğu muazzam mirasın vücut bulduğu en belirgin şey nedir; kentler. Rumlar için polis, Latinler için urb, İslam dünyası için medîne. Bir medeniyetin gelişiminin zirvesinin en belirgin göstergesi, kent fikrinin yaratılmasıydı. Kent ise Kuzey’de değil, Akdeniz havzasında doğdu. Şimdi, Avrupa-Akdeniz Kültürlerarası Diyalog Vakfı tam da siyasetçiler Akdeniz havzasına dönüp orada bir varlık nedeni arama ihtiyacı duymaya başladıkları vakit doğdu. 1995’te siyasiler uzun yıllardır unutulmaya terk etmiş oldukları şeyin farkına vardılar. Hatırlarsanız 1995’te bakanlar Barselona’da buluşup AB ülkeleri ve Fas’tan Türkiye’ye kadar Akdenizli ortak ülkelerle Avrupa-Akdeniz ortaklığı fikrini ortaya attıkları vakit Barselona süreci başladı. On tane ortak ülke sayılıyor. Bu iş üç boyutta gerçekleşmekte: Barış ve istikrar için çalışmak –o zamanlarda Oslo Anlaşması’nın Ortadoğu çatışmasına son vereceği ümidi vardı-; müşterek refah için çalışmak –çoğu Avrupalı göçlerden korkuyordu, öyleyse kıtamıza yönelmiş göç akınını yavaşlatmak için bu bölgelerde iktisadi kalkınma sağlamamız gerekiyordu- ve bir de üçüncü boyut olarak halklarımız arasında kültürel anlaşma ve alışveriş ki ilk aşamada pek de hayata geçirilememişti.
Böylece Avrupa-Akdeniz sürecinde, ilk on yıl tasarının bu üçüncü direği, ikinci planda kaldı, neredeyse yok gibiydi. Ardından ansızın Bin Ladin ve New York ikiz kulelerine yapılan terörist saldırılarla bu küçük üçüncü direk muazzam önem kazandı ve siyasetçiler unuttukları bu üçüncü direk olmaksızın Avrupa yapılaşmasının ayakta duramayacağının farkına vardılar. Vakıf işte o zaman vücuda geldi. İlk fikir 2002’de çıktı ve iki yıl sonra, 2004’te kültürlerarası diyaloğu hazırlayacak bu Vakfın kurulmasına resmen karar verildi. Hakikaten gerçekleşmesi ise iki hafta önce oldu. Takdir edersiniz ki bürokrasi ve siyaset çağında yaşıyoruz.
İlginçlik Vakfın isminde. Kültürlerarası diyalog tabirini şimdilik rafa kaldırıp derneğin aldığı Anna Lindh adı üzerinde duralım. Avrupa bütünleşmesi fikrinin doğuşunun tarihin kara sayfalarından birindeki mağlubiyete -II. Dünya Savaşı- dayandığı gibi bu dernek de ismini tarihin kara sayfalarından almayı düşündü: Anna Lindh cinayeti. İyi bir fikri bir mağlubiyetten almak bence son derece manidar. Bu gelecek vaad eden öyle bir tutum ki bunu herhangi bir zafer, başarı ya da fetihten yola çıkmaya tercih ederim. Ayrıca Anna Lindh özel bir insandı. Maalesef kendisiyle şahsen tanışma fırsatım olmadı ama hakkında yazılanları okudum ve onunla tanışmış, onunla çalışmış insanları dinledim. Seçilmesinin nedeni Dışişleri Bakanı olmasına rağmen sade bir kadın olmasıydı fakat bu dünyada sınırların olmadığına inanıyordu. Gerçeklik ancak halklar arası temas olursa değişebilirdi ve Vakfın arkasındaki gizli fikir de budur.
Şimdi, bu vakfın misyonu nedir? Bu vakfın misyonu diyalogdur fakat yüz yüze diyalog anlamında, cepheden değil de yanında durmak suretiyle. Ortakların aynı sıklette, aynı şeref ve aynı karşılıklı saygıda bulunmaları gerekir; yalnızca hoşgörünün değil, karşısındakine saygı duymanın da tesis edilmesi ve ötekini kabulün ötesine geçen bir karşılıklı merak ve ilginin gelişmesini sağlamak için. Velhasıl vakfın temel misyon unsurlarından birisi hareketliliği sağlamaktır; kültürel mirasın, fikirlerin, insan kaynaklarının bir yerden ötekine gidebilmesini. Çünkü kültür yalnızca durağan birşey, bir anıt değil bir akışkandır. Kültürün yalnız bir hadise değil, siyasi kalkınma vektörü olması lazım gelir. Kültür gelişmeye yönelik temel siyasi vektör olmalıdır.
Bunu nasıl yapmalı? Vakfa düşen iş sivil toplumla çalışmak ki bu, neredeyse hepimiz sivil toplum çıkışlı olmamıza rağmen pek de kolay değil, özellikle de farklı siyasi aktörlerin, siyaset kültürlerinin ve kurumlarının bulunduğu, bazen sivil toplumların müttefik değil de düşman gibi göründüğü dünyada, Akdeniz bölgesinde. Bu yüzden Vakıf olarak girişimimiz, siyasetçileri yatıştırmak ve eğer sivil topluma güveniyorlarsa fikirlerinin veya tasarılarının hayata geçirilmesi gerektiğini anlatmak gayesiyle, siyasi ve sivil boyutların arasında bir yerde olacaktır. Bundan dolayı çalışma atölyeleri, ağlar, organizasyonların tespiti ve bildirilmesi, temas kurulması. Üç boyut üzerinden çalışılacak.
Bildiğiniz üzere Vakfın pek fazla parası yok. Üç yıl boyunca aldığı 11 milyon Avro’dur. Herhangi bir başka Avrupa programı dahi Vakfımızdan daha iyi mali kaynaklara sahiptir fakat biz de cüzi miktardaki paramızla elimizden geleni yapıyoruz. 2 + 2 formülüne dayanan tanıtım projeleri finanse etmeğe çalışacağız. Bu ne anlama geliyor? Projelerde en az iki AB ortağınız ve iki de AB dışı ortağınız olacağı. Yani eşit imkanlar istiyoruz. AB dışı ortakların bu projelere katılırken AB ortaklarıyla eşit saygınlığa sahip olması ilkesini oturtmaya çalışıyoruz. Temasları kolaylaştırırken iki farklı ağ ya da organizasyon arasında köprü işlevi görmeye çalışacağız. Sonra da tasarıları tanıtmak kalıyor, bir tür etiket geliştirmeye çalışacağız. Kültürlerarası diyalog için Avrupa-Akdeniz etiketi, en iyi performans gösteren tasarılar için.
Bu ilk sene ne yaptık: Komik çünkü dernek resmen 20 Nisan 2005’ten beri mevcut fakat geçtiğimiz birkaç aydır gizliden gizliye Mısır’da bir bakıma yasadışı olarak çalışıyordu. Örneğin, Nisan’daki açılış töreninde bir konser düzenledik ve sanırım İskenderiye’ye tarihinde ilk kez farklı kültürel müzikleri ve müziğin ardındaki kültürel miras çeşitliliğini bir araya getirmeye çalışan bir genç müzisyen grubu getirdik. Size söyleyebilirim ki konserde dans etmeseler bile sandalyelerin altında ayaklarını oynatan örtünmüş kadınlar dahi gördüm. Bu yalnızca bir başlangıçtı fakat ne tür bir şey yapmaya çalıştığımızı size biraz olsun hissettirmiştir sanıyorum. Bu sene, öğretim programlarını değiştirerek onları Akdeniz kültürü fikriyle bağdaşık duruma getirmek; savaş, hoşgörüsüzlük, İslam-Hıristiyan çatışmaları bir yana, bizi bölenin değil de birleştirenin ne olduğunu bulmaya çalışarak, Akdeniz bölgesinin bir parçası olmanın olumlu taraflarını keşfettirmek üzere, okullar üzerinde çalışmayı deneyeceğiz. Bu etiket fikri üzerine çalışmaya da başlayacağız. Halen nasıl hayata geçireceğimiz üzerinde çalışıyoruz ama birçok diğer organizasyonların çalışmalarını da tanımamız önemli çünkü yeni bir şeyler icat edecek olan bizler değiliz. Biz sadece, diyalog için çalışan çok sayıda insana gereksindikleri saygınlığı vermeye, arka çıkmaya, kültürel, siyasi ve sosyal sahalarda, hem Akdeniz bölgesi ülkelerinde hem de AB ülkeleri nezdinde önemli aktörler olarak tanınmalarına çalışıyoruz.
Şimdi bir de geleceğe bakalım: Önümüzdeki üç yıl boyunca üstünde çalışmayı planladığımız altı faaliyet çizgisi var. Birincisinin başlığı “ortak geleceğimiz gençlerdir”: Gençler üzerine çok çalışmak istiyoruz ve onlar için özel projeler geliştirmeye gayret edeceğiz. Hangi alanda olursa olsun, bu projelerde gençlerin aktör, hatta başrol oyuncusu niteliği taşımalarını istiyoruz. İkincisi –oldukça karmaşık bir sözcük- “çok algılılık” olacak. Ana düşünce, arka planımızdaki ortak kültürel Akdeniz mirasını yeniden keşfedip görünür kılmak, özellikle eğitim kurumlarında. Sonrasında ise, “sanatsal yaratı”: Çalışmamızın üçüncü boyutu, bütün bu otuz beş ülkeden genç ve genç-olmayan sanatçıların bir araya gelip beraber çalışmalarına yardımcı olmak. Ardından, “bilimsel araştırma”: Genç bilim adamlarına burs, Akdeniz kültürü üzerine ortak bilimsel projeler vs. Nihayet sonuncusu: “Bir insan gelişimi aracı olarak bilişim teknolojisinden nasıl en iyi yararlanılır”. Son olarak da “kadınlara güç vermek”: Akdeniz bölgesinde çok hassas bir konu ki açıkyüreklikle yüzleşmeliyiz bununla.
Vakfımız bir ağlar ağı. Bir hevenk gibi çalışacak. İskenderiye’deki insanlar, ben ve diğer çalışanlar, birlikte çalışan 35 ülkeden 35 ağın çalışmalarının uyum içinde gelişmesini sağlamaya çalışacağız, her ülkede her ağın başında bir kişi olacak. Türkiye’de İstanbul Kültür Sanat Vakfı var. Beraber öneri getirme sorumluğunu üstleniyorlar ve biz de diğer ortaklarla bağlantıların kurulmasında, en iyi tasarıların tespitinde ve bu ağın etkin çalışmasında yardımcı olmak için yanlarında olacağız. Ardından da UNESCO, Euro-Med ve AB tarafından zaten tesis edilmiş ağlar gibi bölgesel kurumsal ağlarla çalışacağız. Ana fikir, bizim bir bakıma anahtarları ellerinde tutan yönetim ve bakanlar kurulları ile sivil toplum örgütlerinin arasında bir yerde yer almamız.
Son bir değiniyle bitirmek istiyorum: Sanıyorum ki geçtiğimiz son birkaç ayda, yalnız Türkiye için değil bütün Avrupa için, bütün bu bölge için büyük önem arzeden gelişmeler yaşandı. Bunlardan ilki, Ekim ayında Roma’da anayasa tasarısının kabulüydü. İkincisi, Türkiye’yle pazarlıkların başlaması kararıydı. Belki üçüncüsü de Avrupa’da değil de Akdeniz’in güney sahillerinde bir Kültürlerarası Diyalog Vakfı’nın kurulmasının kararlaştırılması olacak ki bu ufak bir detay sayılmaz. Çünkü kanımca kültür yalnızca bir meta değil, insan gelişiminin de motorudur ve biz de bunu bu şekilde yorumlamayı arzuluyoruz. Kanaatimce Türkiye’nin de oynayacak önemli bir rolü var. Avrupa’nın ucunda olduğundan değil, Ortadoğu, Asya ve Avrupa’nın merkezinde olduğundan, Akdeniz bölgesinin bir parçası olduğundan. Öyleyse, Türk insanından ciddi anlamda destek ve anlayış bekliyoruz projemiz için. Teşekkür ederim.
Pascal BRUNET- Teşekkürler Gianluca. Sanırım sizin ağın üyelerinden birinin salona girdiğini gördüm, arka tarafta oturuyor. Ağın Slovenya’daki temsilcisi olacak kendisi. Gianluca’nın sunumu sonrası, sanırım Vakfın konumunun, hatta Vakfın da ötesinde AB’nin konumunun da nasıl kavramsallaştığını açıkça görmüş olduk. Özellikle de, belki AB’nin kültür politikasından bahsetmek için henüz çok erken olsa da, ama eylemsel bazda bazı amaçlar belirmeye, netleşmeye, tanımlanmaya başladı, sorunların neler olduğu da aynı oranda netlik kazanıyor. Bence kültürlerarası diyalog sorunu bugün yüz yüze olduğumuz en önemli sorunlardan biri. Bu gelecekteki Culture 2007 programının hedefini de teşkil edecek; kuşkusuz ki bu program birçok amaç ve hedef üzerine oturacak ve bu da muhtemelen o hedeflerin başta geleni olacak. Gianluca ayrıca ikinci bir eylem hedefinden söz etti; hareketlilik (mobility) Gianluca’nın da söylediği gibi fikirlerin, eserlerin, kişilerin hareketliliğini kapsıyor ve bu alanda Avrupa’da birçok girişimin olduğunu gözlemliyoruz. Culture 2007 programı bu hedefi de kapsayacak ve bu yönde yeni düzenlemeler önerecektir. Bir çok üye ülkede benzeri girişimler olduğunu görüyoruz. Evet şimdi Sabine Bornemann’a geçiyoruz...
Sabine BORNEMANN- Sihirli kelimelerden biri, AB’nin gelecekteki programının hedeflerinden biri olan hareketlilik. Ancak Avrupa programlarına baktığınızda şimdiden farklı ülkelerde işbirliği ortaklarına ihtiyaç duyulduğunu görürsünüz ve o zaman da Kültürel Temas Noktalarının, yani bizlerin, gittikçe daha sık maruz kaldığı yeni ülkelerin nasıl bulunacağı ve hangi parayla desteklenebilecekleri sorusuyla karşı karşıya kalırsınız. Bu yüzden bu ülkelerdeki farklı Temas Noktalarıyla iletişime girmek iyi olacaktır çünkü hareketlilik fonlarının sayısında bir artış var. Bu yeni Vakfın yeni inisiyatifini duyduğuma çok sevindim. Amsterdam’daki Avrupa Kültür Vakfı (ECF) da birçok hareketlilik fonu sağlamakta ve bunlar çok sayıda ülkeye de açık. ECF özellikle Güney ve Doğu Avrupa ülkelerine önem veriyor ve bu hareketlilik fonlarından Türk operatörler de yararlanabilir. Pek bürokratik değil, yalnızca projeler ve kurma aşaması için yeni işbirlikleri oluşturmaya odaklı. Ağ üzerinde iletişim kurmak ve toplantılarından birine ilk kez katılmak isterseniz ya da bir proje için hazırlanmayı düşünürseniz ve gitmeden önce altı yedi haftanız varsa seyahat masraflarınızı karşılaması için ECF’ye başvurmak zahmete değecektir. Akdeniz Bölgesi’nde gösteri sanatlarının üzerine odaklanan başka fon kaynakları da vardır, örneğin belki de birçoğunuzun bildiği Roberto Cimetta Fonu. Ayrıca bütün bu bilgileri barındıran çok hoş bir internet sitesi de var: www.on-the-move.org Bu sitede bir Avrupa ülkesine gitmek istediğinizde kafanızda şekillenecek bütün sorular hakkında her tür bilgiyi bulabilirsiniz. Teşekkür ederim.
Pascal BRUNET- Bizi işleyiş şekliyle ilgili meseleleri düşünmeye iten diğer bir nokta da bu; bu ağlar ve bağlantılar, fikirlerin dolaşımı konuları bu öğleden sonraki bölümde ele alınacak. Vakfın bu alanda önemli ve etkili bir aktör olacağını sanıyorum. Bu konuda şüphem yok, fakat fikirlerin dolaşımını sağlamak, buradaki Forum’a benzer etkinlikler yoluyla bu ve benzeri anlar üretmek Vakfın açısından öncelikli meselelerini teşkil edecektir diye düşünüyorum.
Lodewijk REIJS – Belki de hareketlilik hususuna ek olarak bir kaç söz söyleyebilirim çünkü çok önemli olan insanların yer değiştirebilmesi konusunun yanında bir de mirasın hareket edebilirliği var, Gianluca’nın da belirttiği gibi. AB dahilinde şu aralar halen ciddi gelişmeler var fakat kanımca gelecekte perspektif genişletilebilir. Mayıs’ta Lüksemburg’de gerçekleşecek bir sonraki Bakanlar Konseyi’nin koleksiyonların nakli konusuyla ilgilenen çalışma grubu hakkında önemli bir sunumu olacak. Çok çalıştılar ve şimdiden oldukça hoş sonuçlar elde ettiler. Çalışma yine memurlar değil tabandaki organizasyonlar tarafından yapıldı ve artık bu hususta sanırım hemfikiriz.
Pascal BRUNET- Teşekkürler. Bir soru, ama doğrudan bu konuyla ilgili olsun çünkü ardından tartışma bölümünü açacağız zaten. Teknik, bilgi amaçlı bir soru varsa alalım...
Yolanda ONGHENA- Teşekkürler, Barselona, İspanya’dan geliyorum. Gianluca’ya bir şey sormak isterdim. Vakfın Başkanının da hazır bulunduğu Barselona’da yapılan Anna Lindh Vakfı açılışına katılmıştım çünkü. Başka ülkelerde mevcut ağlarınız var mı, eğer varsa elde ettiğiniz sonuçlar nelerdir, bu ağlar işliyor mu? Çünkü kendime sormadan edemiyorum, bu ülkelerde ne zaman gerçek anlamda bir işbirliği, ortaklık vücut bulacak? Pascal’ın Avrupa-Akdeniz projeleriyle ilgili fikrini de öğrenmek istiyorum: Biz uzun zamandır Avrupa-Akdeniz Kültür Mirası programı içerisinde çalışıyoruz. Ben bu projelerin gerçekten Akdenizli değil de daha çok Avrupalı projeler olduğunu gözlemliyorum. Çünkü güney ülkelerinde, projelerin devamlılığıyla ilgili hep büyük kaygılar oluyor. Proje tamamlandıktan sonra iki ya da üç yıl içinde ne oluyor? Zaman sorunu da var; bazen sırf bir projeyi zamanında bitirebilmek için, kalitesinden ödün verildiği oluyor, yoksa bir sonraki proje için öngörülen bütçeyi alamıyoruz. Üçüncü sorum da Sabine’ye olacak: Demiş olduğunuz gibi Almanya’da Türkiye ile değil de Almanya’daki Türklerle olan deneyiminizde bir ilerleme kaydetmemiş olmanız gerçekten üzücü. Çünkü örneğin İspanya’da göç yeni , fazla tarihi geçmişi olmayan bir konu. Özellikle bir ülkenin dahili kültürel işbirliği alanındaki deneyimi daha ilginç sonuçlar doğurabilir.
Pascal BRUNET- Teşekkürler. Kısaca cevaplarınızı alalım.
Gianluca SOLERA- Aslında, her ülkede ağlar özerk olarak oluşmaktadır. Dolayısıyla ağa kimlerin erişiminin olacağına, kimin olmayacağına biz karar vermeyeceğiz. Tamamen açık olan ağlar var, sınırlı olan ağlar var, projeye yönelik oluşan, dolayısıyla projenin doğasına göre örgütlenen ağlar var. Diplomatik düzeyde yapılabilecek şey, ağların mümkün olduğunca açık olmasını sağlamak ve dahili bir değerlendirme sistemini işler kılmak olacak.
Pascal BRUNET- Evet, Avrupa-Akdeniz projeleriyle ilgili olarak sorduğunuz, ama genel olarak işbirliği sorunsalına gönderme yapan sorunuza gelecek olursak; bunlar işbirliğinin zorlukları, yani birçok kişi, farklı yapı ve partnerlerin alter-egolarının isteğiyle birçok farklı dayanışma modelinin bir arada çalışmasının zorluğu. Avrupa-Akdeniz sorusu ise bu durumu daha da geren bir örnek. Bunu Birlik düzleminde gördük; örneğin Batı’daki yapılar, Birliğe yeni dahil olan ülkelerdekinden daha katı ve güçlüydü, yeni giren ülkeler bir öğrenme ve gelişme süreci yaşadılar, bu gerilimler Avrupa-Akdeniz düzleminde çok daha yoğun olarak yaşanıyor. Dolayısıyla, bu durum bizi kültürel işbirliğini tanımlamaya itiyor. Kültürel işbirliği, Gianluca’nın da belirttiği gibi, yan yana çalışmaktır, ama bu “yan yana çalışma”da farklılıklarımızı da dikkate almalıyız. Ayrıca, Güney’deki operatörlere bilgi ve becerilerimizi aktaracağımız imkanlar tesis edilmeli. Çünkü burada teknikten pek fazla söz etmedik ama bütün bunların arkasında bir teknik var ve bu teknik her zaman kolay işlemiyor. Bu işbirliği oyununa katılabilmek için yeterince güçlü bir yapıyı oluşturacak imkanlara ihtiyaç var. Belki bir dereceleme öngörülmedi, belki projeye katılım için hazırlık, projenin yürütülmesi ve son aşama olarak, genellikle unutulan bir aşama olan projeden çıkış öngörülmedi, ama bu fikri, yani bir kültürel projede hazırlık, yapım ve bırakma aşamalarının olduğunu komisyonda belirtmeyi düşünüyorum. Bu mesajların mümkün olan tüm yollarla ifşa edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu ilk yorumlardan gördüğüm kadarıyla, tüm bu projeler ve teknik araçlar uygulama hedeflerini azamide, her zaman çok kolay okunamayan siyasi niyetleri ise asgaride ortaya koymakta. Bu niyetlerin belirsizliği bir çok farklı nedene dayanıyor. Belirsizler, çünkü her zaman bunları düzenlemesi gereken makamlar tarafından düzenlenmiş olmayabiliyorlar ya da onları belirgin kılacak çalışmayı yapmak için yeterince zaman ayırmıyoruz. Dolayısıyla sanırım Bayan Lalumière bu politik duruma değinecektir.
Catherine LALUMIÈRE- Bayanlar ve Baylar, iyi günler. Öncelikle sizlere bir özür borçluyum, çünkü aslında dün burada olmam ve bu konuşmayı dün gerçekleştirmem gerekiyordu. Fakat gelemedim ve bugün burada, İstanbul’da olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Onbeş yıla yakın bir süredir Türkiye’ye düzenli olarak gelip gitmekteyim ve diyebilirim ki Türkiye’yi sevmeyi öğrendim. Her şeyi bilmiyorum tabii, ama Türkiye hakkında bugüne kadar öğrendiklerim, bu bilgilerimi derinleştirme şevkimi artırıyor.
Gianluca Solera’nın Anna Lindh Vakfı’ylı ilgili sunumunu dinledim ve bundan büyük mutluluk duydum. Anna Lindh’i tanıma şansım oldu ve kendisini çok takdir ettim, çünkü tam da bu kültürlerarası diyalog fikrini temsil ediyordu ve isminin böylesi bir kültürlerarası diyaloğa verilmiş olması gerçekten çok uygun. Diğer bir olumlu husus da Akdeniz-Avrupa alanına duyulduğu belli olan bu ilgi. Bunu çok büyük bir öncelik olarak tanımlamalıyız; gerçek diyalog, anlayış ve ötekine saygı, hareketlilik ve özünde Avrupa’nın verdiği temel mesajla ilgili söylediklerinize katılıyorum. Aslına bakılacak olursa, burada söyleyeceklerim sizinle aynı çizgide devam edecek.
Sizleri, Avrupa Birliği içindeki ilişkilerde kültürün rolü üzerine düşünmeye davet ediyorum. Türkiye ile AB arasındaki ilişkiden bahsederken, siyasi ilişkileri dikkate alıyorum. Tabii bunun öncesinde bir açıklama yapmam gerekiyor. Kültür dediğimde, sadece güzel sanatlar ve edebiyattan bahsetmiyorum. Söylemeye gerek yok ki tüm sanat biçimleri, sanatsal yaratılar ve sanatsal miras kültürün bir parçası, fakat ben kültür derken aynı zamanda fikirleri, değerleri, inançları ve tüm toplumun görüşlerini de kastediyorum. Bu noktada, Bay Solera siz de sivil toplumdan söz ettiniz. Evet, burada kültür en geniş tanımıyla, antropolojik anlamda ele alınmalı.
Bu açıdan ele alındığında, kültürün Türkiye ile Avrupa ilişkilerinin en önemli boyutunu oluşturduğu görülmektedir. Tabii ki, Türkiye ve AB’nin üzerinde birlikte çalışması gereken başka alanlar da var. Ekonomi alanı var örneğin; Türkiye ile 1995 yılından bu yana Gümrük Birliği anlaşmamız var, bu alanda yapılması gereken birçok şey mevcut. Askeri konularla ilgili de bir araya gelip işbirliği yapmamız gerekiyor; Türkiye NATO’nun ve UNO’nun seçkin bir üyesi. AB’nin Türkiye ile askeri bağlamda ilişkileri giderek artacaktır. Uluslararası politikadan da söz edebiliriz; Irak’taki olaylara, Ortadoğu’daki sorunlara karşı nasıl bir tavır alıyoruz vb. Ama diğer taraftan, kültürel bağlam meselesi Türkiye’nin AB’ya katılımı -eğer böyle bir şey olacaksa- projesinde çok belirleyici bir yere sahip olacak.
Tüm bu dosyaların, özellikle de AB’ye katılım dosyasının ön koşulu karşılıklı birbirini anlama, Türkiye ile AB’nin geri kalanı arasında gerçek bir diyalogun inşa edilmesidir. Bu doğrultuda, demagoji, yanlış anlama ve art düşünceleri aşmamız gerekiyor. Gelecekte bu katılımı hazırlamak ve gerçekleştirmek için kültürel boyut hayati öneme sahip. Biraz dramatikleştirerek de olsa bunun üzerinde duruyorum, çünkü bugün insanların bu konudaki görüşlerini, AB’deki kamuoyunun ne durumda olduğunu ve özellikle Fransa’da Türkiye’nin AB’ya katılımı söz konusu olduğunda insanların neler düşündüğünü görüyorum.
Avrupa’daki ülkelerin büyük çoğunluğunda, Türkiye az tanınıyor. Evet, tarih kitaplarında İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınışından söz edildiğini okuduk, ama bu on yüzyıl kadar eskiye giden bir olgu. Osmanlı İmparatorluğu ve gücünü biliyoruz; yeniçerileri, Büyük Türk’ün korkutuculuğunu duyduk.
Ama tüm bunlar tamamen bir bilgi kargaşasından ibaret ve Türkiye’ye dair abartılı ve karikatürize bir tasavvur yaratıyor. Cehalet çok yaygın ve utanarak şunu belirtmeliyim ki, Fransızlar ve diğer Avrupalılar da bu konuda çok cahiller; Türklerin dünya görüşlerini, Türk kafa yapısını, Türklerin yaşama biçimlerini bilmiyorlar. Bu yanlış anlamalara sebebiyet veriyor ve zamanı geldiğinde, Türkiye’nin AB’ye girişinin önüne engeller koyacak bir durum.
Bütün bunlara bazı kaygılar da eşlik ediyor: Türkiye’nin demografik ağırlığı, aynı zamanda bir potansiyel olarak da görülen ekonomik gücü ve en belirgin kaygılar şu şekilde ifade ediliyor: Eğer Türkiye AB’ya girerse, Avrupa kimliği çözünecektir, çünkü Türkiye Avrupalı değildir. Peki o zaman bu ne anlama geliyor? Avrupalı olmakla ne kastediyoruz? Avrupa kimliği ile neyi kastediyoruz? Kaçınılmaz olarak kendimizi, kültürel bir sorunun merkezine ulaşmış buluyoruz. Avrupalılığı tanımlayan şey nedir? Türkiye ne açıdan Avrupalı değildir? Avrupa kültürünün içeriği nedir ve Türkiye’nin Avrupalı olmasını ya da olmamasını belirleyen şey nedir? Bana diyeceksiniz ki bu soru zaten olumlu bir cevaba kavuşturulmuştur, zira Türkiye 1963 yılından bu yana Avrupa Konseyi’nin bir üyesi ve bu bağlamda, Avrupalı, Avrupa kültürüne, Avrupa kimliğine dahil bir ülke olarak tanınmıştır.
Bu soru, 1989 yılında Orta Avrupa ülkelerinin, Avrupa Konseyi’nin ve ardından da AB’nin kapısını çaldıkları zaman da ortaya atılmıştır. Avrupalı kimliğinin kriterleri o dönemde sorgulanmaya başladı. Avrupalı’yı Avrupalı yapan nedir ve bir Avrupa oluşumuna katılabilmenin kriterleri nelerdir? Coğrafi öğeler var: Türkiye biraz Asya’nın, biraz da Avrupa’nın üzerinde kurulu. Ama ne İstanbul, ne de Çanakkale Boğazı aşılamaz sınır çizgileri. Dolayısıyla coğrafi kriterler birer gösterge, fakat kati tanımlar değiller. Tarihsel öğeler de mevcut ve bu noktada Türkiye’nin eski çağlardan bu yana Avrupa tarihinin bir parçası olduğu görülüyor. Bu da bizi yine kültürel kriterlere geri getiriyor. Her halükarda Türkiye’nin AB’ye girmesiyle ilgili tüm soru işaretleri, endişeler ve şüpheler de bu nokta üzerinde yoğunlaşıyor.
Şu an Fransa’da çok büyük bir çoğunluk tarafından dile getirilen bu rahatsızlığın biraz altını deştiğimizde, bunun Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasından kaynaklandığı görülüyor. Bu da bizi AB’nin bir Hıristiyan kulübü olduğu ve üyelerinin arasına Müslüman bir ülkeyi alamayacağı noktasına getiriyor. Görüyorsunuz ki çok tehlikeli bir yola girmiş bulunuyoruz, çünkü çok tehlikeli ve tamamen zararlı sonuçlara varma riskimiz var. Türkiye’nin adaylığıyla ilgili bu kaygılar ve gerekçeleri çok ciddi çelişkiler ve tehlikeler barındırıyor. Dini, üyeliğin kriteri olarak konumlandırarak, Avrupa’ya “Hıristiyan” ya da “Hıristiyan geleneğinden gelen” ibaresi taşıyan bir etiket yapıştırarak çok tehlikeli bir yola girmiş oluyoruz. Samuel Huntington’a ve medeniyetler savaşına hak vermeye gerek yok, Haçlı Seferleri’ne başlamak gerekir ve bu çok yanlış bir başlangıç olur.
Bu konuda başka bir kanaat de kültürel bir sorundan çıkıyor; Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından biri de bu argümanı kullanmıştı: “Farklılar ve öyle de kalacaklar”. Şimdi bir seçenek değişime inanmak; her insanın değişebileceğine, dönüşebileceğine, gelişebileceğine inanırsınız ve bu noktadan sonra herhangi birini a priori dışlamayı yanlış bulursunuz çünkü bu ne gelişmeye ve dönüşmeye, ne de halkların iyi niyetine inandığınız anlamına gelir. Kültürel farklılıklara yüksek kıymet veren günümüz Fransası’nda görülen böylesi bir akıl yürütme çok güzeldir, ama bu akıl yürütmenin sonunda şöyle bir noktaya varmış oluyorsunuz: “Farklısınız, farklı kalın, yurdunuzda kalın. Bizim ülkemize girmeye haiz değilsiniz, zira farklısınız ve biz farklılığınıza saygı gösteriyoruz. Dolayısıyla kulübümüze üye olamazsınız.”
Burada kaygan bir zeminin üzerindeyiz ve buna tepki göstermeliyiz. Avrupalıların bu hususta çaba göstermeleri gerekiyor ve özellikle de şu anki düşünce yapısı eğer dikkat etmezsek içe dönüklük, dışlama, ötekinden korkma, hırçınlık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlükle sonuçlanacak. Dolayısıyla biz Fransızlar olarak önce kendi arka bahçemizdeki durumu çözmeliyiz. Bunları altını çizerek söylüyorum, çünkü bugün içerisinden geçmekte olduğumuz bu dönem, AB Anayasasıyla ilgili önümüzdeki hafta Fransa’da gerçekleşecek olan referandum, endişelerimiz, hıncımız, önyargılarımız, kendi arka bahçemizdeki sorunu çözmek için bir fırsat sunmaktadır. Kültürel açıdan, Fransa doğru bir tutum içerisinde değildir. Bu tür fikirlerin gelişmesini önlemek için çok dikkatli olmalıyız, çünkü sonradan çok pişman olabiliriz. Fikirler, düşünme şekilleri, önyargılar; bunlar da yine kültürün bir parçasıdır. Bizim böylesi bir sorunumuz var, ama Türkiye’nin de sorunları var, zira Türkiye bir değişimden, dönüşümden geçiyor. Bu sürece son 15 yıldır tanık olmaktayım. Bu değişimler henüz sonuçlanmadı, iyi ki de öyle, çünkü eğer Türkiye AB’ye girmek istiyorsa, kelimeye burada verdiğim anlamda kültürel alanda bu değişimlerin sürmesi gerekmektedir.
AB’ye girmek, AB’nin parçası olmak, örneğin Avrupa Konseyi ya da diğer herhangi bir uluslararası örgüte dahil olmaktan çok daha güçlü, çok daha farklı taahhütleri beraberinde getirmektedir. AB’ye dahil olmak, evlilik taahhüdüne benzetilebilir. Yani aynı temel değerler ışığında, aynı tavırda ve aynı yönde birlikte çalışacağını taahhüt etmek demektir. Bu yüzeysel bir şey değil derin bir konudur ve bu zamana kadar AB’nin, AB mekanizmasına dahil olan ülkelerden talep edilen çabayı ölçüp biçtiğini hiç sanmıyorum.
1989 yılında Orta Avrupa ülkelerinin AB’ye üyelik başvurusunda bulunmalarından sonra neler yaşandığına bakalım -ki bu salonda bu ülkelerden bazı temsilcileri görmekteyim: Macaristan, Slovakya, Bulgaristan vs.’nin Kopenhag kriterlerine, yani ekonomik ve siyasi kriterlere uymaları istendi. Zihniyetin değişimi, kamuoyu görüşü ve AB üyesi olmanın anlamının doğru şekilde değerlendirip değerlendirilmediği konularını atladık. Bay Solera siz biraz evvel sivil toplumdan bahsettiniz ve AB’ye giriş sürecinde sivil toplum çok önemli bir aktör. Sivil toplumlar bir oldubittiyle karşı karşıya kaldı. Başka yerlerde diplomatlar ya da politikacılar tarafından yerine getirilen görevlerle gerçekten bağlantılı değildirler. Öyle olması halinde bu büyük bir sorundur.
Kültür alanı dikkate alınmamaktadır ve bugün birçok yanlış anlaşılma söz konusu; bakınız örneğin Birleşmiş Milletler nezdinde ya da Irak’ın işgaline karşı takınılması gereken tavır konusunda. Bu hafta Avrupa Parlamentosu’nda yeni üyeler ile eski üyeler arasında Yalta Deklarasyonu hakkında anlaşmazlık yaşandı; bazıları Yalta da dahil Rusların yaptıklarını kutlamak istiyordu, çünkü Kızıl Ordu Hitler’in alt edilmesine katkıda bulunmuştu. Diğer taraftan Polonya, Baltık ülkeleri ve başkaları ise Kızıl Ordu’ya böylesi bir övgü gösterisinin biraz abartılı olduğunu dile getirdiler, çünkü adı geçen Kızıl Ordu Hitler’in alt edilmesine katkıda bulunmuştu ama sonrasında da Stalin’i başa getirmiş ve Orta Avrupa ülkelerini 50 yıl boyunca baskı altına alan yönetimleri de iktidara o taşımıştı. Yani burada da görülüyor ki, yanlış anlaşılmalar ortadan kaldırılmadığı müddetçe akıl karıştıran durumlar oluşuyor ve bunlar AB’nin içerisinde gerilimlere yol açıyor. Sanırım 2004 yılında sadece yeni üye ülkelerde değil, eski üyelerde de kamuoyundaki gelişmelerle, zihniyetlerdeki dönüşümlerle pek ilgilenmedik. Bugün, yine Fransa örneğine bakacak olursak, Fransız halkı tarafından AB’ye getirilen eleştirilerden birisi de, on yeni ülkeyi Birliğe dahil ederek yapılan genişlemede halkın görüşüne baş vurulmamış olmasıydı. Dolayısıyla kültürel boyutu, kimlik boyutunu bir yana bıraktığınızda, aslında bizdeki iyi hatıralara yaslandığı görülmektedir, çünkü kamuoyu dikkate alınmaksızın kalıcı bir birlik inşa edilemez.
Türkiye konusuna gelecek olursak; Türkiye AB’ye giriş adaylığını beyan ettiğinde, zorlu bir yola girmiş oldu. Burada bulunan Türk vatandaşlarına sesleniyorum, siz bunu herkesten daha iyi biliyorsunuz, ülkeniz çok güçlü bir kişilik, çok uzun bir tarihi var, bağımsızlığı ve bağımsızlığın hakimiyetini tatmış bir ülke. Oysa ki AB’ye giriş, hakimiyetin bir kısmının Birliğe ihale edilmesini gerektiriyor. Bu birçok üye ülke için bir hayli zor oldu ve örneğin Fransa ve Almanya’nın, birlikte kuracakları bu Birliğin yararına hakimiyetlerinden feragat etmeleri için iki nefret uyandıran Dünya Savaşı’nın acısını yaşamaları gerekti. Türk halkı gibi bir ulusun ise uzmanlıklarının, hakimiyetinin bir bölümünü AB yararına aktarması, 25, 27 ya da belki 30 diğer üye ülkeyle kendini eşit bir konumda görmesi kolay değil. Çünkü bu soru her bir vatandaşın kalbinin derinliklerine, kültürüne, en derin kültürel kimliğine dokunmaktadır. Bu adımın atılması bu yüzden büyük zorluklar içermektedir.
Diğer taraftan, AB’ya dahil olunduğunda, ortak değerleri uygulamak gerekecektir. Bu ortak değerler halihazırda zorlu bir şekilde onaylamaya çalıştığımız bu anayasa projesinde de çok iyi dile getirilmektedir. Açıktır ki Türkiye gibi bir ülke için bu birçok değişimi gerektirmektedir. Gerçekten çaba harcanması gerekir ve yaşanan bazı olaylar, bu ilke ve değerlere ters düşmektedir. Bundan birkaç hafta önce, Türkiye’de feminist bir gösterisi polis tarafından bastırılmıştır. Bu eylem, kadın – erkek eşitliği ilkesine tamamen ters düşen bir yöntemle bastırılmıştır. Dolayısıyla yapılan şeyler iyi hesap edilmelidir. Türkiye’de bazı siyasetçiler, Avrupa’nın şu ya da bu soruna gelenekler gereğince karışmaması gerektiğini belirtmektedir, ama karışması gayet doğaldır, çünkü bu sorunlar temel değerleri dokunmaktadır.
AB’ya katılmak isteniyorsa, oyunun kurallarına riayet edilmesi gerekir, ki bunlar oyunun kuralından da ötedir; bunlar Avrupa’nın üzerine kurulu olduğu en temel değerlerdir. Yani şu noktayı vurgulamak istiyorum: Gerçekten bu Birliğe tam üye olarak katılmak isteniyorsa, Birliğin bu temel değerlerinin kabulü kaçınılmazdır. Çevre sınırlarda kalınacaksa, eğer ortaklık anlaşmasıyla yetinilecekse, Birliğin temel değerlerine katılım şart değildir. Ama eğer Birliğe katılmak isteniyorsa, adı geçen bu değerlere katılımı talep etmek en doğal hakkımızdır.
Ben AB’nin dünyaya dersler vermesini kesinlikle desteklemiyorum, genellikle farklılıklara özen göstermeksizin, ötekine çok fazla ders verme eğilimindedir. Örneğin Birliğin komşuluk politikalarıyla ilgili olarak, anlaşmanın 57. maddesi var; bu maddeyi pek sevmiyorum çünkü bizden komşularla, Birliğin değerlerini dikkate alarak işbirliğine girmemizi talep ediyor. Bu biraz tek taraflı bir düşünme yapısı. AB kültürel çeşitliliklere saygı göstermeli ve üçüncü taraflara sürekli kendi kurallarını dikte etmemeli. Fakat bu ülkelerden biri eğer AB’ye üye olmak istiyorsa, bu tabii başka bir konudur. Çok güçlü ve ve dikkatle uyulması gereken bir angajmandır.
Şimdiye kadar tüm söylediklerimden de anladığınız gibi, benim açımdan ülkelerle AB arasındaki ilişkide kültürel, felsefi, siyasi boyut hayati bir öneme sahip çünkü tüm bunlar AB için de hayati unsurlardır. Çok güçlü, birbirine çok bağlı ve kendine özgü bir birliktelik olan AB, bu birlik bir değerler kaidesinden temellenmedikçe bu güçlü yapısını sürdüremez. Tıpkı bir ev gibi, bir temele oturmak zorunda. İşte bu temel değerler kelimenin en asil ve en geniş anlamıyla kültüreldir. Bu değerler bu birlikteliğin harcıdır ve Birliğin amaçlarını belirleyen de yine aynı değerlerdir.
AB’yi niye kurduk? Refah için, ama bundan daha fazlası var. AB’nin bir uygarlık ülküsü, bir insanlık kavramı, insana saygı ilkesi, insanın toplumla ilişkisine dair bir algısı vardır. Dolayısıyla burada tanımladığım en geniş anlamıyla kültür, Avrupa oluşumunun aynı zamanda hem kaidesi, hem harcı, hem de amacıdır. Gelecekte AB’nin dış politikasını şekillendirecek olan da işte bu kültürel çizgidir. AB’nin dünyadaki dışa dönük faaliyetleri öylesine belirlenmiş bir faaliyet, bir sömürgecilik ya da bir fetih hareketi kesinlikle olmayacaktır. Fakat insani faaliyetler, gelişmekte olan ülkelere yardım, çatışma ortamındaki bölgelere askeri destek gibi faaliyetler de belli bir amaç doğrultusunda gerçekleştirilecektir. Bu amaç şöyle formüle edilebilir; barış ortamının yeniden inşası, halkların en iyi koşullarda yaşamalarının sağlanması vb. Dolayısıyla AB’nin dışişlerinde belli bir dünya kavrayışından, belli bir kültürel yapıdan beslenen bir özgünlük mevcuttur.
Türkiye bu değerler kaidesini ve bu sözünü ettiğim amaçları paylaşarak bu mekanizmaya dahil olmaya davet edilmiştir. Bunun için bir takım dönüşümler ve bu yönde bir niyet gerekmektedir. Kimse Türkiye’nin yerine karar alamaz. Türkiye derken tabii ki Türkiye’nin yöneticilerini kastediyorum. Tüm Türk toplumunu da kastediyorum. Bunu daha önce de belirttim, bu karar sadece yöneticiler tarafından alınamaz. Tüm toplum bu kararın açıkça ve bilinçli olarak bir parçası olmalıdır. Bu süreç, kültürlü kadın ve erkeklerden, siz entelektüellerden, yaratıcılardan, fikirleri, inançları, değerleri, büyük ilkeleri, kısacası kültürü yaratanlardan geçmektedir.
Kültürlü kadınlar ve erkekler, entelektüeller Avrupa’nın oluşumunda yeterince etkin olamadılar ve bundan dolayı oldukça pişmanlar. Avrupa’nın oluşumunu, hayati öneme sahip sosyal ve insanı boyuttan mahrum bırakarak, fazlasıyla iktisatçıların, teknoktratların eline bıraktık. Türkiye, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda da aynı şey geçerli. Bu sadece iktisat dosyalarına, istatistiklere ya da formalitelere bırakılacak bir konu değildir. Çok daha derin, çok daha hayati bir konudur, aynı zamanda bir o kadar da katı bir konudur. Ben kişisel olarak tüm kalbimle Türkiye’nin bu ön adaylık sürecini bu şekilde ele almasını ve entelektüellerin, kültür alanının profesyonellerinin işe el atmalarını ve “AB’ye ilgili her şey uzmanların, teknisyenlerin işidir. Biz oradan buradan teşvik almaktan veya şu ya da programa dahil olmaktan memnunuz” diyerek köşelerine çekilmemelerini umuyorum. Hayır mesele çok daha ciddidir ve Anna Lindh Vakfı’nın de aynı ilkeden hareket etmesinden dolayı çok memnunum ve sanıyorum bu Vakıf doğru yolda ilerlemektedir. Ama bu Vakıf her şeyi de tek başına yapamaz. Hepimizin ülkelerinde, tüm koşullar altında düşünebilen ilkeli ve idealist kadınların ve erkeklerin bu sorumluluğu üzerlerine almaları gerekiyor. Türkiye’yi, AB’yi ancak böyle geliştirebiliriz, geliştirebilirsiniz, Türkiye’yi ancak bu koşullarda AB’ye dahil edebilirsiniz.
Bir izleyici- İlk başta bir yanlışı düzeltmek istiyorum. Türkiye İslam devleti değildir, anayasasında laik bir devlettir ama Türkiye’de Müslümanlar fazla yaşamaktadır. Ama ülkemizin her yerinde ateist de vardır, Hıristiyan da vardır, Musevi de vardır. Türkiye’yi İslam devleti olarak görmenizi başta Avrupalıların ve Amerikalıların yaptığı en büyük hata olarak görüyorum. Bir de bir şeyi açıklamak istiyorum; Avrupa’da çoğunluğun mensubu olduğu dinler bu topraklardan çıkmıştır. Mezopotamya’dan Sümerliler’den çıkmıştır, gerek Hristiyanlık, gerek Musevilik. Bu topraklardan gitmiştir yani kültürlerarası kaynaşmada dini kitaplara baktığınız zaman ortak birçok noktamız vardır. Bu bakımdan farklılıklarımızın zenginlik olduğunu çok iyi görmemiz gerekiyor.
İkincisi, ben Avrupa’nın birçok ülkesini gezdim. Elli yıl evvel sizlere Türkler geldi çalışmak için. Elli yıldan beri Hollanda’da Hollandaca bilmeyen insanlar var. Yeni yasalar çıkarılıyor: 500 tane Hollandaca kelime bilmezseniz Hollanda vatandaşı olsanız dahi Türkiye’ye geri döneceksiniz. Dünyanın en gelişmiş medeniyetlerininin topluluğu olarak görülen Avrupa, kendisine gelen misafirlere dilini öğretme zahmetinde bulunmuyor ki ekonomik olarak da çok iyi bir durumda. Sonra bir bakıyorsunuz geri kalmış, kenar mahallelere itilmiş toplumlar, orada komün yaşıyorlar, kendi kendilerine biraraya geliyorlar, Avrupa’nın postmodern yapısını algılayamadan, moderniteye de geçirilememiş bir toplum çünkü Anadolu moderniteyi Anadolusal ve topraksal bir yapıda yaşıyor. Bunları araştırmanızı tavsiye ediyorum, özellikle vakıfların bunu çok araştırması gerekiyor.
Bir şey daha, bizler 500 yıl Avrupa’nın içinde yaşamış bir ulusuz. Savaşla gitmişiz ama aynı şey, Amerika da şimdi savaşla Ortadoğu’ya giriyor. Yani Avrupa kültürünün Türk-Anadolu kültürüyle birleşmesinde çok zorluk çekileceğini sanmıyorum. Biz AB’ye giriş sürecimizi yaşarken, kendi değerlerimizi evrensel değerlerle bütünleştirmek için gidiyoruz. Çok önemli; Fransızlar Hatay’a girdiler ve üç-dört yıl kaldılar ve bugün Antakya Fransız kültürü altında gelişmiştir. 500 yıl kaldığımız Macaristan, kökleri Orta Asya’dan gelen Hunlar bizi barbar olarak görüyor ve bir şey yapmamışız, dinini de değiştirmemişiz, oldukça laik davranmışız o zamanların içerisinde. Bunu böyle iyi değerlendirmemiz gerekiyor.
Avrupa’ya geldiğimiz zaman Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları, birbirlerine nasıl davrandıklarını bütün dünya biliyor. Bugün bir Fransız’a İngilizce konuşturamıyorsunuz Paris’e gittiğiniz zaman, dona kalıyorsunuz. Yani bu nasıl bir birleşim? Bu çok şaşırtıcı. Ama benim gördüğüm yine ekonomik. ABD’nin emperyalist gücüne karşı Almanya ve Fransa’nın birleşmesi gerekiyor. Çok ciddi bir birleşiklik yaşaması gerekiyor. Avrupa kimliği konusunda detaylı bilgi alamadım Sayın Lamuière’den. Avrupa kimliğinin nasıl olacağı konusunda detaylı bilgi almak istiyorum.
Bir de bir şeyi öğütlemek istiyorum; lütfen Anadolu topraklarındaki hümanizm felsefesini iyi irdeleyin. Çok ihtiyacınız olacaktır. Bizim Bektaşiler’den Yunus Emre’ye kadar halkımızın yapısının temel faktörlerini çok iyi bilin. Bizler bunu niye hayatımıza yansıtamadık biliyor musunuz? Çünkü ekonomik olarak günlük yaşamak zorundayız. Geleceğimizi planlayacak imkanlarımız yok. Biz yıkılmış bir devlet üzerine kurulduk. Mustafa Kemal’in önderliğinde dünya devleti olabilmek için çok mücadele verdik ve bunlar için Afrika’dan, başka yerlerden para gelmedi bize. Biz bunları bir bütün içerisinde yaptık ki Almanlarla işbirliğimiz var, Fransızlarla da Kanuni Sultan Süleyman’a giden işbirliğimiz var. Bizlerden yardım istediniz zor durumda olduğunuz zaman. İnsanlık bir bütündür, önemli olan insanlığa bakış açısıdır. Küreselleşmenin boyutlarına iyi baktığımız zaman bir bütün olarak yaşamaya mecburuz. Eğer bütün olarak yaşamazsak, terörizm ve kan her tarafa yayılacaktır. Sayın Lalumière’e bir şey daha söylemek istiyorum; evet polisimden ben de utanç duydum o kadını dövdüğü için ama geçen gün Türk’ün en büyük gazetesi Hürriyet’te okuduk Fransız polisi gençleri çok kötü dövdü. Öyle kötü dövdü ki manşetlerdeydi. Ben ondan da utanç duyuyorum.
Catherine LALUMIÈRE- Beni yanlış anlamayın. Türkiye’den Müslüman bir ülke olarak bahsederken, Türk devletinin laik olduğunu biliyorum tabii ki. Sadece şu sıralar AB’de ve özellikle de Fransa’da olup biteni dile getirdim, bunları ben de eleştiriyorum ve kınıyorum, ama maalesef gerçek bu. Yani şu an Fransız kamuoyunda bazı tepkileri kötü buluyorum. Bu fikirleri değiştirmek için bunların varlığını dikkate almalıyız. Bunların konuşulmasını istiyorum, tüm bunları saklamak çok tehlikeli. Türkiye’ye bakacak olursak, burada da her şeyin mükemmel olduğu söylenemez. Benim söylemek istediğim, birlikte bir şeyler inşa edebilmemiz için özenli olmamız gerektiği.
Bir izleyici- Geçen sene Bişkek, Kırgızistan’da yurttaşlık eğitimi projesinde görevliydim. Bu sene İstanbul’da küçük bir üniversitede çalışıyorum. Bütün oturumculara sunumları için teşekkür ediyorum. Hepsi de oldukça aydınlatıcı oldular ve itiraf etmeliyim ki beni kültürün çözüm değil sorunun ta kendisi olduğuna ikna ettiniz. Kültür tarihçisiyim. İşim bu ve araştırmalarım Kanada ve ABD’de çokkültürlülük sorunuyla ilgili. Sanırım sahici bir kültürlerarası diyalog oluşturmak istiyorsak, merkez fikrinden vaz geçmemiz gerekiyor. Bence bunu bir daha düşünmeliyiz. Tarihçi olarak beni rahatsız eden diğer husus da Dr. Solera’nın değindiği Avrupa-Akdeniz kültür sentezi fikri; bunu hayata geçirmek için tarihi ne derece suiistimal edebiliriz? Tarihi düzlemde ortak değer arayışı çoğunlukla belli siyasi ve iktisadi emeller uğruna tarihin yeniden okunup çarpıtılmasıyla sonuçlanmıştır. Bunun burada tehlike arz edip etmediğini merak ediyorum. Teşekkürler.
Pascal BRUNET- Son bir soru alalım, sanırım ardından bu oturumu bitireceğiz. Bu tartışmalar bugün öğleden sonra devam edecektir ve yarın da sanıyorum bir tartışma bölümü olacak.
Bir izleyici- Kültürel birleşimden bahsediliyor, hakikaten çok kapsamlı, çok ulvi ve çok yüksek bir hakikatten konuşuluyor. Şimdi, genelde hep biz Avrupa’yı tanıyoruz. Yani yaklaşık 70-80 seneden beri bu konularla ilgili çok atılımlar var. Fakat Avrupa hakikaten Türkiye’yi tanımıyor. Buradaki insanlardan, düşüncelerden de çok bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Türkiye’yi “Her kim olursan ol yine gel” diyen bir Mevlana, “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” de diyen bir Yunus Emre ve “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” diyen bir peygamberin sözlerinde bulabiliriz. Burada konuştuğumuz kültürel farklar hep siyasete kayıyor. Hanımefendi mesela “Türkiye eğer girecekse bize uymalı” dedi. Hakikaten doğru, yani siz bir yere girecekseniz uymalısınız. Fakat örneğin vahşi bir hayvan düşünün yüz tane masumun hakkına tecavüz ediyor, onları öldürüyor. Şimdi o hayvanı affedersek biz çok güzel bir şey yapmış oluruz, fakat o yüz tane masum ne olacak? Böyle bir şey olamaz. Yani yüz tane masumu parçalayan caniyi affetmek o yüz tane masumun hakkına tecavüz etmek demektir. Şimdi Avrupa bizden bunu istiyor. Yani bu kültürel farklılığı farklı boyutlara taşımak çok yanlış. Olay sadece vicdanda bitiyor çünkü aklın gıdası ilimdir, kalbin gıdası da dindir, vicdandır. İkisinin birleşmesinden hakikat tecelli eder. Avrupa bunu ayırmaya çalışıyor. Bunu ayırırsanız hem politikada, hem siyasette, hem yaşantıda, hem vicdanda hiçbir zaman başarılı olamazsınız. Biz Avrupa’yı hakikaten çok irdeliyoruz. Ama Avrupa şunu anlamalı, Türkiye’nin yaşantısı Avrupa’ya göre farklı. Mesela Avrupa’nın yaşantısında, kültüründe içki çok normal bir şey fakat bizde içki haram olarak biliniyor. Bunun niye haram olduğunu bilmeniz gerekiyor. Siz sadece kendi bakışınızdan bakmaya çalışıyorsunuz ve bu da hataları getiriyor.
Lodewijk REIJS- Amerikalı arkadaşımızın –üzgünüm adınızı duyamadım- kültürel diyalog hakkında söylediği “kültürün merkezi olmamalıdır” ifadesi üzerine kısa bir düşünce sunmak istiyorum. Kanımca tamamen haklı ve tam da bu nedenden dolayı Avrupa’da şu aralar oldukça ateşli bir tartışma söz konusu. Özellikle UNESCO, kültürel çeşitlilik ve önemi üzerine. Bu tabii ki çok güç bir mesele çünkü herkes dünyaya kendi bakış açısının merkezinden bakar fakat özellikle Avrupa’da bu meselenin oldukça üstünde durulmaktadır, özellikle de Fransa’da bütün bu kültürel çeşitlilik sorunu ele alınıyor. Kanımca kültürel diyaloğun bu anlamı için çok önemli.
Pascal BRUNET- Teşekkürler böylece süremizi epey aşmış olduk. Sanırım bu tartışma öğleden sonra da devam edecek, ama bu bölümdeki tartışmamızın konusu özellikle “Avrupa programları içinde araçlar, faaliyetler ve bunların gerekçeleri” idi ve sanırım bu konuyu açıklığa kavuşturduk. Aynı konuyu ağlar ve ağların operatörleriyle, deneyimleri bazında tartışmanın çok ilginç olacağı kanısındayım. Yarın ise yaratım süreçleri ve sanatçılar ele alınacak.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder