7 Kasım 2007 Çarşamba

Sonuç



Prof. Kevin ROBINS- Goldsmiths Üniversitesi, Medya ve İletişim, İngiltere
Dr. Ata ÜNAL- Tiyatro Kuramcısı, Türkiye




Ata ÜNAL- Merhabalar. Sonuç bölümüne hoş geldiniz. Öncelikle sonucun yöntemine ilişkin bir açıklama yapayım. Bir saat süre verilmiş ancak bu bir saatin tamamını konuşmacı olarak kullanmayı düşünmüyoruz. Ben zaten bugün sabah seansındaki oturumda konuşmacı olarak yer almıştım. Sonucu özellikle sizlerle paylaşmak için sizlerin katılımıyla bir şekilde gerçekleştirmek istiyoruz. Ama ilk önce tabii ki, Profesör Kevin Robins kendi sonuç konuşmasını sunacak. Daha sonra onun da yönelteceği daha doğrusu ortaya atacağı sorular ve konular çerçevesinde oluşanlar belki tartışmaya yardımcı olacak kılavuzlar oluşturacaktır. Ondan sonra sözü tamamen size bırakacağız. Kısaca kendisini tanıtmak gerekirse, Profesör Robins, Londra’da City University’de Sosyoloji bölümünde öğretim görevlisi ve Avrupa ülkelerindeki Türk göçmenleri ile ilgili çalışmalar yapıyor. Türkçe’de yayınlanmış iki kitabı var. Ayrıntı Yayınları’ndan ikisi de. Birinin adı “İmaj” diğerinin adı “Kimlik Mekanları”. Şimdi sözü Prof. Robins’e bırakıyorum.



Kevin ROBINS- Batı Avrupa’nın Doğu Avrupa’yı algılayışı ile ilgili önemli meseleler yakın zamanda ortaya atıldı –burada Doğu Avrupa’dan kastım Türkiye ile birlikte Avrupa’nın güneyi ve doğusunu içeren büyük geniş alandır. Bence ilk problem -her ne kadar burada bulunanlar için olmasa da diğer birçok insan için bir problem- Avrupa hakkında konuşulduğunda, Doğu Avrupa’nın (Türkiye dahil olmak üzere), yazar Dubravka Ugresic’in sözüne atfen, bir “düşünsel boş alan”olarak algılanmasıdır. Düşünsel boş alan ifadesini kullanarak anlatmak istediğim Batı Avrupalılar için hiçbir yaşantısal anlamı, yaşanmış bir esası olmamasıdır.

Buradaki ikinci önemli nokta ise, Batı Avrupalıların, Avrupa’nın doğu kesiminden öğrenecekleri önemli herhangi bir şeyin olduğunu hemen hemen hiçbir şekilde düşünmemeleridir. Hatta bunun bir anlamı bile olmadığını düşünmeleri belki de. Örneğin Makedonya’da, eski Yugoslavya’da uzun zaman geçirdim ve ekonominin nasıl liberalleştirmesi gerektiğine ya da demokratikleşme üzerine dersler veren danışmanlar gördüm -hiçbirinin Makedonlardan herhangi birşey öğrenebileceklerine dair bir düşünceleri yoktu. Dolayısıyla, Doğu ve Batı Avrupa’nın gündemindeki problem, fazlasıyla tek yönlü bir iletişimin söz konusu olması.

Bence, Batı Avrupalılar, Avrupa’nın doğusunda yaşayanlarla birlikte, bu kendine has bölgenin farklı tarihleri hakkında düşünmelidirler. Varmaya çalıştığım nokta, bu bölge ait tarihlerin ne oranda yıkılmış imparatorluklar üzerine yazılmış olduğudur: Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macar İmparatorluğu ve Rus Çarlığı. İnanıyorum ki bu imparatorlukların tarihi hakkında daha çok bilginin yansıtılması gerekmektedir. Daha fazla aydınlatılmayı ve üzerine tartışılmayı hak eden konulardan biri, elbette bu imparatorlukların kozmopolit tarihleridir. Birileri kozmopolit tarih hakkında konuştuğunda, insanlar genellikle bir biçimde olumsuz tepki verir, konuşanın nostaljiye daldığı düşünülür ve zaten sonlarını hak eden, unutulmaya mahkum eski birer dinozor oldukları iddia edilir. Benim görüşüme göre ise şu zamanda, bu imparatorlukların farklılıkları, önemleri ve kültürel alanlarını şimdinin ulus devletlerinden farklı olarak nasıl düzenledikleri hakkında daha fazla tarihi araştırma yapılmalıdır. Çağdaş Osmanlı tarihçileri arasında revizyonistler olduğunu düşünüyorum -örneğin Cemal Kafadar- ve bu kişiler bir tür ulusal tarihçiliğin etkisinde kalmadan bu imparatorlukları kaleme almak istemektedirler. Bu yüzden inanıyorum ki o imparatorlukların arasındaki benzerlikleri düşünmemiz gerekir. Örneğin bu bölgedeki belli şehirlerde (İstanbul, İskenderiye ve Selanik gibi) yaşayan insanlar genel kültür mantıklarını ve benzer tarihi süreçleri nasıl tecrübe etmişler, bunun hakkında düşünmeliyiz. Onlar aynı tarihe sahipler ve aynı türden hikayeleri paylaşıyorlar: Her biri belli bir türde kozmopolit nüfusa sahip ve her biri millileşmiştir. Biri Türkleşirken, bir diğeri Yunanlılaşmış, ötekisi Araplaşmıştır. Sonuç olarak, kendimize hatırlatmamız gereken bu gibi benzer tarihlere sahibizdir.

Bu eski imparatorluk kültürlerinin ulusal toplumları ve kültürleri bir potada eritebilmek için karşılaştıkları zorlukları, Batı Avrupa’daki meydana gelişleri ile kıyaslandığında Doğu Avrupa’daki ulus toplumları oluşturmak için izlenen yollar arasındaki büyük farklılığı da sürekli olarak kendimize hatırlatmalıyız.

Son olarak da Batı Avrupa güçlerinin Avrupa’nın doğusuna olan ilgilerini –müdahelelerini- açıklığa kavuşturmamız gerekir. Bu, Batı Avrupa AB söylemlerinde layıkıyla tartışılmayan bir konu fakat bizler Doğu Avrupa’da rastlanan sıklıkla problemli ulus devletlerin oluşumunda Batı Avrupa güçlerinin ne kadar dahli olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Örneğin 1920’lerde İngiliz tarihçi Arnold Toynbee tarafından yazılan Yunanistan ve Türkiye’deki Batı Problemi adlı kitapta o zamanlardaki Batı güçlerinin Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkilere müdahalesi ve bu müdahelenin ne kadar yıkıcı sonuçlara sebep olduğunu açıkça ortaya koyan ciddi bir tartışma sunulmaktadır. Fransa’nın, İngiltere’nin ve Almanya’nın, Doğu Avrupa, Balkan bölgesi ve Güneydoğu Avrupa alanındaki müdahelelerini zorunlu kılan etken Realpolitik diplomasisi hikayesidir. Realpolitik’in kültürel çeşitlilik üzerindeki sonuçlarından da bahsedilebilir. Örneğin şu sıralar, eski Yugoslavya’da, Manastır’da yaşayan Sefaradları konu alan bir kitap okuyorum ve kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Yahudi olarak doğup, II. Dünya Savaşı sırasında Hıristiyan milliyetçi yayılımcılığı ve ırkçılığı neticesinde ölünebileceği gibi ilginç bir hususa dikkat çekiyor. Dolayısıyla, Batı Avrupa güçlerinin muazzam etkileri olduğu görülmektedir. Tabii bu arada burada ve diğer bölgelerde gelişen milliyetçilik olgusunun temelde Batı Avrupa’daki Hıristiyan topluluklarının bir icadı ve ihraç ürünü olduğu da unutulmamalıdır.

Şimdi de özel olarak Türkiye meselesini ele alalım. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde Türkiye’nin Avrupa saflarındaki yerini, Doğu ve Batı’nın karmaşık ve eşit olmayan ilişkilerinin bağlamı ve yan etkilerine göre, yeniden düzenlemeye çalıştığını görüyoruz. Türkiye’nin kendini Avrupalı ve çokkültürlü bir şekilde yeniden düşünebilme çabasını şekillendiren birçok etmenin olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce bölgede değişen ve yeniden ortaya çıkan kimlikler meselesi var. 1990’lı yıllarda insanların kendilerine kültürel olarak bakışı önemli değişikliklere uğradı. Demek istediğim Türkiye’nin, belirgin bir şekilde, homojen yapılı ülke imajından, –her ne kadar zorluklarla da olsa- çeşitliliklerin daha fazla tanındığı bir ülke konumuna gelmiş olmasıdır. Bu değişim, genellikle politik ve sosyal tartışmalar vasıtasıyla değil, daha çok örneğin aile içi söylemler vasıtasıyla, bireylerin aile kökenlerine ve atalarının nereden geldiğinin karmaşıklığı hakkında konuşmaya olan ilgilerinin artmasıyla gerçekleşmiştir. Meselelerden biri budur: Kimlik değişimi. Din kültürü açısından da bu değişimin büyük bir önemi vardır. On sene kadar önce burada tanıdığım laik arkadaşlar, Refah Partisi belediye seçimlerini kazandığında endişeliydiler çünkü Beyoğlu’nda şeriat kanunlarının hüküm süreceği gibi fikirlere kapılıyorlardı. Şu anda bütün bunlar dikkate değer bir hal aldı ve dini görüşler çerçevesinde çağdaş duyarlılıkların değişimi, bence, önemli bir gelişme.

Sanırım bir mesele daha var, ikinci bir mesele, bu da yirminci yüzyılın başlarında yaşananların belli travmatik sonuçlarının Türkiye ve Yunanistan tarafından ele alınmaya başlanması ile ilgili yöntemler. En azından Ermeni soykırımı ve mübadele tarihi hakkında bazı uzlaşmalara varılmaya başlandı. Türk siyaset tarihçisi Taner Akçam’ın da belirttiği üzere, toplumda yaşanan bu tür travmatik olayların neticeleri ancak seksen yıl sonra konuşulmaya başlanabiliyor. Bu sorunlar da acılı bir şekilde bugünlerde ele alınmaktadır, 2005 yılında Ermeni problemi üzerine İstanbul’da yapılan konferansta olduğu gibi. Bütün bu olaylar da çarpıcı olarak kültürel çeşitlilik meselesini su yüzüne çıkartmaktadır.

Kültürel çeşitliliği ön plana çıkaran bir diğer üçüncü gündem de İstanbul’un metropolit bir şehir olduğu ve kendini kuvvetli bir şekilde bu yönde pazarlamaya çalıştığı gerçeğidir. Şu an ise metropolit bir şehir olabilmek için, küresel öneme sahip herhangi bir şehir olabilmek için, zaruri kültürel çeşitliliğe ihtiyacınız vardır. Turistlerin ilgisini çekmek istiyorsanız, New York ya da Berlin gibi şehirlerle yarışabilmek istiyorsanız, şehir pazarlaması mantığının gereği olarak çeşitlilik imajını yansıtabilmeniz gerekmektedir.

Dördüncü ve son olarak, Türkiye’nin ve Avrupa’nın doğusundaki diğer ülkelerin Avrupalı söylemlere; Avrupa Konseyi’nin ve AB’nin kültürel çeşitliliğin kabulünü öngören söylemlerine yanıt vermelerine ihtiyaç duyulmaktadır. İşte yine bu alanda çeşitli Doğu-Batı problemlerinin ya da sürtüşmelerin olabileceğini düşünmekteyim. Bu Avrupa kurumlarınca harekete geçirilen kültürel çeşitlilik söylemleri çoğunlukla bağlamı dışına çıkarılmaktadır; kullanılan bu kültürel çeşitlilik söylemleri, genellikle Afrika, Afro-Karayip ve Asya nüfusları ile ilgili konuların ele alınması bağlamında Londra’da şekillenmiş olup, Türkiye veya Ukrayna gibi çeşitlilik meselelerinin tamamıyla farklı olduğu ülkelere aktarılmıştır. Doğu Avrupa toplumlarının da, para kaynaklarını ve meşruiyetlerini güvenlik altına alabilmek için, -kimi zaman taklitçilik noktasında- bu gündemlere adapte olmaları ihtiyacı hasıl olmaktadır. Önceden yirminci yüzyıldaki Doğu-Batı ilişkilerinin zorluğuna atıfta bulunmuştum ve şu anda da bu konu hakkında düşünmeyi sürdürmemiz gerektiğini savunmaktayım.

Bu konferansta kültürü iki farklı şekilde ele alıyoruz. Söylemlerimizden biri, ortak kimlikler bakımından kültür: Atfedilen bir kimlik, içine doğduğumuz kimlik -Türk olmak gibi milli bir kimlik. Bu, aidiyet anlamında bir kültür. Biz de bu gündemin ve kültür anlayışının değişiminden bahsediyoruz. Kültürü farklı bir anlamıyla da tartışıyoruz, sanatsal anlamı ile: İfadenin ve yaratıcılığın bir biçimi olarak kültür. Bu iki farklı gündem ile -ve arasında- çalışmamızın önemini de vurgulamak istiyorum.

Bahsettiğimiz atfedilen kültürün –aidiyet olarak kültürün– gündemini örneğin, öğle yemeği arasında, bu özel Türk mekanında, ortak kimliği, ortak tarihi ve tarihleri düşünmek açısından bütün o şarkıları son derece dokunaklı bir sıraya dizen Aşura performansında ele aldık. Sanıyorum buna popüler kültürün birçok farklı biçiminde de rastlamak mümkün. Türk kültürünün şu anki dinamikliğine dair belirtmek istediğim noktayı bir örnekle açıklayacağım: muhtemelen buradaki pek çok insan benimle aynı fikirde değildir, yine de bence, gösterime giren bu son filmlerde çok ilginç bir şeyler var –tabii ki bu kesinlikle Londra’nın bakış açısı.

Bir anda Vizontele Tuuba, Gora ve Neredesin Firuze gibi filmlerle karşılaştık. Bu filmler Türk kültürü bakımından Londra bağlamı açısından çok önemliydi; bu önem abartılmamalı, ama bence, belirgin bir önem. İnanıyorum ki birçok insan bu filmlerin ne hakkında olduğunu anlamakta büyük zorluk çekti. İngiliz gazeteleri durmadan şikayet ediyorlardı: Bu Gora filmi de nedir? Vizontele nedir? Firuze filmine gelince, yönetmeni Ezel Akay’ın Güneşe Yolculuk adında başka bir filmin yapımcısı olduğunu öğrenince şaşırdılar. İnsanlar hayrete düşmüşlerdi. Kürtlerin durumu hakkında önemli bir film yapan bu adam nasıl oluyor da şimdi bir komedi filmini yönetiyordu?

İngilizlerin zihinlerinin karışmasının nedeni İngiltere’de insanların gerçekten de bütün Türk filmlerinin Yılmaz Güney’in Yol filmi gibi olacağını düşünmeleridir. Türk filmlerinin çok ciddi ve politik olması gerektiğini düşünür, Türk komedisini kabul edilemez bulurlar. Bence aslen önemli olan nokta, bu filmlerin üçünün de komik ve alaycı olmalarıydı. Bu da özellikle –neredeyse politik açıdan– çok önemliydi. Neredesin Firuze’deki en iyi sahnelerden biri Müslüm Gürses’in Bülent Ortaçgil’den bir şarkı okuduğu sahnedir. Bunun çok ilginç ve aynı zamanda manalı bir birliktelik olduğunu düşünüyorum. Film müziği de çok şaşırtıcı çünkü her şarkı, o şarkıyı söylememesi gerekenler tarafından okunuyor! O yüzden komik bir montaj olmuş. Bu türden bir espri anlayışı çok önemli ve inanıyorum ki bu komedi filmleri –ki bir başka örnek de Amerikan bilim kurgu tarzıyla dalga geçen Gora’dır– olağan çağdaş Türk kültürünün sunulmasında önemli bir rol oynamaktadır. Filmlerde artık Yol filmindeki gibi önemli politik saptamalar yapılması zorunlu değil. Sadece bir komedi filmi de yapabilirsiniz ve bu da hoştur.

Bir başka husus: Şu anda, konferanstaki tartışmalarda gizliden gizliye saklanan bir mevzuun milli paradigma ile, milli bir zihniyet ve de milli bir imgelem ile ilişkisi olduğundan biraz bahsetmek istiyorum. Bu milli imgelem hem günlük politik tartışmalarda hem de bizim entelektüel tartışmalarımızın çoğunda mevcut; son 100-150 yıldır olaylara bakışımız milli bir çerçeve içerisinden geçmektedir. Bu milli çerçeveyle, bu kültürleri milli bir bakışla tahayyül ediş ve algılayış biçimiyle –ki bu, kültürü örneğin İmparatorlukların algılayış biçiminden çok farklı- ilgili olarak ele almamız gereken birçok sorun olduğu kanısındayım – onlara geri dönelim demiyorum, sadece aradaki farkı belirtmek istiyorum.

Milli imgelemde ayırıcı olan nedir, belirgin olan nedir? Milli imgelem içinde kültürleri homojen bir hale getirmeye, standardize etmeye çalışan içkin temel bir mantık barındırır. Bu yüzyılın başında Türkiye’de ve Doğu Avrupa’da ulus devletlerin oluşumuyla bu mantığı gördük. Plan şöyleydi; şimdiye kadar karışmış ve karmaşık kültürleri önce homojen bir hale getirmek, sonrasında da diğer homojen kültürlerden ayırıp, aralarına sınırlar çekmek. Sonraki mesele ise kalan çeşitlilikle başa çıkmanın bir yolunu bulabilmekti. “Azınlıklar” olarak adlandırdıklarımız nasıl idare edilecekti? Bu tür bir kültürel imgelemin –ayrıştırıcı, tarihe dayanarak oluşturulmuş bir kültür imgelem- getirdiği temel problem sürekli olarak homojenleştirme mantığını desteklemesidir. Ayniyle, sürekli bir parçalanma korkusuyla da alttan alta beslenir. Muayyen tarihi anlarda, neredeyse kolektif bir psişik parçalanma korkusu peydahlanıyor – kültürün parçacıklara ayrışacağı korkusu. Dolayısıyla, benim inandığım, milli imgelemin içinde bir tür müdafaa duygusu ve içe atılmış sabit bir ürküntü yatıyor. Bu, homojenliğin norm olduğunu, toplumun temelini teşkil ettiğini söyleyen türden bir kültürel imgelem. Ardından da, karmaşayla hakkıyla uğraşalım diyor –ya “yabancı”ları dışarı sürerek ya da onları “azınlık” olarak yönetmek yoluyla. Fakat milli imgelemin normu, tabiri caizse varlıkbilimi türü, homojenlik. Ve karmaşıklık sorun addediliyor. Karmaşıklık ve çeşitlilik problemi– bununla ne yapacağız? Nasıl başa çıkacağız?

Çağdaş göç olgusu bağlamında bu tabii ki çok merkezi bir mesele haline gelmiştir çünkü Avrupa’ya göçler son yıllarda kat be kat çoğul hale gelmiş ve genişleyen Avrupa topraklarında git gide daha karmaşık nüfuslar oluşmuştur. Batı Avrupa hükümetlerinin milliyetçi zihniyetleri nazarında bu konu tekrar homojenlik fikriyle temellendirilmiş ve bu kahrolası göçmenlerle nasıl başa çıkılacağı sorusuna gelinmiştir. Onları bir alan içinde tutmamızın yolu var mıdır? Bir sorun olarak görülüyorlar ve tabii bu da entegrasyonla ilgili söylemlere yol açıyor. Entegre olsunlar istiyoruz! Temelde insanları asimile etmeye çabalayan bir mantık var ve entegrasyon çoğu zaman onlarla başa çıkma yolu bulmanın kibar bir ifadesi, fakat asıl mesele şu ki elimizde yalınlığın, homojenliğin norm olduğu ve karmaşıklığın sorun teşkil ettiği bir paradigma var. Buna dayanarak, kültürleri düşünme biçimimizi kökten ve temelli olarak yeniden biçimlendirmemiz gerektiğini ifade etmek istiyorum; öyle ki karmaşıklığı varlıkbilim, norm olarak almalıyız.

Karmaşıklık aslında bütün toplumları toplum yapan temel unsurdur. Öyleyse soru şu şekilde sorulmalı: Bazı toplumlar homojen ve arı oldukları yanılgısını nasıl türetiyorlar? Kanımca paradigmayı baş aşağı çevirmemiz gerekiyor ki karmaşıklığın sorun teşkil ettiğini söyleyen homojenlik normundan, karmaşıklığı norm kabul eden, ona bir kaynak olarak bakan, yokluğunda hiçbir kültürün var olamayacağını ifade eden bir görüşe evrilmemiz gerekiyor. Homojen kültürler taze oksijenden mahrum göletlere benzerler. Tarihsel olarak, bütün kültürler diğer kültürlerle etkileşerek hayatlarına devam etmişlerdir. Kanımca önemli olan tam da bu: Kültür çevresinde ele alınan mesele aidiyet ve kimlik üzerinden değil, etkileşim ve diyalog üzerinden okunmalıdır. Diğer kültürlerle etkileşmek niçin önemlidir? Başka bir kültürle etkileşime girdiğinizde ne olur? Tabii ki dönüşüme uğrarsınız. Öyleyse, belki de üzerinde düşündüğümüz mesele kimlikle ilgili olmaktan ziyade dönüşüm, metamorfoz olsa daha ilginç ve verimli bir kültürel kavram olabilir.

Yakınlarda kültürlerarası ilişkiler ve kültürlerarası etkileşimle ilgili birçok tartışmaya tanık olduk. Kültürler arasında etkileşimi düşünebilme adına bir öneri getirmek istiyorum: bu –arası takısından –aşırı takısına geçiş yapalım. İki ayrı ulusun etkileşim içinde olduğunu varsayan “uluslararası” örneğinde olduğu gibi iki ayrı kültür olduğunu varsayan kültürlerarası deyişinden daha ilginç olan uluslaraşırı ve kültürleraşırı terminolojisine geçelim. Avrupa’da şu anda meydana gelen sürekli bir “sınırların akışkanlaşması”; bir anlamda açılması sürecidir. Avrupa kültürlerini bu yeni bağlamda düşünmeye başlamamızı öneriyorum ve bu noktada çağdaş göçler hakkında bir argüman sunmak istiyorum.

Son yirmi yıldır Avrupa’daki göç kültürlerinde ilgi çekici kaymalar yaşanıyor. Eğer 1980’leri, Avrupa’ya gelen Türk göçmenleri düşünecek olursanız örneğin, tam da 1980 senesinde Günter Wallraff’ın yazdığı Ganz Unten (En Alttakiler) adlı bir kitap vardı ki İngilizce’ye Lowest of the Low diye çevrilmişti. Bu kitapta ilginç bir şekilde Türk ve Kürt misafir işçilerin kötü durumuna yardım etmeye çalışıyordu. Wallraff Kürt işçi kılığına girip kendini Ali diye tanıtarak, hakikaten korkunç nükleer enerji istasyonlarında çalışmaya gidiyordu, vs. O anda gerçekten de bir anlamda yardımcı oluyordu fakat aynı zamanda da sefil Türk basmakalıbı “Ali”ye de katkıda bulunuyordu. Yani, 80’lerde misafir işçiler böyle bir gündem çerçevesinde izleniyordu. Başka kitaplar da vardı tabii. John Berger ve Jean Mohr’un önemli kitabı A Seventh Man (Yedinci Adam) o dönemde çıktı. Bulması kolay olmamasına rağmen oyuncu Tuncel Kurtiz’in E-5 adında çok hoş bir filmi vardı. İsveç televizyonu için yapılmıştı ve misafir işçilerin E-5 karayolu üzerinde yazın Türkiye’ye dönüş seyahatlerini takip ediyordu. Tabii Viyana’da geçen sene Gastarbeiter (Konuk İşçiler) başlıklı, Balkan ve Türk misafir işçilerini belgeleyen önemli bir sergi oldu.

Öyleyse elimizde 80’lerin bu sefil konuk işçi imgesi var. Yalnız, aradan geçen yirmi yılın sonunda Türk-Alman kültürünün ne olduğuna dair bambaşka bir anlayışımız var sanırım. Şimdilerde kültürde daha büyük bir olgunluk gözleniyor. Geçen zaman Türk-Alman göçmen topluluğunu desteklemek üzere kurulmuş müthiş bir altyapının oluşmasına olanak tanıdı. Buna dayanarak şunu ileri sürmek istiyorum ki, bu tikel bağlamda olan şey farklı türden bir göçmen topluluğunun oluşmasıydı; kimi toplumbilimciler tarafından “uluslaraşırı topluluk” olarak adlandırılan olgu. Daha önce de belirttiğim gibi, şimdiye kadar Almanya’daki tartışmaların çoğu entegrasyon gündemi etrafında dolaşıp durdu. Buradaki varsayım, göçmenlerin geldiği, yerleşmek istediği ve entegre olacaklarıydı -ikinci, üçüncü kuşaklar ev sahibi ülke toplumuyla bütünleşeceklerdi. Fakat benim demek istediğim aslında şu anda başka türden bir göç olgusunun devam etmekte olduğu. Göçmenler artık yerleşip eskiden tasarlanan şekilde entegre olmak istemiyorlar.

Göçmenler artık çeşitli kültür mekanları arasında gitgide daha karmaşık hayatlar sürüyorlar. İş ya da aile ilişkileri vasıtasıyla farklı Avrupa mekanları arasında ve tabii ki Türkiye ile de ağlar kurmaya başlayabiliyorlar. Sanırım bunu sıradan insanlar arasında gözlemleyebiliyorusunuz, sanatçılar ve kültür icracıları arasında ise haydi haydi görülüyor. Kanımca halen oldukça kırılgan bir olgu, yeterince dayanıklı değil ama yine de sanatçılar arasında görülüyor. Almanya’daki film yapımcılarına bakarsak, örneğin Neco Çelik, Ayşe Polat ve Fatih Akın kabilinden insanlar; müzikal bağlantılara göz atacak olursak, Aziza A, Orientation, İngiltere’deyse Oojami adında bir topluluk... Tanık olduğumuz şey evrimleşmeye başlayan ilginç ağlar, müzisyenleri Avrupa’da turnelere taşıyan, film yapımcılarını ve yazarları Avrupa’ya getiren, kırılgan bir ajans ve organizasyon altyapısıdır. Kültür alanında olan biten aynı zamanda ailevi ve girişimsel irtibatlara ve irtibat kurabilme olanaklarına da yansıyor.

Eski entegrasyon modeline meydan okuyan embriyon düzeyinde de olsa bir gelişmeler örgüsü bütünü var. İnsanların başka bir yol izleyerek yaşamak isteyebileceklerini ortaya koyuyor: Milli bir topluma entegre olmak değil de kültürel, zihinsel ve imgelemsel hayatlarını sınırlar ötesine taşıyarak düzenlemek. Kültürel mekanların arasında, farklı diller vasıtasıyla düşünüp hayal kurmak istiyorlar. Bu konferansa gelen birisi Avrupa’da yaşayan birçok genç Türk’ün iki, üç hatta dört dil konuştuklarına değindi. Bence bu çok önemli. Burada, ulus devletlerin geçmişte zorla tekdilli kimlik kabul ettirmeye çalışmış olmaları itibariyle çok önemli bir nokta var. Avrupa’da yaşayan Türk kökenli gençler arasında çokdillilik olması çok önemli bir gelişme. Buna dayanarak söylemek istediğim, kıssadan hisse çıkarmamız gerektiğidir; düşünce mecramızı değiştirmeliyiz. Almanya’daki birçok Türk göçmenin dinci ve tutucu olduğunu biliyorum, milliyetçi de olabilirler fakat inanıyorum ki birçoğu yeni hayat biçimleri icat ediyorlar. Yaşamlarını oldukça farklı mekanlar arasında karmaşık bir temel üzerinde düzenliyor olmaları itibarıyla muazzam bir donanımları var.

Biraz önce Bay Okkan’ın televizyon hakkında söyledikleriyle de ilgili bir yorum yapacaktım. Bildiğiniz üzere argüman Avrupa’daki Türklerin Türk televizyonu izleyerek gettolaşmaya doğru gittiğini savunuyor. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu konu üzerine araştırmalarım oldu ve bu insanların gettolaşmaya gittiği kanısına varmadım. Benim vardığım sonuç, bu insanların medya alanında karşılaştırmalı araştırmacılar haline geldiğiydi! Türkçe haber bültenlerinde bir şey, İngiliz haberlerinde başka bir şey izliyorlar ve bu farklı kanallarda kullanılan televizyon kodları ve retorikleri hakkında düşünmeye koyuluyorlar. Bilgi arıyorlar ve karşılaştırma yapıyorlar. Öyleyse, göçmenleri bir sorun olarak görmek yerine bu insanlardan neler öğrenebileceğimizi sormak ilerlemek için daha yapıcı bir yol olabilir diye düşünüyorum. Belki de bize öğretecek birşeyleri vardır – biz derken daha yerleşik İngiliz ve Alman halklarını kastediyorum.

Son nokta. Son değinime gelirken varmak istediğim nokta milli kültürler ve Avrupa kültürü hakkında düşünürken kullandığımız yerleşmiş ve fosilleşip katılaşmış bir takım söylemlerden kurtulmamız gerektiğidir. AB hakkında düşündüğüm üzücü şeylerden biri – şimdilerde büyüdüğüne göre sorun yaratacak- kendisini ancak büyük bir ulus devlet, genişletilmiş bir ulus devlet olarak tasavvur edebilecek gibi görünmesi. Aynı türden homojen bir kimlik arayışına girdi, sınırlar kurmaya çalıştı, pasaport, bayrak ve para birimi gibi milli tarzda aidiyetin banal işaretlerini topladı. Kanımca bu sorgulamamız gereken bir şey. Bence düşüncemizi Avrupa’yı nasıl tasavvur ettiğimiz sorusuna çevirmeliyiz, Türkiye’yi de içerebilecek bir Avrupa’yı nasıl tasavvur ettiğimize. Görüşümüzü, bakışı açımızı nasıl değiştirmeye başlayabileceğimize dair iki öneri getirmek istiyorum. Burada çokça kültürden ulusal kültür üzerinden bahsetme eğilimi gösterdik. Daha önce de değindiğim gibi bu, daha sıklıkla kullanılan temel bir paradigma. Kültürleri dolaysız yoldan kolektif ulusal kültürler olarak düşünüyoruz.

Öyleyse iki önerim var. Birincisi, görüşümüzü değiştirmek için kültürü kent bağlamında düşündüğümüzde ne olduğu üzerine kafa yormamız. Gelin kentleri kültürel mekanlar olarak düşünelim, ne de olsa kentler asla homojen yapılar olarak tasavvur edilemez. Kentler tabiat itibarıyla karmaşıklık mekanlarıdırlar. Sürekli olarak başka kültürlerden gelecek etkilere açık olduğunuz yerlerdir. İstisnasız, onlar hakkında çok az şey bilirsiniz fakat onlarla beraber yaşamayı öğrenirsiniz. Londra’da işime gitmek için bindiğim otobüste, her cep telefonu çalışında hangi dille cevap verileceği hakkında hiç bir fikriniz yoktur. Çoğunun ne olduğunu dahi tespit edemezsiniz. Yani mümkün değil. Öyleyse, kentler karmaşıklık, karşılaşma mekanlarıdırlar. Anlatmak istediğim kentin kültürler üzerine, kültürlerin birbirleriyle nasıl etkileştiği, bir arada nasıl var oldukları üzerine düşünmemizi sağlayan farklı türden bilişsel bir makine olabileceği. Öyleyse karmaşıklık mekanı olarak, üstelik karmaşıklığın norm olduğu bir mekan olarak kent.

İkincisi, başka bir terim takdim etmek istiyorum: yalnızca kent değil, kentsel bağ örgüleri, ağlar, kentler arasındaki bağlantılar. İnanıyorum ki özellikle bu konferansta irdelediğimiz sanat ve kültür dünyasında cereyan eden şey farklı kentler arasında git gide karmaşıklaşan etkileşimdir: Berlin-İstanbul, Hamburg-İstanbul, Londra-Paris, Londra-Cape Town, vb. Bunun mahiyeti ve bunu nasıl tanımlayacağımız bende merak uyandırıyor. Bana öyle geliyor ki, bölgesel kültür fikirleriyle uzaktan yakından alakası olmayan yeni tınlamalar yaratan kültürel bağlantılarla ilgili bu. Bir yerin veya mekanın bir diğerine nasıl bağlanıp bir tür etkileşime yol açtığıyla ilgili. İstanbul’da Babylon’un kent için neden bu denli anlamlı bir mekan olduğu üzerine düşünebiliriz örneğin. Babylon, yalnızca Beyoğlu’nda bulunan bir müzik mahalli olduğu için değil, sürekli diğer kentlerle bağlantı kurduğu için önemli. Başka mekanları alıp İstanbul mekanına getiriyor. Böyle bir şey sanırım Fatih Akın’ın filmi Duvara Karşı için de geçerli çünkü bu da İstanbul’da bir tür yankı yarattı. Fatih Akın’ın filminin, bazı eleştirmenlerin savunduğu gibi anayurduna dönen diasporik bir Türk’ün öyküsüyle uzaktan yakından ilgisi yok. Fatih Akın, İstanbul’u tanımadığını apaçık ifade ediyor. İstanbul’u çok seviyor fakat tanımıyor. Filmin İstanbul’da geçen çoğu sahnesinin taksi ve otellerde çekilmesinin sebebi de bu çünkü tek bildiği bunlar. Aynı şeyi Osman’ın Otelindeki Aşıklar kısa metrajı için de söyleyebiliriz. Otelde geçiyor çünkü Alman-Türkü iki ana karakter Türkiye Türklerini Türkiye’de gözlemlemeye geliyor.

Sonuç olarak, günümüzde artık genişlemiş Avrupa’da olan biteni düşünmek için başka düşünüş biçimleri bulmamız gerektiği. Kültüre daha yaratıcı ve yapıcı biçimde yaklaşmamızı sağlayacak başka düşünme mekanizmaları bulmamız gerekiyor. Avrupa’da kültürü atfedilen kimlikler değil de alternatif söylemler üzerinden düşünmek belki. Bildiğiniz gibi, insanlar kültürü yaratırken birçok konuşmacının dediğinin aksine kimliklerini vurgulamıyorlar. İnsanların kültürü yaratırken yaptıkları düşünmeye, tasavvur ve hayal etmeye çalışmak. Tutacağımız söylemi bu yöne kaydırmamız gerektiğini savunuyorum. Bu önemli zira bugün Avrupa’da değişime muhalif, halihazırda sahip olduklarımıza tutunan çok sayıda güç var çünkü değişim hakikaten de çok zor; işin doğrusu epey sancılı da. Ama ihtiyacımız olan şey de bu. Düşsel, entelektüel ve yaratıcı alanlarda değişim projesi fırsatını, sanatçılar ve kültürle ilgilenenler muhakkak ki yakalamalılar. Önemli olduğunu düşündüğüm kimi olasılıklardan bahsettim size. Gündemi geliştirmek için seçilebilecek birçok başka yol da var ki bu epey normatif bir gündem: Avrupa’nın ne olması lazım geldiğini, ne olabileceğini, eskisinin aksine neyi temsil edebileceğini söylüyor aslında. Teşekkür ederim.

Ata ÜNAL- Profesör Robins’e çok teşekkür ediyoruz. Şimdi doğrudan sizin katkılarınıza geçmeden bir iki şey söylemek istiyorum. Zaten gayet kapsamlı bir sunuş yaptı kendisi ve belli konuları öne çıkarttı. Hatırlarsanız, bir şekilde İnternet’ten ya da verilen dokümanlardan bu forumun kavramsal çerçevesini eğer okumuşsanız, orada aynı zamanda Forum’un amaçlarından birinin, kültür konusunda karar vericileri etkilemek ve Kasım’da Berlin’de yapılmış konferansın da sonuçları doğrultusunda, kültürün temel politikanın bir alanı haline gelmesini, yani temel politik güç haline gelmesini sağlamaya yönelik belirli yaklaşımları da barındırmak olduğunu söylemiştik. Oraya, yani kavramsal çerçeveye eklemek ve belki Prof. Robins’in söyledikleri ile de birlikte düşünülmek üzere, bir iki şeyi daha belirtmek istiyorum. O da acaba kültürün ya da kültür-sanat politikasının -yanılmıyorsam dün Gianluca belirtmişti; kültür sadece bir etki değil, bir vektördür yani kültür temel politikada temel bir vektördür diye- bir vektör haline gelebilmesi yani bunun mümkün olabilmesi için -mümkün mü tabii o tamamen tartışılacak bir şey- şu etkileri de gözönünde bulundurarak da düşünebilir miyiz, özellikle sanatçı kavramına yönelik bakış açısından? Şimdi, sanatçının ve sanatın içkin olarak bir kutsanmasını görürüm ben hep toplumda. Yani sanatçı özel bir insandır, sanatçı özel bir yaratıcıdır ya da yaratıcılık sadece sanatçıya atfedilir, sanatçıya özeldir. Bir anlamda içkin bir elitizm barındırabilen bu yaklaşım, acaba kültür politikasında sanatın ve kültürün temel bir bileşen olması yolunda bir destek mi oluşturuyor, yoksa aksine daha çok bir köstek mi? Bunu da bu sonuç için göz önünde bulundurmakta yarar olabilir.

İkinci olarak belirtmek istediğim bir şey daha var. Alistair Mc Intyre’a göre iki türlü siyaset yapma şekli vardır: Biri içerdekilerin siyaseti, diğeri dışarda bırakılmışların siyaseti. Genelde içerdekilerin siyaseti meşru sayılan parlamento, siyasi partiler gibi araçları kullanıyor. Dışardakilerin siyaseti, dışarda bırakılmışların siyaseti ise genelde kültür, etnisite, din gibi daha çok burada üzerinde tartıştığımız unsurları kullanır. Buradan hareketle, dışarda bırakılmışların kültür alanının temel politikanın parçası olması noktasında etkileri ya da çizebileceği kavramsal çerçeve ne olabilir? Belki bunu da düşünmek gerekebilir.

Ayrıca şunu da belirtmek istiyorum, “kültür ve sanat” diyoruz, burada Prof. Robins’in dediği gibi kültür ve sanat burada Forum’un da kapsamı nedeniyle bir araya geldi birçok açıdan ama kültür ve sanat belki de o kadar uyumlu değiller her zaman. Çünkü sanat, biraz da özü itibarıyla, içinde bulunduğu ortama muhalefet eden bir öze sahip olduğu için, kültür de sanatın doğal olarak içinde bulunduğu ortam olduğu için birçok kez sanat ve sanatçı aslında kültüre karşıdır. Yani sanatın kültür karşıtı olma durumu da var. Bunun da, yani bu ikiliğin de, söz konusu çatışmanın -yani sanat hem kültürden beslenir hem kültüre karşıdır-, dolaylı ve dolaysız, bir sürü etkisi var. Bu ikiliğin de belki yine kültür ve sanat politikalarının temel politikada etken olabilmesi için acaba ne tür dinamikler sağlayabileceği sorusunu da belki göz önünde bulundurabiliriz.

Bir de şunu eklemek istiyorum son olarak: Ben, kültür ve sanat politikası çerçevesinde geliştirilen bu alana atfedilen yeni önemi, yani kültür ve sanat politikalarının öne çıkarılmasını, kültür endüstrisinin daha doğrusu kültür alanının durumunu, biraz gözlük endüstrisininkine benzetiyorum. Şöyle ki -biraz garip gelecek ama- gözlük endüstrisinde birçok malzeme vardır ama aslında gözlük üzerine doğrudan yapılan hiçbir araştırma ya da Ar-Ge çalışması yoktur neredeyse. Hepsi, yani gözlük endüstrisinin başarısı, aslında savaş endüstrisinde yapılmış araştırma-geliştirme çalışmalarının kullanıldığı bir yan endüstri olmasında, bir yan ürün olmasında yatar. Acaba kültürlerarası politikanın şu anki önemini biz biraz da, Avrupa açısından kültür ve sanat alanının başarısına mı bağlamalıyız? Yoksa kendine atfettiği değerdeki başarıya mı? Yoksa özellikle Prof. Robins’in demin belirttiği Avrupa’nın ve sanırım Gianluca’nın yine belirttiği göçmen korkusu sonucu oluşan başka bir politikanın onu öne çıkarmasına mı bağlamalıyız? Belki bunu da temel politik alandaki gücü sağlayabilme açısından düşünmek gerekir. Şimdilik bu kadar.

Şimdi size geçiyorum ancak bir şey belirtmek istiyorum; sizden önerilerinizi, eleştirilerinizi, hepsini bir arada alalım çünkü bu bizim artık son oturumumuz oluyor. Şunu da göz önünde bulundurursanız eleştiri ve önerilerinizde, çok memnun olurum; biz bu etkinliği yani şu “Culture Turkey 2005” biçiminde daha küçük yazılmış üstbaşlığı altında yaptığımız etkinliği durum uygun olursa, – olmasını diliyoruz- değişen durumlara göre farklı temalarda her yıl tekrar etmek istiyoruz. O yüzden eleştirilerinizin ayrı bir önemi var. Yani bunu yıllık olarak yapabilmek istiyoruz ve hatta daha genişletmek istiyoruz.

Bir de Avrupa-Akdeniz işbirliğinden bahsedildi. Avrupa-Akdeniz işbirliği yani Euro-Med, kısa adıyla söyleyelim, içinde bir sosyal forum var, bir de ekonomik forum var. Ama Lüksemburg’da yapılan son toplantıda da belirtildiği üzere, bir kültür forumu yok. Bu toplantıyı düzenleyen diyemeyeceğim, Avrupa Kültür Derneği aslında bunu başlattı ama düzenleyen birçok ortak oldu, tamamen ortak bir şey oldu. Bunun için de, belki buradan ya da bunun gibi toplantılardan, Euro-Med Kültür Forumu diye bir etkinliğin yıllık olarak düzenlenmesi üzerine bir fikir de geliştirilebilir. Ve hatta belki, belli mi olur, ilki İstanbul’da olur ve çok daha geniş katılımla, çok daha farklı komşuların, hem Türkiye’nin, hem de bütün Avrupa-Akdeniz bölgesinin çok daha geniş katılımıyla düzenlenebilir. Bunları da göz önünde bulundurarak, yani böyle bir şey olursa nasıl olabileceği konusunu, hem önerilerinizi hem eleştirilerinizi istiyoruz.

Kültür ve sanatla ilgili bir şeyle bitirmek istiyorum yani kültür ve sanat bağlamında. “Türkiye ile ya da Türkiyesiz Avrupa” diye Semih Vaner ve Deniz Akgül’ün yeni bir kitabı çıkmıştı. Arkasında şöyle bir şey yazıyordu: “Türkiye diye bir ülke var olmasaydı icat edilmek zorunda kalınacaktı.” Şimdi sözü size bırakıyorum. Olabildiğince kısa ve öz olabilirse, mümkün olduğu kadar çok insan katkıda bulunursa çok memnun olurum. Özellikle bir de tabii çok eleştiri geldi bu konuda çok da haklı olarak, konuşmalar çok uzadı ve katılımcıların katkı zamanı azaldı, hele soru kısmının sona doğru daha yoğunlaştığını düşünürsek. O yüzden kısa ve öz olursa ve özellikle de daha önce az konuşmuş ya da hiç konuşmamış insanlar öncelikli söz alırsa memnun olurum.

Müfit İŞLER- Ulus devletten önce imparatorluklar vardı ve imparatorlukların oluşu kent temeline basıyor. Yani önce tek bir kent cumhuriyeti var sonra o kent cumhuriyetleri çoğalıyor, bir imparatorluğa doğru evriliyor. Onun içinde bir tane yıldız kent oluyor, o da imparatorluğun başkenti oluyor. Antikite’de bu sonsuz kere tekerrür etmiş bir süreç. Bunun da asıl gövdesi Akdeniz Havzası ve bizim bulunduğumuz bu bölge. Şimdi bir bu tespit var. Bu, moderne doğru, kapitalizme doğru nasıl bir süreci getirdi? Ya da kapitalist kentler burada neyi geri plana ittiler?

Kapitalist kentler ulus süreciyle birlikte gelirken Antikite’deki bu karakteristiği, kentin kendisinin başlı başına bir aktör olma özelliğini geri plana itti. Şimdi, çok kestirme söylersek, bu aktör olma karakteri tekrar öne çıkıyor çünkü tersi biçiminde işleyen tarihsel süreç ister istemez ulus devleti tekrar bir evrim içinde dönüştürürken tekrar bir imperium sürecine doğru gidiyoruz. Yani finans-kapital bakış açısıyla bakıldığında postmodernizmle birlikte gelen şey aslında kendi aramızda “tefeci-tacir sermayesi” diye isimlendirdiğimiz Antik imperium’un sınıflarının başlangıcında olan Antik sermayenin değişik bir versiyonudur, oysa burjuva girişimciler ulus devletleri yaratmıştır. O ister istemez artık bu noktadan sonra bir imperium sürecini dayatıyor dünyaya. Şu an bulunduğumuz nokta bu. Böyle bir makro tespit yapalım. Buradan başka bir noktaya geçeceğim o da şu: Şimdi böyle bir noktadayken biz tabii ulus devlet karakteristiğinin problemleri var, yani sancıları var. Bir devlet var, her şeye rağmen oluşmuş bir ulus yapısı var, konuşmacıların da belirttiği gibi. O ulus yapısının bir karakteristiği var yani parmak izi gibi hepsinin birbirine çok benzemelerine rağmen ayrı karakterleri var. Tıpkı imperium’lar da öyleydi yani hepsi aynı kökten çıkıp çok birbirlerine benzemelerine rağmen başka başka hayvanlar gibi ayrı karakterdeydiler.

Şimdi, böyle bir noktada o sorunlara karşılık bir de ülke coğrafyaları yani coğrafya üretici gücünün getirdiği ülke coğrafyalarının önemi ve anlamı var. Yani bir takım bölgeler var, farklılık getiren bölgeler ve bunların bazıları daha saf, daha merkezken bazıları geçirgen bölgeler gibi. Mesela İngiltere bu anlamda çok önemlidir; kapitalizme ilk geçen yer olması anlamında çok önemlidir. Mesela Japonya da orijinal anlamda son geçen yerdir ve ikisinin aynı formatta coğrafya üretici gücü olarak aynı karakteristikte ada olmaları özellikle önemlidir. Şimdi, Japonya, Türkiye, Afganistan ve İngiltere; bu dört tane sinir noktası var. Demin konuşmacı arkadaşın belirttiği AB’nin kendini ulus devlet gibi görmesi tespitini de düşünürsek, bundan sonraki süreçte bu bakış ve bu mantığı aşarak bir aşkınlık içinde bu sinir noktalarının farklılıklarını tartışıp büyük coğrafyaların birbirine nasıl bağlanabileceğini düşünmemiz ve görmemiz lazım. Bu noktalarda söylenen kültür, sanat vesaire ayrıca çok önemli.

Ata ÜNAL- Teşekkürler. Başka katkısı, eleştirisi, önerisi olanlar. Bu, forumun organizasyonuyla ilgili de olabilir.

Ali Can GÜZEL- Avusturya’dan, Kültürel Buluşma Noktası. Programı elime aldığımda, saat 11:00’de Sayın Bakan’ın burada olacağını düşünüyordum, gelmemiş. Olabilir ama yerine birini de göndermemiş. O da olsun, bir özür kağıdı da gelmemiş sanıyorum size. Hadi o da olsun. O zaman buna tolerans diyebiliriz, saygı diyemiyorum, özür dilerim. Program gerçekten iyi gidiyor ve çok beğendim. Böyle bir mekan, böyle bir yerde, böyle bir ülkenin böyle bir şehrinde olması gerçekten çok gurur verici bir şey. Fakat böyle bir yer Avrupa’nın herhangi bir yerinde olsaydı sanıyorum gelecek üç yılın her günü dolu dolu geçerdi. Yani anlatmak istediğim, rezervasyonlar olurdu. Umarım diğer çalışmalarınız yine bu mekanlarda olur, diğer çalışmalarınızda tekrar görüşmek isterim. Önerilerimden biri, öneri değil de daha çok aynı kanıda olduğum Handan Hanım’ın bahsettiği Fransa’daki olaylar; aynı olayları biz de Viyana’da, Avusturya’da yaşıyoruz. Bunlar sanıyorum diğer ülkelerde de yaşanıyor ama istiyorum ki yaşanmasın. Çünkü burada logolara bakıyorum, TC’nin hiçbir şeyini görmüyorum. Bu imece bir çalışma. İmece benim bildiğim herkesin el vererek yaptığı bir çalışmadır, yanlış öğrenmediysem. Yani o konuda çok üzgünüm. Burası doğduğum şehir ama yaşadığım şehirle kıyasladığım zaman üzülüyorum. Ama bu gayretinizi destekliyorum. Gerçekten geç kalmış da olsa çok ileriyi gören bir çalışma. Türkiye-Avrupa arasında ileride çok saygı görecek bir proje diye görüyorum. Teşekkür ediyorum.

Ata ÜNAL- Biz teşekkür ederiz. Bu arada belirtmek istiyorum o zaman demek ki iki şeyde başarılı olamamış forumumuz aslında. Bir tanesi karar vericileri etkilemek demiştik, karar vericileri etkileme şansımız bile yok şu anda, Kültür Bakanı ya da hiç kimse, bu açıdan başarılı olma şansımız yok. Gerçi bir arkadaş vardı temsilci olarak, Mesut Özbek yanılmıyorsam. İkincisi de benim aklıma hemen gelen bir eleştiri, hem de özeleştiri olmuş olacak: Bence hakettiğinden daha az kişinin katılımıyla oldu. Hepinize çok teşekkür ediyoruz. Bu da görünürlüğümüzün yeterince olmadığı anlamına geliyor en azından şu anda, medyadaki yer alışıyla da.

Mahir NAMUR- Görünürlüğü umarız şu şekilde sağlanabilir; bu forumun çıktıları bir kitap haline getirilecek. Eğer yine imece yapabilirsek ayrıca audio-visuel çıktılar da elde edebiliriz. Bunu da karar alıcılarımıza hem yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde dağıtacağız.

Bir izleyici- Öncelikle teşekkür ediyorum. Ben organizasyonun oluşmasından dolayı çok mutluyum, burada olmaktan dolayı çok mutluyum. Ama bu üç gün boyunca performans yapan veya burada olan sanatçıların ve onların hitap ettiği kitlelerin, ilişki içinde bulunduğu insanların burada olmaması -işte öğrenciler olsun, dansçılar olsun, ben kendi camiama bunu söyleyebilirim- üzücü. Keşke müzik, dans, tiyatro alanından çok daha fazla insan burada olsaydı. Bunun dışında bundan önceki panellere ben katılamadım ama bugünkü iki panelden verim almak isterdim. Bana çok fazla bir getirisi olmadı ama bu birarada olmamızın güzelliğini taşıdı sadece, öyle söyleyeyim. Neden olduğunu hemen söyleyeyim. Bir önceki panelde sizleri tanıdık. Sizi bireysel olarak tanımak çok güzeldi ama hani neler yapılıyor, bir dış göz olarak bana yetersiz geldi. Çok fazla sizin hakkınızda bilgi edinemedim. Sizin işleyişiniz nasıl veya bizimle ne şekilde ilişki içinde olmak istersiniz gibi, çünkü paneller zannediyorum bunun için; birbirimizi tanımak, sizin neler yaptığınızı öğrenebilmek adına. Benim için şu çok değişikti: Ben de Bulgaristanlıyım, Bulgaristan’dan göçmen olarak Türkiye’ye geldim. Dansı seçtim, sanat yapıyorum. AB ve Türkiye adına benim için çok önemli bir yerde duruyor bütün bu toplantılar ve sizinle daha fazla ilişki içinde olmak isterdim. Bunu söylemek istiyorum.

Kendime nasıl paylar çıkarabilirim? Bazı noktalara çok reaksiyonum oldu, özellikle Handan Hanım’a karşı, söylediği birkaç söze karşı. Artı, projeksiyonla sunum yapan yazarımıza (Stine Jensen) karşı. Benim için çok yüzeysel ve popüler bir sunum oldu diyeyim. İşte Sertap Erener’i görüyor olmak, bunların üzerinden örnekler vermek veya Türkiye’nin turistik bir takım şeyleri üzerinden gülerek halimizi anlatıyor olmak ayrıca Handan Hanım’dan da duyduğum –bunları söylemek ne kadar doğru… ama sanırım bu elektrik için buradayız ve bunları açıklamak istiyorum- dünyalı olup da Türkiye hissiyatımızı taşıyarak aynı zamanda sanat yapıyor olmak yani bunun getirisini görmek isterdim. Belki açabileceğiniz, söyleyebileceğiniz başka şeyler olabilir diye düşünüyorum çünkü söylenenleri zaten biliyoruz bir anlamda. Böyle de bir şey var. Teşekkür ederim.

Korhan GÜMÜŞ- Handan Hanım madem konuşacak ben de o zaman kendisine refere ederek bir şey sormak istiyorum. “Devlet gölge etmesin yeter” dediniz, tam da burada bir problem var gibi geliyor bana. Aslında bu söylem sanatı, kültürü özel alana çekip kamu alanının tamamen politikasızlaşmasına yol açma söylemiyle bütünleşiyor. Yani bu çift kutuplu dichotomic bakış beni çok fena halde rahatsız ediyor. Bunu sorgulamamız gerekiyor yani “devlet gölge etmesin yeter” meselesi bence çok ciddi bir sorun. Kamunun rolünden vazgeçtiğimiz anda aslında tam da kamunun sivil toplumla özdeşleşmesini yani aslında bir tür mikro faşizmler üretmesine yol açabilecek bir gelişme sağlıyoruz. Kamuyu normalleştirmek için geçen gün “siyasetçileri sakinleştirmek” diye ifade edildi, gerçekten bu prototipleşme şeyine karşı kültürün çözücü bir rol oynaması gerekiyor. Yani tasarımla kültür arasında böyle bir gerilim olmadan bir toplumun modernleşmesi mümkün değil. O yüzden ben biraz şeye karşıyım yani kamu alanı küçülsün, sivil toplum alanı büyüsün şeyi beni biraz irkiltiyor. Onu söylemek istiyorum. Bir konu daha var, bildiğiniz gibi 2010’da İstanbul Avrupa kültür başkenti adayı. Bu girişimin aslında buralarla bir şekilde tartışılması lazım ama ne yazık ki henüz daha o safhaya gelemedi İstanbul’daki bu girişim grubu anladığım kadarıyla. Tahmin ediyorum önümüzdeki günlerde yani önümüzdeki bir sene sonraki toplantının gündeminde bu yer alacaktır. Teşekkür ederim.


Melih GÖRGÜN- Brugge kentinde sergi açmaya gittim, kişisel bir sergi, özel bir mekanda olacak ve o dönemde de Erbakan iktidara geldi. Ama ondan önce Kültür Bakanı olarak görev yapan Fikri Sağlar’dı, sosyal demokrat bir parti. Handan konuşmasında da belirtmişti, Fikri Sağlar döneminde çeşitli yerlere kültür ataşeleri atandı. Tesadüf, Belçika Brüksel’deki Kültür Ataşesi de çok önemli bir kişi: Profesör Tolga Yarman, hepimizin bildiği Nükleer Fizikçi, önemli bir şahsiyet. Flaman bölgesindeki bölge yetkilileri Brugge kentindeki bu serginin açılmasını engelleyici bir harekette bulundular ve serginin hiçbir şekilde açılamayacağını belirten bir bilgi gönderdiler bana. Özel bir galeride kendi imkanlarımla gitmişim ve özel sponsorlarım var. Neden de şu; o dönemde iktidarda dini kökenli bir partinin bulunması, Türkiye’de insan hakları gibi benzeri konuların istismar edildiği ve benim Türkiye’den gelen bir sanatçı olduğum. Şimdi ben sanat yapmaya gitmişim, böyle bir siyasetle hiçbir bağlantım yok. Üstüne üstlük sanatla bir ilişki kurmaya çalışıyorsunuz ve kendi içinde çatışmalar olan bir ülke, daha dikkatli davranması gereken bir ülke insan hakları konusunda savunuculuk yapıyor, bezirganlık yapıyor ama Türkiye’den gelmem ve tesadüfen o dönemde belki de beğenmedikleri bir partinin iktidar olmasından dolayı rahatsızlar ve benim yapacağım işi engelleyerek bir tavır koyuyorlar. Bu hoş bir şey değil tabii ki, buna rağmen ben sergimi özel mekan olduğu için açtım. Tolga Yarman da tesadüf o açılışa geldiler. Buradaki etkin olan şey, açılış davetiyesinde Flaman bölgesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı’ndan bir kişiyle birlikte Tolga Yarman’ın da eş zamanlı açılış konuşması yapacağı, çünkü standarttır, Avrupa’daki bu tür sergi açılışlarında bir sürü konuşmalar yapılır, Türkiye’de pek buna rastlamayız. Şimdi böyle bir durum olunca düşünüyorsunuz, insan hakları konusunda size dersler veriyor, işte bir takım şeyler söylüyor, Avrupa’nın, bütün AB’nin en büyük birimlerinin bulunduğu bir ülke ama bir sanatçıya karşı bir yaptırım uygulamaya çalışıyor.

Bu sene başka bir şey daha yaşadık biz. Brüksel’de bir sergimiz vardı. Türk genç tasarımcılar ve sanatçılarla birlikte bir etkinlik kapsamında bir takım şeyler hazırladık ve oraya götürdük ama hiçbir şekilde bu serginin tanıtımı, duyurusu yoktu. Fakat şu vardı; bütün gazetelerde, dergilerde Sertab Erener’in fotoğrafları vardı çünkü o dönemde, Kültür ve Sanat Vakfı’nın da desteklediği bir Türk tanıtım etkinliği diyeyim, bu var bu bağlamda orada bir takım sergiler açılıyor ve konserler veriliyor. Bunlardan bir tanesi Sezen Aksu, daha önce de Sertab Erener vardı. Türkiye’yi tanıtım motiflerinde bunu kullanıyorlar ve bunu ortaya çıkartıyorlar. Bunun gibi birçok şeyler de var. Yani siz oraya ne yapmaya giderseniz gidin, yüksek sanatınızı da götürmüş olsanız, görmek istediği pencere turistik açıdan açıldığı için, öyle bir bakış açısı olduğu için, onu hemen ortaya sunuyor çünkü elindeki motif bu.

Bilmiyorum sergi odalarına gittiniz mi, sergi odalarında birinci numaralı odada “Türk Nedir?” diye bir video çalışması, bir belgesel vardır. Orada Avrupa’nın bakış açısıyla Türk’ün ne olduğunu anlatan bir takım belgeler yer almaktadır. Bir iki karikatür var, o karikatürleri de gördüğünüz zaman düşünüyorsunuz hakikaten öyle. O zamandan bu zamana -ki yüz yıl önce yapılmış olan karikatürlerdir onlar- hiçbir şey değişti mi? Bilgi değişti mi? Görünüş değişti mi? En iyisini yapmaya çalışsanız da görmek istenilen ve açılmış olan bir pencere vardır ve o pencereden bakılarak bugüne kadar gelinmiştir. Bunu değiştirmek için ne yapacağız? Herhalde bunun gibi toplantıları çok fazla miktarda yapacağız. Öyle düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Sabine BORNEMANN- Avrupa fonu programları için Alman Kültür İletişim Noktası adına burada bulunmaktayım. Bu girişiminiz için size çok teşekkür etmek istiyorum ve bunu yıllık bir toplantı haline getirme çabalarınızı takdirle karşılıyorum. Bu muhteşem organizasyon için teşekkürlerimi sunmaktan öte söylemek istediğim bir şey var, görünürlülük konusunda hiç endişe etmeyin. Öncelikle bu ilk foruma, daha ilk forum için biraraya getirebilmeye muvaffak olduğunuz konuk, izleyici ve konuşmacı sayısından fazlasıyla etkilendiğimi söylemeliyim ve bu buluşmayı Almanya’daki gazetemde yayınladığım zaman aldığım olumlu tepkileri size söylersem, gelecekteki ve ondan sonraki forumların bundan çok daha kalabalık olacağının garantisini verebilirim. Eğer yazılı bir dökümantasyon sağlamanın yanı sıra bu bilgileri bir veri dosyası olarak hazırlayabilirseniz, burada altı ülkenin Kültür Temas Noktası mevcuttu -eğer herhangi birini unutmadıysam- diğer 20 kültürel buluşma noktamız daha var, çok yoğun bir ağ içerisindeki 20 ülkeye sonuçların daha etkili bir biçimde ulaştırılmasını sağlayabiliriz. Bu sonuçları binlerce kültür operatörlerine kolaylıkla iletebiliriz ve emin olun ileteceğiz de.

Ağ iletişimini geliştirmek açısından ufak bir önerim daha olacak. Burada yer alan ülke ve katılımcı sayısını bilmek, toplantıdan sonra birbirimizle görüşebilmek -bilmiyorum katılımcıların iletişim bilgilerinin alınmasına bir itiraz olur mu- amacıyla bu bilgilerin gelecek sefere kağıtlar üzerinde yer alması çok faydalı olacaktır. Listeler sayesinde kimlerin orada bulunduğunu görmek ve kişilerle iletişime geçmek çok daha kolaylaşacaktır. Yine de bütününe baktığımızda, ilk toplantı olmasına rağmen, mükemmel bir iş çıkarıldığını söylemek mümkün. Ağlarımız içinde bir Türk kültür noktasını en kısa zamanda görmek de en büyük temennimiz. Teşekkürler.

Ata ÜNAL- Teşekkür ederiz. Organizyonel olarak bir sürü eksiğimiz olduğu kesin ancak şunu belirtmem gerek, bu forumun bu hale yani bu büyüklüğe, bizim umduğumuzun üstünde bir büyüklüğe gelmesi, çok kısa sürede oldu. Çok kısa sürede olduğu için dediğiniz bazı iletişim adresleri gibi şeyleri yetiştirememe ya da işte bunları elde edememe, baskıya verememe gibi sorunlarımız oldu. Bunu birazcık o sürenin azizliğine bağlamak gerekecek ama tabii bahane değil, yapmamız gerekiyor.

Osman KAVALA- Ben de toplantının tamamına katılamadım ama başarılı bir toplantı olduğu kanaatindeyim. Karar vericileri etkilemek zaten bir toplantıyla olabilecek bir şey değil, bu bir süreçtir. Davet edilmeleri önemlidir, sanıyorum bir dahaki toplantıya geleceklerdir. Onlar gelmese bile toplantıyı düzenleyenlerin gitmelerine bir mani yok. Sanırım bu iş elbirliğiyle yapılacak.

Şimdi, ben Prof. Robins’in şehir bazlı kültürel politikalar kavramını çok önemli buluyorum. Gerçekten de şehirler kültürel mekanlar olarak çok önemli. Bu hem ulusal kültür anlayışı gibi soyut bir kavramdan bizi kurtarmış oluyor, öbür taraftan da aslında bir takım farklı kültürel gruplar arasındaki iletişimi ve deyim yerindeyse reconciliation’ı kolaylaştıran imkanlar veriyor. Türkiye’den bir örnek vereyim, işte biraz önce Aleviler, Sünniler’den bahsettik, Alevi kültürü, Sünni kültürü diye ayrı bloklar halinde düşünecek olursak sahiden zorlanabiliyoruz bir araya getirmede ve karşılıklı geçişimde. Ama örneğin Malatya’da hem Alevi kökenli, hem Sünni kökenli insanların ortak kullanabildikleri mekanlar, kurumlar oluşabilirse ve bunlar bir Malatya şehrinin kültürel kimliği etrafında geliştirilebilirse, o bu reconciliation’ı ve geçişimi, karşılıklı etkileşimi de kolaylaştırıyor.

Fakat burada bir iki benim kuşku duyduğum veya tereddüt ettiğim şey var. Bunlardan bir tanesi, Avrupa’da da, Türkiye’de de bazı şanslı şehirler var. Bu şanslı şehirler daha çok yatırımların olduğu, çok güçlü bir business, güçlü bir sanayi ve ticaret ağına sahip yerler. Ve kültürel etkinliklerde de daha çok özel sektörün finansmanı önem kazandığından, ister istemez bu tür şanslı şehirlerde, kültür ve sanat etkinlikleri daha fazla gerçekleşiyor. Şanssız şehirler de biraz daha yeknesaklığa bırakılmış oluyor. Yani bu anlamda, bir sosyal politika olarak da kültürü düşünecek olursak, sanıyorum şehir bazlı olsa dahi bir takım imkanların merkezi otoriteler tarafından -ki AB de sonuçta merkezi bir otoritedir- şehirlere sağlanması gerekli diye düşünüyorum. Yine buradan şunu söylemek istiyorum, tabii ki Babylon İstanbul’un medar-ı iftiharıdır, bir buluşma yeridir ama Babylon veya Babylon’a benzeyen kurumların yanı sıra varoşlarda da, daha yoksul mahallelerde de kültür merkezleri oluşabilir ve işler hale gelebilirlerse bir şehrin topyekün kültürel hayatının zenginleşmesinden bahsedebiliriz. Teşekkür ederim.

Filippo FABRICCA- Gruba faydalı olabileceğini düşündüğüm yapıcı eleştiriler yöneltmek istiyorum. Eğer siz, ya da biz, daha başka toplantılar düzenlemek istiyorsak, konu başlığından itibaren toplantının genel amacını önceden belirlememiz gerekir. Burada “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkileri” üzerine uluslararası bir Forum düzenliyoruz fakat kimi zaman Akdeniz’in kültürleraşırı ilişkileri konusunda daha çok tartışıyoruz. Dolayısıyla, sizin veya bizim –bu organizasyona kendimi de katıyorum- ana konunun ne olduğuna karar vermemiz gerekir. Sanıyorum ki her defasında (eğer toplantı her sene gerçekleşirse) daha özgül konuların seçilmesi –toplumla ilişkiler, kurumlarla ilişkiler, eğitim programları, Türkiye-Avrupa arasındaki devingenlik, Akdeniz’deki devingenlik vs.- daha yararlı olacaktır, bu sayede şu anda yaptığımız gibi daha geniş bir açıdan tartışabilir, ortak sonuçlara, ortak bir bakış açısına ulaşabiliriz ve sadece yeni bir bakış açısıyla ayrılmış olmayız. Bu isteğimin bir nedeni de kültür operatörü olmamdan ötürü gidip başka operatörlerle, kültür yöneticileriyle beraber çalışıp yalnızca benim bakış açımı değil de bu alanda çalışan diğer insanlarla ortak bir bakış açısını kendi ağımda uygulamayı düşündüğümdendir.

Ata ÜNAL- Teşekkür ederim. Muhakkak ki gelecek sene ve ondan sonraki sene konu daha dar bir kapsamda ele alınacaktır. Haklısınız.

Mahir NAMUR- Bu projeyi oluştururken ilk düşüncemiz bir araya gelerek genel bir görünüm elde etmek, kimlerin Türkiye-Avrupa kültürel ilişkileri ile ilgilendiğini görebilmekti. Avrupa-Akdeniz projesindeki temel konu Türkiye’nin kah Avrupa’nın bir parçası, kah Akdeniz’in bir parçası olması, kültürel ağlar incelendiğinde de hem Avrupa’dan hem Akdeniz’den dışlanması, bu yüzden bütün bu soruları ele aldık. Bu bir başlangıç toplantısı. Umarım gelecekte daha özgül alanlarda birçok toplantı düzenleyebiliriz.

Filippo FABRICCA- Genel problemlerden, Akdeniz ilişkileri konulu uluslararası bir forum gibi bahsederseniz, konuyu başka münakaşalara taşırsınız. Dolayısıyla zaman kaybetmemek ve derinlemesine sonuçlar çıkarabilmek için konuyu seçmemiz gerekmektedir. Belki uluslararası bir forum düzenleyebiliriz, örneğin Cezayir-Avrupa kültürel ilişkileri konulu...

Gianluca SOLERA- Öncelikle çok samimi olarak teşekkür etmek istiyorum çünkü bu toplantıyı hem sanatsal bakış açısından hem de münazaraları yönünden çok heyecan verici buluyorum. İkinci olarak, Prof. Robins’in AB’nin ulus devlet olarak gelişmek istemesi ve bir para birimini, AB para birimini benimseme kararını içeren ifadeleri hakkında konuşmak istiyorum. Burada toplandığımız yer büyük bir darphane ve çok da ilginç çünkü belki de Akdeniz paraları kültürel bir değerin göstergesi olabilirler. Demek istiyorum ki, Akdeniz’in bütünü, kendi içinde kültürel etkileşim ve kültürel karmaşaya müsait bir alan. Bundan dolayı belki de organizasyonun gelecekteki toplantılarının üzerinde gerçekleşeceği bir yol olabilir bu. Örneğin, kültürel etkileşimin ve karmaşıklığın genel durumları üzerinde düşünelim. Her sene, bu sınırlar içinde kalmak koşuluyla, belli bir konu seçersiniz. Türkiye’nin AB üyesi olmadığı gerçeği ve Akdeniz’in en ucundaki ülke olması -yani bu çift taraflı zaafı-, bana göre olumlu bir etken. Bu bir fırsata dönüştürülebilir çünkü Türkiye’nin arada kalmışlığını körükleyen bir olgu. Yalnızca bir ara alan. İki cepheye de tam olarak ait olmayan bir ara alan ve bu da kültürel etkileşime, kültürel karmaşıklığa katma değer sağlamakta. Türkiye aday bir ülke fakat en iyimser ihtimalle 2015’ten önce AB üyesi olamayacak. Ayrıca Türkiye iki kıta ve diğer önemli bir bölge –Ortadoğu- arasında köprü vazifesi görmekte; Avrupa, Asya ve Ortadoğu. Bu yıllarda sadece kültürel değil aynı zamanda politik açısından da dinamik bir ülke. Evrilmekte olan bir toplum olmakla beraber İslamlık ve Hıristiyanlık referanslarına, geleneklerine de sahip olan bir toplum. Bu yüzden kültürel etkileşim ve karmaşıklık için odak noktası olabilecek bütün özelliklere sahip. Dolayısıyla, bütün bu çizgiler doğrultusunda, Avrupa veya Akdeniz bölgelerinden her aktörün toplanıp buluşabileceği bir yer olabilir. Eminim ki bu da bu bölgede büyük dikkat çekecektir.

Nevin TAN- Ben mimar Nervin Tan. Biraz evvel konuşmacılardan birisi bu üç günlük çalışmanın kendisi açısından verimsiz olduğunu dile getirdi. Oysa ben tam tersini ileri süreceğim, bildiğim çok şey vardı ama bu bilgilerime eklenmiş çok fazla şey oldu. Bir de ayrıca verdiği örneklerde de beni şaşırtan bir sonuca vardım. Şu anlamda ki, sözgelimi Manuel Costa Lobo’nun AB’yi ve Türkiye’nin yerini tanımlarken oluşturduğu semboller vardı. Sözgelimi bir üçgen sembolü. Şimdi, siz bunu eğer “basit” diye tanımlarsanız bu çok büyük bir yanılgıya götürür. Tam tersine yalınlık diye bir kavram vardır ki en zor şeydir ve mimaride bize öğretmeye çalıştıkları ve en zor başardığımız şey o yalınlığa ulaşmaktı. Onun haricinde, ayrıca Kevin’ın son değindiği hepsini toparlayan bir söylem var ki bu henüz daha gündemimizin çok önüne çıkmadı, bu da şu; biliyoruz ki daima her oluşum, her topluluk ekonomik temelli olarak oluşur. Bu ekonomik temeller bir dönem bir imparatorluk biçimine dönüştüğü gibi, kapitalizmle beraber de uluşçuluğa dönmek zorundaydı. Oysa Kevin bugün, ekonomik modelin değişmesine paralel olarak, belki birbirlerinden uzak mesafeler gibi görünmesine rağmen, şehirlerarası ortak yaşamın oluşabileceğini dile getirdi ki böyle bir sonucu dinlemek bile bizler açısından büyük bir kazançtı.

Şimdi, ben bunu biraz daha ileriye götürerek bir şey ilave etmek istiyorum, bu söylenenlere tümüyle katıldığım gibi, ayrıca bu şehirlerin içersinde belki oralı olmayan, farklı etnik ve milli kimliklere sahip insanlar farklı yerlerde ortak ve uzun süreli yaşamak isteğini duyuyorlar. Bugün ben İstanbul’da bunu görüyorum. Sözgelimi Cihangir’de bu belirgin bir şekilde gözüme çarpıyor ve o model de gerçekten çok hoş, özlemlerimi karşılayan bir biçime dönüşmeye başladı. Hatta böyle şaka yollu Cihangir Cumhuriyeti tanımı yapılır. Belki önümüzdeki yıldaki toplantıda bunu aşan ve bu anlamda ortak yaşama mekanlarını yaratmaya yönelik çabaları artırmak ve bunların oluşmasını engelleyen faktörleri –bürokratik olabilir veya başka türlü olabilir- nasıl gideririz’e artık gelmemiz gerektiği düşüncesindeyim çünkü bu üç günlük toplantı bana öyle bir fikri aşıladı ki aslında çok şeyi aşmışız. Daha çok artık çözümlere yönelik şeylere doğru adımlar atılması gerektiğini gördüm ve bütün katılımcılara ve bunu yaratan örgütlere de ayrıca teşekkür ediyorum.

Ata ÜNAL- Biz teşekkür ederiz. Çok küçük bir şey belirtmek istiyorum, belirtmeden geçemeyeceğim, çok şeyi aşmışız deyince... Sanırım dün Lucius Erwin’in belirttiği bir şey vardı, çok önemli olan bir şey var, geniş halk kitlelerinin ne düşündüğü. Yani acaba onlar için de aynı şeyi düşünüyor muyuz’u da bir soru işareti olarak bulunduralım diyorum, çok şeyi aşmışız derken.

Remzi AKSAN- Efendim iyi günler diliyorum. Benim buraya gelmem şöyle gerçekleşti, okuduğum gazetenin çok küçük bir köşesinde bir ilan gördüm, o ilan nedeniyle toplantının bitimine yakın, aşağı yukarı bir saat önce geldim buraya ve baktım çok güzel şeyler söyleniyor. Özellikle günümüzde çok yakınımızda bir savaş oluyor. Orada yüzlerce insan her gün ölüyor ve bu savaşın nedenlerinden birisi de kültürel olarak birbirine yabancılaşma, birbirini tanımama ve dolayısıyla halklar arasındaki kültürel uyumsuzluğu öne çıkarıp bunu dayanak yaparak orada insanların kırılması şekline dönüştürülmesi. Dolayısıyla kültürlerin geliştirilmesi, birbirini anlaması, birbirine duyurulması ve ilişkilerin geliştirilmesi açısından bu toplantıyı düzenleyen gruba, çalışmaya çok büyük önem veriyorum, gruba da teşekkür ediyorum. Öğretmenim, Remzi Aksan.

Bir izleyici- Herkese merhaba. Bulgaristan’dan katılıyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Avrupa ile Entegrasyon Departmanı’nda çalışıyorum. Almanya’dan çalışma arkadaşım Sabine gibi ben de Kültür 2000 olarak adlandırılan toplum programından sorumluyum. Europist’in bütün takımına davetleri ve bu mükemmel organizasyonları için teşekkür etmek istiyorum. Diğer arkadaşlarımın da belirttiği gibi, kendi açımdan konunun hem teorik yanının, münazaraların, hem de sanatsal yanının oldukça tatminkar olduğunu söylemek istiyorum. Yüksek Avrupa düzeyindeki kültürel işbirliğine yönelmeden önce, belirtmek isterim ki, muhtemelen bölgesel kültürel işbirliğinin sağlamlaştırılması denenmelidir, Balkanlar’daki Yunanistan örneği gibi... Bulgaristan ve Romanya hâlâ aday ülkeler arasında iken, Yunanistan uzun yıllardır AB üyesi konumunda fakat bizler zaten katılım sözleşmesini imzaladık ve yakın zamanda bu onaylanacaktır. Dolayısıyla, bu ülkelerin durumundan istifade ederek, Türkiye ilk seferde ortak olma ve sonrasında da gerçekleştirilmesi biraz daha zor olan Kültür 2000 projesinin, muhtemelen, organizatörlerinden biri olma şansına sahiptir. Bu forum benim için çok ilginçti ve yeni insanlarla beraber yeni fikirler keşfettim. Bu fikirleri ülkeme döndüğümde çalışma arkadaşlarımla paylaşacağım. Şimdiden gelecek yılki ikinci forumu iple çekiyorum. Yeniden çok teşekkür ederim.

Aliye KURUMLU- Ben Aliye Kurumlu Platform 0090 Belçika’dan. Benim aslında kısa bir sorum olacaktı, Avrupa Kültür Derneği’nin faaliyet alanları hakkında. Benim gördüğüm kadarıyla bilgilendirme organizasyonu, artı belki de uluslararası kültür politikalarını yönlendirme ama bunun dışında farklı faaliyet alanları var mı?

Mahir NAMUR- Bu forumun düzenlenişinde olduğu gibi bizim derneğimiz de aslında organik bir şekilde yani gerçekten ihtiyaçtan oluştu ve daha sonra yaptığımız projelerde bize destek veren, bize katılan insanlar, sonra bu forumun oluşması sanki kendiliğinden gelişti. Tabii oturup düşünüyoruz üzerine. Bütün bu gelişim sürecinde aynı zamanda da oturup kendimizi nasıl tanımlamalıyız diye kafa patlatıyoruz. Çünkü aslında yaptığımız çok basit fakat anlatması karmaşık.

Neden mesela Avrupa Kültür Derneği adı? Ki biz vizyonumuzu toplumda kültür bilincini yükseltmek olarak çok genel bir şekilde tanımlıyoruz, sonra da Avrupa’ya indirgiyor isminden. Böyle bir çelişki varmış gibi görünüyor oysa bunun açıklaması şu: Biz kendimizi Avrupa kültür alanında konumlandırıyoruz. Bunun AB ile ilgisi olabilir, olmaz, bu bizim konumuz değil çünkü kültür sınırlandırılamaz. İşte bu “transnational cultural relations” yani demin de beyefendinin söylediği gibi biz hem oradayız, hem oradayız, hem oradayız. Siz “Hayır siz burada değilsiniz” diyemezsiniz. Yani biz buradayız, orada olmuşuz, olacağız vesaire.

Şimdi, biz burada kendimizi bu Avrupa kültürel alanı içinde konumladırıp ancak Avrupa’yla multilateral ilişkilerle -yani artık ikili ilişkiler değil de multilateral ilişkilerle- hem Avrupa içindeki kültürel ilişkiler içersinde bizim düşünürlerimizin, bireylerimizin, kurumlarımızın yer almasını istiyoruz, hem de Avrupa’nın - AB demek istemiyorum çünkü nasıl gelişecek, ne olacak bilmiyorum ama bu Avrupa kültür alanının çevresindeki komşularıyla ve hatta komşu olmayan başka dünya ülkeleriyle dış ilişkilerinin de üzerinde düşünülmesini istiyoruz. Çok geniş yani bütün dünyayı aslında içinde barındıran fakat düşündürtmek için koyduğumuz bir isim bu.

Şimdi, yaptığımız işe gelince, biz aslında herhangi bir şeyi savunmak falan istemiyoruz. Bizim yapmak istediğimiz şey insanların kültür üzerine düşünmesi. İkinci yapmak istediğimiz şey de, bu kültürel alışverişlerde sadece kurumsal ilişkilerin olmaması yani nasıl Prof. Robins bu ilişkileri şehire indirgedi, aslında bunu kişiye indirgemek lazım yani bizim her birimizin, birbirimizle ilişkilerine ki Stine’yi onun için davet ettik, hani ne alakası var diyeceksiniz Culture 2000 ile Stine’nin aşk ilişkilerinin ama o aşk ilişkileri esas işin özü. Yani kalp ilişkisinden geçiyor bu. İnsanları kalbinizle seversiniz, kurumlarınızın para alışverişleriyle değil. Dolayısıyla bu da çok önemli bir faktör.

Yani biz nerede konumlanmış olursak olalım, her ne şekilde nerede görülürsek görülelim, önemli olan kişiler arasında, ülkeler arasında, şehirler arasında, hiç fark etmez, bu kültürel ilişkiler, kültürel iletişim - iletişimin de en verimli olduğu yerin işbirliği olduğu görülüyor. Yani bizim projelerimizin bir özelliği var; hem kültürel iletişimi işbirliğine teşvik edici şeyler yapıyoruz hem de buna bir örnek teşkil etmek istiyoruz. Yani biz kendimiz zaten böyle bir şey yapma gücümüz yok, fakat önemli olan burada kültürel işbirliği mi? Buyurun, tanıştığımız yurtdışındaki arkadaşlarımızdan, onların kurumlarından destek istiyoruz, Türkiye’deki kurumlardan destek istiyoruz ama bu desteğin kesinlikle çok minimal bir kısmı parasal, hepsi bu insanların gerçekten kafa patlatarak, vücutlarıyla çalışarak ve bizim yanımızda düşünerek, birlikte fikir geliştirerek katılan kişiler ve kurumlar. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Onun için, basite indirgersek, Avrupa Kültür Derneği kültürel iletişim ve işbirliği üzerinde çalışıyor.

Bir izleyici- Teşekkür ederim. Yunanistan Kültür Bakanlığı’nın Uluslararası İlişkiler bölümünde çalışıyorum. Öncelikle, Bn. Bornemann’ın birkaç dakika önce belirttiği noktaya atıfta bulunmak istiyorum. Eğer uygun görülürse Avrupa Kültür Derneği tarafından ileride bir zamanda İnternet’ten toplanan kayıtlar yardımıyla çıkarılacak bir katılımcı listesi, sanırım bütün katılımcılar için büyük kolaylık olacaktır.

İkinci olarak, kültürel ilişkiler, kültürel bağlantılar ve kültürel alanlardan bahsetmişken, kültürel alanları soyut bir kavram olarak ele alan bir bey vardı. Kültürel alanlardan bahsetmek soyut olabilir, ancak inanıyorum ki Prof. Kevin Robins şehirlerin bağlar yaratabileceğini, ağlara sahip olabileceğini söyleyerek benim anlayışım açısından ilginç bir tespitte bulundu. Burada, Avrupa Konseyi’nin Devletler Projesi olarak adlandırılan ve Yunanistan’ın, Helen topluluğunun kültürel katılımını içeren projeyi örnek olarak vermek istiyorum. Proje Güney Kafkasya, Yunanistan ve Türkiye’yi kapsarken, İsviçre ve diğer bazı ülkeler de gözlemci ve destekçi olarak projeye katıldılar. 2001 yılında Selanik’te bir konferans düzenledik. Konferansın başlığı ise “Şehirler İçin Kültür Politikaları” idi. Şehirler arasında resmi bir ağ oluşturulmuştu ve bazı şehirler konferans sonrasında birlikte çalışma olanağı bulmuştu. Türkiye’den Bursa seçilmişti ve Bursa-Türkiye, Romanya ile beraber çalışma fırsatı bulmuştu. Dolayısıyla, kültürel alanlar fazlasıyla belirli, fazlasıyla elle-tutulabilir örnekler de olabilir, soyut bir kavram olmak zorunda değil. Bu organizasyonu düzenlediğiniz için çok teşekkür ederim, burada sizinle beraber olmaktan çok mutluyum. Bir Akdenizli olarak, bir Güneydoğulu olarak, bir Avrupalı olarak, nasıl derseniz deyin, size çok teşekkür ederim.

Handan BÖRÜTEÇENE- Kendisi burada değil ama Korhan Bey’in sözlerine istinaden hızla bir cevap vermek istiyorum çünkü bu konuyu önemsiyorum. Konuşmamın en başında iki şeyin altını çok kalın çizdim. Bunlardan bir tanesi, konuşacağım alanı belirledim: Ben plastik sanatlar alanında çalışan bir sanatçıyım, verdiğim ve konuştuğum her şey bu alan üstüne demiştim. Diğeri de, Fransa ile ilgili konuşacağım demiştim çünkü tanıdığım ülke orasıydı örnek olarak. “Devlet gölge etmesin başka bir şey istemiyorum” demem tabii ki bizim alandan yani plastik sanatlar alanıyla ilgili yaşanmışlıklar üstüneydi. Bunu yaşayan bilir, yaşamayan bilmez. Burada uzun uzun anlatacak değilim ama mesela Türkiye’de Kültür Bakanlığı Sao Paolo Bienali’ne gitsin diye bir sanatçıyı seçer, Canan Beykal’ın başına gelmiştir bu -isimlerin hiç önemi yok, birçok sanatçının, hepimizin başına geliyor- der ki “Tamam sen gidiyorsun”, sonra da son saniyede der ki “Benim sana verecek param filan yok, gideceksen sen bul paranı git”. Şimdi bunu bari üç ay önce söyle. Bizim en son başımıza gelen bir mesele, Osman Okkan’la birlikte yaptığımız sergide de yaşadık aynı meseleyi Bonn sergisinde, size derler ki “Ulaşımı üstleniyoruz” ya da “Yurtdışına çıkışta sizi Konut Fonu’ndan muaf tutmak istiyoruz”, sizin yola çıkacağınız gün size bir bildiri gelir, “Para yok, vermiyoruz,” derler. Ama siz bilemezsiniz ki Türkiye’den o kadar mankeni bilmem ne ülkesine Kültür Bakanlığı nasıl götürüyor acaba? Ya da o şarkıcıyı, türkücüyü? Aşağıladığım için değil alanları, hiç değilse bir eşitlik istiyoruz. Ben şahsım adına söylüyorum ve bir grup çalışan arkadaşlarım adına söylüyorum, yapacağım her türlü işi eğer devletin desteği ya da ondan, bundan, şundan bekleseydim bugüne kadar ben bir çivi çakmış olamazdım. Bunun için söylüyorum. Teşekkür ederim.

Şafak UYSAL- Benim ismim Şafak Uysal. Ben aslında dün de provalarla meşgul olduğumuz için çok fazla oturumlara katılamadım ama elimdeki sınırlı veri üzerinden sadece ufak bir iki şey söyleyeceğim. Bir tanesi, aslında oturumların başlıkları çok özele indirgenmiş konular olmasına rağmen, yani göçmen politikalarına ve bunların sanatsal üretim sürecine etkileri gibi özelin de özelinde konular olmasına rağmen, oturumların gidişatının çok daha Avrupa, kültür ve Türkiye gibi çok büyük kategorilere seslenmeye çalıştığı ve bunlarla ilgili konuların hepsini birden aynı potada eritmeye çalıştığı gibi bir eğilime şahit oldum. Aslında böyle bir biraraya gelmenin bir giriş teşkil ettiğinin hepimiz farkında olduğumuz için -bunun çok gerekli olduğu da çok ortada- sadece madem önümüzdeki senelerde nelere dikkat edilmesi gerektiğinden bahsediyoruz, belki bu başlıkların özelleşmesi konusunda, aynı şekilde oturumların içeriklerinin de o özelleştirmeye eşlik etmesi sanıyorum işleri kolaylaştıracak ve daha verimli kılacaktır diye düşünüyorum.

Diğer iki söyleyeceğim şey de aslında tam da ilişki meselesiyle ilgili, madem başlığımız ilişkiler... İlişki dediğiniz şey sonuçta iki bünye içerir yani iki bünyeyi bağlar. Bu anlamda da bu iki bünyenin dertlerinin, kapasitelerinin bir şekilde bir denkliğinden bahsetmek gerekiyor. Şimdi, katılımcıların isimlerine, özellikle panellerde konuşmacı olanlara baktığım zaman, aslında Türkiye’den katılanların daha çok sanatçılar ve kuramcılar, dışardan gelenlerinse Avrupa temelli network kuruluşlarından kültür operatörleri olduğunu görüyorum. Aslında böyle bir ayrım olduğundan değil, sadece genel isim ve katılımcı listesi bile bunu gösteriyor. Bu, şundan kaynaklanıyor olabilir; basitçe ülkemizde kültür operatörü dediğimiz mesele daha o kadar yerleşmemiş olduğu için belki de bizden yeni çıkacak şeylerin açığına işaret ediyor olabilir ya da tam da bahsedip durduğumuz henüz buradaki kültür operatörleri bu anlamda yeterince aktive edilememiş olabilir. Ama eğer bir negotiation’dan bahsediyorsak, şu andaki tablo, forumun sanki Türkiye’deki sanatçıların ve kuramcıların kendi promosyonlarını yaparak kendilerini daha uluslararası kültürel operatörlere, tabiri caizse, satmaya ve beğendirmeye çalıştıkları bir market’in aslında çerçevesi olmaya daha müsait gözüküyor. Şu andaki niyetin o olmadığının kesinlikle farkındayım. Sadece genel çerçeve anlamında söylüyorum. Eğer işbirliğinden bahsedeceksek veya bu anlamda bir alışverişten bahsedeceksek sanıyorum iki taraftan da operatör dediğimiz -artık bu kategorinin altına kimler giriyorsa- bu bünyelerin varlığının denkliğinden bahsedebilmek, aynı şekilde sanatçıların ve kuramcıların da bünyelerinin varlığından ve denkliklerinden bahsedebilmek önemli gibi geliyor bana.

Bir diğer denklik de Türkiye-Avrupa denklemi kurduğumuzda oluyor çünkü şimdi biz bu ülkede yıllarca Akdeniz ülkeleri forumları yaşadık ve geçirdik. Akdeniz’den bahsederken hiçbir zaman acaba Akdeniz’e ait miyiz, değil miyiz, Akdenizli miyiz vesaire gibi sorular sormadık çünkü bu konuda baştan beri kabul edilmiş gibi gözüken, Akdeniz tabirinin biraz da coğrafi olmasından da gelen bir kabul vardı ve hiçbir zaman Türkiye-Akdeniz ilişkileri gibi bir şey veya Türkiye-Akdeniz ülkeleri ilişkileri gibi bir şey sorgulanmadı. Hep genel olarak Akdeniz ülkeleri ve o çerçeve üzerinden gitti. Şimdi, Türkiye-Avrupa deyince, Avrupa kendi başına bambaşka bir bünye yani hiyerarşik anlamda birbirlerine çok denk gelmiyor bana. Tabii ki şu andaki bu AB’ye kabuldü, değildi gibi tartışmaların çok ateşli olduğu bir dönemde bunun önemli olduğunun farkındayım ama yine de bu denklem Türkiye’ye karşı Avrupa, Avrupa’ya karşı Türkiye şeklinde kurulduğu zaman aslında zaten işlemekte olan bir takım ikiliklerin yeniden üretildiği gibi bir kısır döngüye girilme ihtimali var, ondan uzak durmak gerektiğini düşünüyorum ben. Çünkü bu elinde olmadan hani Avrupa’ya kabul edilmeye çalışan bir Türkiye ya da Avrupa’nın şu anda teftişte bulunduğu Türkiye pozisyonlarını da sizin üstünüze yapıştıran bir şey. Bunlardan uzak durarak acaba biz nasıl yolumuzu buluruz’u bence sormak lazım diye düşünüyorum. Teşekkür ederiz, herhalde şu ortamdan, şu mekandan, şu organizasyondan herkesin memnuniyetini teşekkürlerle yinelemek yeterli olmayacak bile ama...

Mahir NAMUR- Zaten Şafaklar da birlikte çalıştı, teşekkür ediyor ama, kendileri de bu işin içindeler.

Osman KAVALA- Bir açıklama yapmak istiyorum; kültürel alanı bir soyutlama olarak kastetmemiştim, aksine, milli kültürün bir soyutlama olduğunu ve sadece şehir temelli belirlenen kültürel politikayla ve kamusal kültür alanlarıyla somut kültürel ilişkiler içinde olabileceklerini söylemiştim.

Mesut ARSLAN- Çok kısa bir şeyler söylemek istiyorum. Bir kere Şafak’a teşekkür ediyorum benim iki sayfamı aldı götürdü, çok önemli noktalara değindi Şafak, yine bir sanatçıdan çıkıyor, çok güzel şeyler. Bunların gerçekten önemli olduğunun altını çiziyorum. Bir eleştiri getirmek istiyorum uzun zamandır ki Şafak bunu aslında üstü kapalı yaptı ama ulaşılması gerekiyor. Ben kafedeki sandalyelerden ve masalardan, bu operatörlük işine kadar büyük bir eleştiri listesinin sizlerin masasının ortasına oturmasını istiyorum ilk önce. Bunu ne kendim için istiyorum, ne de şu olsun bu olsun istiyorum. Bu Mesut’un bir yere gelmesi için de değil ama bunu gerçekten bu işin etiğine ve olayın özüne daha yaklaşmak için olduğunu düşündüğüm için söylüyorum.

Bir başka söylemek istediğim şey, karar vericiler sadece politikacılar değildir, gerçekten ben buna inanıyorum. Bugün Jan Zoet burada mı bilmiyorum, işte Murat Can burada, Aliye burada, kültürel ve sanatsal anlamda, Türkiye’yle Avrupa arasında gerçekten iş yapmak isteyen, yapan ve teorik anlamda değil, pratik anlamda iş yapan.

Halk topun peşinden koşuyorsa politikacı da topun peşinden koşabiliyor. Biz nereye koşacağız, o bizim için önemli. Buradan da Bay Robins’in uydu yayınlarını takip eden gettolarla ilgili sözlerine geçmek istiyorum. Bunu olumlu bulduğunuzu söylediniz. Gettolarda yaşayan ve uydular vasıtasıyla geldikleri ülkelerin yayınlarını izleyen insanlarla ilgili olumlu bir yan olduğunu söylediniz. Böyle mi kastetmiştiniz, yanlış mı anladım?

Prof. Kevin ROBINS- Ben biraz daha farklı bir şeyi kastetmiştim, yani spesifik bir noktaya değinmiştim; Türk televizyonunu izleyen kişilerin, benim gibi, programlar arasında seçim yapan, programları karşılaştıran zeki insanlar olarak algılanması gerekir. Bu yüzden Almanya’daki gibi televizyon izleyen insanları doğrudan gettolaşmış kabul eden düşünceye karşı çıkmaktaydım. Bunun, insanların getto hayatını benimseyeceklerini farzeden anti-demokratik bir metodolojiden ileri geldiğini düşünmekteyim.

Mahir NAMUR- Bu forumu kapatırken bütün konuklarımıza öncelikle geldiğiniz için çok teşekkür ederiz diyoruz. Bitmiş değil Forum ancak konuşma kısmı bitti. Bundan sonra performanslarımız var, daha sonra da partimiz var. Hepinizi bekliyoruz. Şimdi ilk olarak, üç gündür bize bu ilişkilerde aracı olan simültane çevirmenlerimize çok teşekkür ediyoruz. Buradan duyuyorum çok da iyiydi diyorlar. Çok teşekkür ediyoruz. Başlangıçta da size söylediğim gibi, biz siz gelmeden sekiz saat önce buraya girdik. Ses, ışık işlerimizi yapan CSG Events’e çok teşekkür ediyoruz. Bunu CSG Events de bizim için, bizimle birlikte çalışarak gönüllü yaptılar yani çok büyük bir katkı. Simültane çeviriyi Avrupa Komisyonu ve Sivil Toplum Destek Ofisi bize temin ettiler, çok teşekkür ediyoruz. Konuşmacılarımızın buraya gelmesini sağlayan Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul Hollanda Başkonsolosluğu, British Council, Fransız Kültür Merkezi, Euro-Med, Relais Culture Europe, Young Arab Theatre Fund, Ankara’daki Fransız Büyükelçiliği, Roberto Cimetta Fund’a da çok teşekkür ediyoruz, başvuruları aldılar. Performanslarını izlediğiniz bütün arkadaşlarımıza teşekkür etmek garip çünkü birlikte yaptık bunu, birlikte olduğumuzdan çok mutluyuz. Türk Hava Yolları’na teşekkür ediyoruz, onun da değerli katkıları oldu. GeoPost iletişimi sağladı. Gelişim Creative bütün basılı malzemeleri birkaç gün içersinde çıkardı. Chameleon basın ilişkilerimizi ve organizasyonumuzun bir kısmını üstlendi. E-kolay içerdeki İnternet bağlantısını size sağladı. Yıldız Teknik Üniversitesi bazılarınızın konaklaması için olanak sağladı. Kargart ve Pozitif, özellikle Kargart çok büyük bir katkıda bulundu, bütün performans sanatlarının yönetimini Burcu yaptı, çok teşekkür ediyoruz. Pozitif de yine bu akşamki partiye DJ gönderdi, o da bizimle birlikte çalışacak, DJ Dizzy çok teşekkür ediyoruz. Kargart ayrıca akşam Bahadır çalacak, onlara da teşekkür ediyoruz. Burada bu programın başından sonuna kadar hep birlikte çalıştığımız Kültür Yönetimi Programı katılımcılarının hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz, bunları biz hep beraber yaptık, bunu vurgulamak istiyorum. Ayrıca Yeditepe Üniversitesi’ndeki öğrencilerin kurduğu MAC’a da çok teşekkür ediyoruz; Management of Arts Club, onlar da büyük katkıda bulundular. Ve Görsel de banner’larımızı hazırladı, bir gece içersinde hepsini gelip taktı, bütün yönlendirmeleri vs. Hollanda Başkonsolosluğu ve British Council özellikle daha fazla yanımızda oldular bu forum için, iki programlarından yararlanabildik, onlara tekrar diğerlerinden farklı olarak teşekkür ediyoruz. Tekrar burada veya başka yerde buluşmak üzere çok teşekkür ederiz geldiğiniz için diyoruz. Tarih Vakfı, bize bu muhteşem mekanı verdiği için lütfen alkışlayın. Tarih Vakfı bize sadece mekanı vermedi, aynı zamanda bizimle sabahtan akşama kadar haftalarca çalıştılar. Pelin çok teşekkürler. Ayşe’ye de. Şimdi iki yerde de performans var. Oraya bekliyoruz.

Hiç yorum yok: