7 Kasım 2007 Çarşamba

Panel: “Ulusal Kültür Ajansları, STK’lar, Kültür Ağları ve Sanatçı Etkinlikleri



Panel: “Ulusal Kültür Ajansları, STK’lar, Kültür Ağları ve Sanatçı Etkinlikleri Bağlamında Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerini Geliştirmek İçin Araçlar ve Eylemler”

Moderatör: Mahir NAMUR- Avrupa Kültür Derneği Başkanı, Türkiye
Bernard FAIVRE D’ARCIER- Sanat Danışmanı, Avignon Festivali Eski Yönetmeni, Fransa
Nelson FERNANDEZ- Visiting Arts, Sahne Sanatları ve Profesyonel Gelişim Bölümü Başkanı, İngiltere
Jan ZOET- Rotterdam Schouwburg’un Direktörü, IETM Yönetim Kurulu Üyesi, Hollanda
Filippo Fabricca- Cittadellarte – Fondazione Pistoletto, İtalya
Nevenka KOPRISKEV- Balkan Express Network’ün Koordinatörü, Bunker Productions’ın Direktörü, Slovenya
Dr. Kerstin Tomenendal- Türkolog, Avusturya Türk Bilim Ofisi Direktörü, Avusturya




Bernard FAIVRE D’ARCIER- Esasında, Avrupa’nın politika, ekonomi ve kültür olarak en azından üç farklı işbirliği düzeyi ortaya çıkaran oldukça komplike bir yapı ve ortak bir oluşum olduğunu söyleyebiliriz. Ve aslında Avrupa’yı oluşturmak çok güç çünkü Avrupa kültür ile değil ekonomi ile başlamış bir olgu. Yıllar içinde, Avrupa iki eğilimin arasında kaldı: Kendi iç organizasyonu veya yeni katılacak üyelerle genişlemeyi kabullenmek ve Avrupa mefhumunu derinleştirmek. Bana göre, derinleşmeyi ve genişlemeyi aynı zamanda sağlamaya çalışmak fazla riskli. Bu, şimdilerde Fransa dahil farklı batı ülkelerinde büyük bir tartışma olmasının nedeni, yani taslak anayasanın referandum vasıtasıyla kamuoyunun kararına sunulduğu ülkelerde. Dediğim gibi, ekonomiden politikaya geçiş yapmak zor. Çünkü Avrupa’nın politik yapısına baktığınız zaman, tamamiyle farklı bir manzarayla karşılaşıyorsunuz, çünkü Avrupa, Avrupa Parlamentosu’nun rolü yoluyla örneğin dışişleri, askeri savunma gibi alanlarda çok kapsamlı bir egemenlik ilkesi tasavvur ediyor. Bildiğiniz gibi, Avrupa anayasa tasarısı projesinin ortak bir Avrupa Dışişleri Bakanlığı pozisyonu kurması bekleniyor ve fakat tabii ki bu çok zor çünkü, sabahki oturumda da belirtildiği üzere, örneğin Irak’ın durumu ya da başka birçok uluslararası sorunda, farklı Avrupa ülkeleri arasında bir uzlaşma yok. Dolayısıyla, politik kurumsal manzara oldukça karmaşık ve gelecekte de böyle olacak. Bundan dolayı kanımca, genişleme öncesinde adım adım, daha farklı bir şekilde ilerlemeliydik. Ama tarih herkesi ve her ülkeyi genişlemeyi kabul etmeye sevketti. Öncelikle politik ve hatta askeri sebeplerle; çünkü Orta Avrupa ülkelerinin çoğu NATO’ya dahil olmaya ve takiben de Avrupa projesine dahil olmaya niyetliydi.

Ancak, Türk halkı olarak Avrupa Birliği’ni düşünürken üç farklı çerçeveyi birbirinden ayırmanız gerekir; bunlar politika, ekonomi ve kültür. Tabii ki siyasi düzeyden önce, ekonomik ve kültürel düzeyde hazırlanmanız gerekiyor, ancak kültür söz konusu olduğunda AB'nin de yeterince aktif olmadığını söyleyebiliriz. Bunu unutmayın. Birçok kişi Avrupa’nın kurucularından birinin de “tabii ki işe kültürle başlamış olmamız gerekir” dediği gibi işe kültürle başlamış olmamız gerektiğini söylüyor. Aslında tam olarak bu cümleyi de kullanmamış ama bir anlamda, bu cümleyi duyduğunuzda bir politikacıya “Madem kültürle başlamadınız, o zaman neden kültürle devam etmiyorsunuz?” diye sorabilirsiniz.

Kültür Avrupa antlaşmalarında hiçbir zaman ortaya çıkan bir olgu olmamıştı. 1992’deki Maastricht Antlaşması’na dek sözü edilmemişti, ve şimdiki yeni antlaşmada bile kültürle ilgili, bazı humanist niyetler ve bazı uzlaşmacı dilekler dışında fazla veri, ya da kültürle ilgili bir konuşma geçmiyor. Ve genellikle bazı politikacılar kültürle ilgili konuştuklarında, sistematik olarak üç şeyi gündemde tutuyorlar: Bir; Avrupa Mirası. Avrupa Mirası’ndan antlaşma tasarısında Avrupa’daki kültür sorununun esas nesnesi olarak bahsedildi. İkincisi eğitimdi ve sanat, eğitim sorununun içinde biraz dağılmış bir olgu. Ancak tabii ki eğitim çok önemli ve Avrupa yapısının içinde başarılı bir konuma sahip. Demek istediğim karşılıklı dil bilgisi, öğrenci değişimi, Erasmus Programı ve bunun gibileri. Kültürden bahsedilen üçüncü nokta da kültür endüstrileri tabii; televizyon, müzik ve diğer kültür endüstrileri gibi. Ve bunun tabii ki Fransa’nın da başka bazı ülkelerle masaya yatırdığı “kültürel istisnalar” meselesiyle de ilgisi var. Kültür ürünleri ve kültür hizmetleri diğer ürün ve hizmetlere benzemez ve farklı bir yaklaşım gerektirir. Ama şu an için sanatların yaratımı ve yayımı konusunda bir şey yok çünkü bu bağlı bir konu olarak görülmekte -bağlılık ilkesini biliyorsunuz-. Bunun için, Avrupa bu sektöre müdahale etmedi çünkü bu, üye ülkelerin esas alanı ve ayrıca batılı ülkeler arasında, kültürel halk desteği alan politik idari kuruluşlar arasında o kadar çok farklılık var ki ortak bir tarım politikası gibi ortak bir kültür politikasına sahip olmaya çalışmak pek mümkün değil.

Bundan dolayı, şu an için Avrupa’da ortak bir kültür politikasından bahsedilemez ve sanırım bu da iyi birşey. Farklılığa saygı duymaya ihtiyacımız olduğunun altını çizmekte yarar var, bu aynı zamanda her ulusal koruma veya halk desteği sisteminin savunulması anlamına geliyor. Örneğin Fransa’da kitap fiyatları, kendi sinema endüstrimiz ya da radyo ve televizyon yayını alanında özel düzenlemeler konusunda üç özellik var. Onun için, kültür alanında söz birliğinin gerekliliğini çoğu durumda ilke olarak benimsiyoruz. Her ülkenin bu alanda veto yetkisi var. Böylelikle bu tür bir durumda ortak bir kültür politikası oluşturmanın zorluğunu anlayabilirsiniz.

Esasında, bir kültürler Avrupası var tabii ki ama bu, politika çevrelerinden çok profesyonellerin kendi çabalarının bir sonucu. Profesyoneller işbirliğine girmek için en etkin yolun ağlar olduğunu çok çabuk bir şekilde anladılar. Bu öğleden sonra kültürel ağlardan konuşacağız ve en azından üç tür kültürel ağın olduğunu göreceksiniz: Şimdi neredeyse 25 yaşında olan IETM gibi bilgi ağları, benzer kapasitelere sahip mesleki kurumların oluşturduğu ağlar; örneğin tiyatro için Avrupa Tiyatrolar Birliği (Union des théâtres de l'Europe) ya da Avrupa Tiyatro Kongresi (Convention Théâtrale Européenne); ki bunlar şu anda Avrupa kapsamında ağlar haline gelmiş Fransız kökenli iki girişim. Üçüncü kültür ağı türü de, büyük ya da küçük kurumları, ortak yapım gibi aynı hedeflerde biraraya getiren ağlar; örneğin Avignon Festivali tarafindan kurulan ve şimdi Batı ve Doğu Avrupa’da 25 farklı tiyatroyu yeni nesil yönetmen ve koreografların ortak yapımları için biraraya getiren Theorème gibi. Ancak, bu tabii profesyonellerin çabalarının sonucu, yoksa siyasi iradenin değil. Çünkü siyasi iradeyi düşündüğünüzde bu, kolokyumlarda ve seminerlerde çokça ifade bulan ve bütçe söz konusu olduğunda hiç adı geçmeyen bir olgu. Örnegin şimdiki Avrupa bütçesinin kültüre ayrılan kısmı şu anda 0.12 ve bu oran 2013’te sadece 0.15’e çıkabilecek. Yani ortadaki farklı zorlukları görüyorsunuz.

Theorème gibi ağların oluşumuyla ilgili sorunuzu yanıtlayayım. Fazla zamanım kalmadığından, sizlere şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Avrupa oluşumunun bir parçası olmadan da bir Avrupa kültür işbirliğine girmek mümkün. Türkiye Avrupa oluşumunun bir üyesi olmadan da çalışıp kültürel düzeyde işbirliği yapabilir. Onun için, gelecekteki müzakerelerin sonucunu beklemenize gerek yok ama daha ziyade farklı çevrelere mensup ağlar yoluyla edineceğiniz bağlantıları çoğaltmanız lazım. Sadece Avrupa çevreleri değil, bu sabahki oturumda da gördüğümüz gibi aynı zamanda Avrupa-Akdeniz çevrelerinden sözediyorum. Ve son sözüm olarak lütfen, bu tartışmalarda sanatçıların rolünü unutmayalım. Sadece kurum temsilcilerini, sadece profesyonelleri değil, sanatçıları da davet edin.



Mahir NAMUR- Çok teşekkürler. Şimdi kısaca Nelson Fernandez'i takdim etmek istiyorum. Kendisi kültürel ilişkilerde kültürel operatörlerin rolünü irdeleyecek.



Nelson FERNANDEZ- Evet, benim değineceğim noktaların bir kısmı tam da Bernard’ın bize biraz önce bahsettiklerinden yola çıkacak. Dünkü oturumu açış konuşmasında Mahir Namur, uluslar ve kültürlerarası anlaşmayı geliştirmede kültürel işbirliğinin önemli bir araç olduğunu söyledi. Ve açık nedenlerle bu, dünkü oturumda dinlediklerimizin ortak bir paydasını oluşturuyor. Ben de bu ortak inancı başlangıç noktam olarak belirledim. Çünkü benim için mesele kültürel diyaloğu, kültürel işbirliğini en etkin şekilde kolaylaştırma ve geliştirmenin hangi yollarla yapılabileceği.

Bu seminer Avrupa Kültür Derneği ve ortakları tarafından geliştirilen bir dizi sanat yönetimi eğitimi girişiminin sonucu olduğundan, ve Bernard'ın sanatçıların davet edilmesi ve katılımı konusundaki dileğinden sonra, ben de bugün sanatçıdan çok kültür yöneticisinin rolüne odaklanmayı düşündüm. Gerçi bu iki rolün muhakkak ki karşılıklı olarak birbirine bağlı olduğuna tamamen katılıyor ve inanıyorum. Kendi yaptığımı da bu bağlam içinde açıklamak gerekirse, 22 yıl dansçı olarak çalıştım. Onun için pratiğin ne olduğu konusunda biraz deneyimim var. Jan Zoet’in de bu kültürel ağlarda sanatçının rolü hakkında konuşacağını biliyorum, onun için, bir anlamda bu çok yararlı çünkü birbirimizi umarım ki tamamlayacağız. Ama öncelikle Mahir'in de bahsetmiş olduğu Visiting Arts hakkında konuşmak istiyorum.

Visiting Arts 1977'de başta hem hükümet hem de hükümet dışı kamu örgütlerince kurulmuş ve Birleşik Krallık merkezli bağımsız bir hayır kurumu ve British Council’ın kardeş kuruluşu. Buradakiler, bizler de Birleşik Krallık’ta diğer ülkelerin sanat ve kültürlerinin karşılıklı anlayış ve iletişimini beslemeye, güçlendirmeye, cesaretlendirmeye odaklıyız. Bunu niye yapıyoruz? Çünkü karşılıklı anlayışla kazanılabilecek çok şey olduğunu düşünüyoruz; çünkü dış dünyada etkin olarak iş görmemiz gerekiyorsa, kendi halkımız, kendi izleyicilerimiz, kendi sivil toplumumuzun bu anlayışa ihtiyacı olduğunu hissediyoruz. Ama burada bizim artık homojen bir toplum olmadığımızı da unutmamak gerekiyor; kültürel anlamda çok farklılıkları bünyesinde barındıran bir toplumuz. Bunun için, dünyanın başka bölgelerindeki sanatın bize yapacağı katkıyı fazlasıyla önemsiyor ve değerli buluyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz? Esasında, yine bilgi yoluyla, hem yabancı sanatçı ve yapımcılara hem de kendi yapımcılarımız ve sanatçılarımıza tavsiyelerde bulunma yoluyla, Birleşik Krallık’taki sanat kuruluşlarına, benzer kuruluşlarla tanışıp birlikte çalışabilmeleri için olanaklar sağlamakla yapıyoruz. Bu olanakları mümkün kılan sanatçı davet programları düzenliyoruz. Dünya üzerinde Lübnan, İran, Vietnam, Slovenya ve Afganistan’ı da içeren 32 ülkenin kültürel profillerini çıkaran yayınlarımız var. Ayrıca, sanatçı menajerleri ve küratörler için denizaşırı festival ve bienallere seyahatler düzenliyoruz ve içtenlikle inanıyorum ki buna benzer ziyaretlerin bazılarını burada Türkiye’de de düzenleyeceğiz ki bunun başka bağlantılar yaratmada önemli bir yol olduğunu düşünüyorum. İngiltere’de dünyanın başka kesimlerinde sanatsal etkinliklerini desteklemek için yarım milyon Avro’dan düşük ya da aşağı yukarı 600.000 Avro’luk son derece mütevazi bir bütçeye sahip olduğumuzu da eklemek isterim. Ayrıca sanat yöneticileri için bütün bir profesyonel gelişim olanakları dizisi geliştirdik. Bu programlar değişen kültürel koşullarda iş yapabilmeleri için diğer ülkelerdeki sanat yöneticilerinin olanaklarını keşfedip geliştirmeyi amaçlıyor.

Bugün odaklanmak istediğim konu, sanat yöneticilerinin rolü. Bu rol nedir? Bildiğimiz gibi diyalog sanatçılar arasında, sanatçı ve seyirci arasında, ve benzer şekilde de kültür yöneticileri arasında olur. Bir kültür yöneticisi tüm bu değişim süreci içinde belirleyici ve aktif bir rol oynayabilir. Ancak, bu işlerde etkin bir oyuncu olabilmek için, etkin bir aracı olabilmek için, kültür yöneticisinin yaratıcı projeler geliştirmesi, sanatçıları desteklemesi, başarılı bir biçimde proje yönetmesi, temsil ettiğiniz dünyaya aşina olmayabilecek seyirciye hitap etmeyi bilmesi, mali destek yolları bulması ve bizim sıkça zor koşullar olarak adlandırdığımız koşullar altında ayakta durmak için gerekli belli yöntemlere, tekniklere ve yaklaşımlara ilişkin belli bir anlayış geliştirmiş olması gerekir. Tüm bunlar sanırım iyice düşünülmüş ve son birkaç ayki seminerlerin bazılarında bir ölçüde ele alınmıştır. Fakat daha yapacak çok iş var. Ancak, kültür yöneticisinin ya da yaratıcı yapımcının bundan daha fazlası olabileceğini söylemeliyim. Ben kültür yöneticisinin, daha iyi bir terim olmadığı için, bir tür kültürlerarası tercüman olarak adlandıracağım bir iş görebileceğini savunuyorum. Bu kültürlerarası tercümanın rolü sivil toplumlara, halkımıza, seyircimize diğer toplumları ve kültürleri anlamaları ve takdir etmelerine yardımcı olmak olacaktır. Bildiğim için söyleyebilirim; masanın etrafinda bu rolün ne olduğunu tam olarak anlamış olan insanlar var. Ben de yıllarca tam olarak bunu yaptım, bu tür bir tercüman görevi gördüm. Seyircimize sadece bizim kim olduğumuzu ya da diğer ülkelerin ne olduğunu takdir duygusunu değil, diğer kültürlerin çeşitliligini takdir duygusunu da verebilmek lazım. Evet, tabii ki Avrupalılar olarak beraber gelişmek istiyoruz, ve Avrupalılar olarak AB’nin bir parçası olalım ya da olmayalım buradayız, ve ben de bunun bizim diyaloğumuzun olmazsa olmazı olduğu konusunda Bernard’a tamamen katılıyorum. Bizler hepimiz Avrupalıyız. Ama sanırım bu çeşitlilik takdirinin biraz teşvik edilmesi, çeşitliliğin değer görmesinin sağlanması gerek. Bu her şeyden çok bir düşünüş tarzı, bir tutumdur. Bu kültürlerarası anlayışı nasıl geliştirebiliriz? Daha evvel de bahsettiğim gibi, son üç-dört aydır devam eden programınız gibi programlar yoluyla, kültür yöneticisi pratisyenlerimizin becerilerini geliştirip genişletebiliriz. Bir kere, kendi adıma, burada Türkiye’deki partnerlerle çalışmayı çok isteyebileceğimi söylemeliyim, ama aynı zamanda Avrupa’nın diğer kesimlerinden partnerlerimizin bazılarının da, kültür yönetimi alanında her birimizin ne şekilde çalıştığına dair daha yakın bir anlayış oluşturmaya yardımı olacak gelişen inisiyatifleri inceleyip bu becerilerin nasıl geliştirilebileceğini düşünmelerini isterim. İşin büyük bir kısmı burada Türkiye’de yapılabilir, ama aynı zamanda kültür yöneticilerinin Avrupa’daki diğer ülkelerde deneyim kazanmalarına yardımcı olacak programlar geliştirmek de çok yararlı olacaktır. Bir kez daha anlaşılıyor ki bu bir mali fon meselesidir, çünkü Bernard’ın da altını çizdiği gibi, kurum politikaları bu konuda çok söz üretip sanatın emrine fon ayırmak konusunda esasında çok az şey yapmıştır. Ancak, kültür yöneticilerinin bu önemli kültürlerarası rolü benimseyebilmelerini sağlamamız ve bu rolü dinamik olarak yeniden tanımlamamız lazım. Ben diyorum ki, bu ancak daha kapsamlı düşünmekle ve bu rolün neye karşılık gelebileceğini kavramsallaştırmaya çalışmakla mümkün olur.

Şunun farkındayım -dün de dinleyicilerden biri tarafindan dile getirilmişti- ki buradaki bazı meslektaşlarım ulusal inisiyatifleri cesaretlendirmememiz, ulusal kimliklerin altını çizen inisiyatifleri desteklemeye girmememiz gerektiği inancındalar. Buna kesinlikle katılmıyorum çünkü sadece kendi içimizdeki farklı olan şeyi gözardı ederek Avrupa kapsamlı bir kimlik geliştirmeye çalışmamamız lazım. Çeşitliliğin tadını çıkartmamız lazım; çeşitliliğin değerini bilmemiz lazım. Bunu da kendi bireysel kültürel kimliğimizden ödün vermeden yapmamız lazım. Birlikte çalışmamız gerektiği düşüncesinden başka söyleyecek çok özel birşeyim yok, sadece bunu paylaşmak istedim. Teşekkürler.



Jan ZOET- Teşekkürler Nelson. Ben Hollanda Rotterdam’dan Jan Zoet. Bu öğleden sonraki oturum programına baktığımda şu başlığı görüyorum: Ulusal Kültür Ajansları, STK’lar, Kültür Ağları ve Sanatçı Etkinlikleri Bağlamında Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerini Geliştirmek İçin Araçlar ve Eylemler. “Sanatçı Etkinlikleri” kavramının üzerinde durmak istiyorum çünkü bu kavram bugünkü oturumlarda başlanan noktadan ilerliyor ve bence sanatçılar ve sanatçılarla yapılan çalışmalarda ortaya çıkan en iyi uygulamalar hakkındaki pratik örneklerden konuşmak gerçekten önemli çünkü işin özü bu, öyle değil mi? İnsanlar arası ilişkiler, özellikle sanatçılar arası ilişkiler.

Kültürel ilişkilerden sözettiğimizde, ben kendi konumumdan yani Hollanda’dan bir bakış açısıyla konuşacağım. Konumum itibariyle uluslararası bir tiyatroda kültür yöneticisi, yapımcı, topluluk yöneticisi, dramaturg ve IETM’de kurul üyesi olarak deneyimim var. Gayriresmi Avrupa Tiyatro Buluşması (IETM - Informal European Theatre Meeting) 1981’den beri varolan bir kuruluş ama bundan ve uluslararası bağlamda sanatçılarla çalışma biçimlerinin pratik örneklerinden bahsetmeden önce, uluslararası bağlamda çalısırken akılda tutulması gereken bazı hayati ilkeler olan tarzların altını çizmek istiyorum. Şunu belirtmek isterim ki ilişkiler üzerine çalışmanın birçok yolu olabilir ama ben kendi hikâyemden hareket etmek ve bir tiyatro insanı olarak kendi işimden bahsetmek istiyorum. Yani, sadece performanslar yaparak seyirci kitleleriyle iletişim kurmak için varolan sahne sanatçılarıyla çalışmayı kastediyorum. Sanatçılar ve kültürel alışverişten konuştuğumda bu akılda tutulmalı.

Vereceğim örneklere geçmeden önce bahsetmek istediğim tarz ya da ilkeler şunlar: Daha önce de tartışıldığı gibi yapılar, siyasi ve kültürel hedef ve stratejiler gözardı edilemeyecek kadar önemli ve yararlı olmalarına rağmen, dediğim gibi kültürel ilişkiler insanlar, sanatçılar ve onlarla çalışanlar arasında cereyan ediyor. Birbirimizi tanımak için gerçekten zaman ve zemin yaratmaya ihtiyacımız var. Bu kulağa çok basit geliyor ama kesinlikle çok hayati. Sanatçılarla ilişkilerde, birlikte yaratılacak ve ortaya konacak bir ortak yapım aşamasına gelmek yıllar alabiliyor. Bu yüzden, tesadüfler yerine zaman, zemin ve buluşma yaratmada süreklilik olmalı.

Öğrendiğim başka bir şey de şu ki, çalıştığınız bağlamın tamamen farkında ve kesin olmanın hayatiliği, birbirinizden öğrendiğiniz şeylerin yani birbirinizin geçmişinden, yöntemlerinden, biçemlerinden, başlangıç noktalarından öğrendiğiniz şeylerin tamamen farkında olmanın önemi. “Ben böyle bir şeyi daha önce görmüştüm, 20 yıl önce biz bunu Hollanda’da yapmıştık onun için bu performansı izlemenin ya da sanatçılara yoğunlaşmanın ilginç olan pek bir yanı yok” diye konuşmak çok kolay. Özellikle batılı, ama belki Türk kültür yöneticilerinin ya da programların da takındığı bir tavır var, o da şu: “Biz bunu biliyoruz, daha önce gördük, ve bizce sadece bir tek usül vardır o da bizimkisidir.” Bu türden bir kibir, hangi bakış açısından olursa olsun, tamamıyla konu dışı ve yersizdir.

En önemli mesele ya da ilke “Bunu neden yapıyorsun?” Neden sen, ya da herhangi biri - mesela ben- performanslar davet ediyorum? Davet ettiklerimiz Türk performansları ve performans sanatçıları olduğu için ve bizde yaşayan çok Türk olduğu için mi; o yüzden de siyaseten doğru ya da her ne tavır ise onu takınmış olacağımız için mi? Hayır, davet etmek, işbirliği yapmak ya da çalışmak için sanatsal bir gerekçe bulmak kesinlikle şarttır. Eğer İstanbul’da yaşıyorsanız neden Avrupa’ya gitmek isteyesiniz? Bana göre bu muhteşem kent gerçekten dünyadaki en ilginç yer haline gelmekte; ve ben buraya tekrar gelmek istiyorum ve tekrar geleceğim. İşte, biraz önce sözünü ettiğim şey olan zaman, zemin ve süreklilik yaratmak konusuna yoğunlaşmadan önce ortaya koymak istediğim ilkeler bunlar.

Bu zaman ve zemin konusuna dair bir araç ki daha önce sözü geçti, Gayriresmi Avrupa Tiyatro Buluşması IETM sanatçıların ve kültür yöneticilerinin buluşmasını sağlayan bir araç, ya da bir vasıta. IETM üyeleri tarafından kurulmuş olan bir ağ kuruluşu ve bir üyelik örgütü; ki şu anda Avrupa’nın her bir ülkesinden gelen 400’den fazla üyesi var. IETM’de Türk konuklarımız da oldu gerçi ama henüz hiç Türk üye yok, bu nedenle de sizleri gerçekten IETM’nin bir buluşmasına davet etmek isterim ki tekrar biraraya gelmek için yararlı bir araç olup olmadığını kendiniz göresiniz. Size biraz IETM’nin yapısından söz edeyim. Dediğim gibi çesitli işlevleri var ancak merkezi ve esas işlevi sanatçılar ve sanatçılarla çalışanlar için bir ağ oluşturmak. Her yıl iki kez bir Avrupa kentinde genel kurul gerçekleşiyor. Sonuncusu bir ay önce Belgrad’da gerçekleşti. Bir sonraki buluşma Kasım ayında Hollanda’nın Utrecht kentinde gercekleşecek ve Perşembe günü başlayıp Pazar gününe dek sürecek dört günlük bir buluşma olacak. Burada yaptığımız gibi tartışmalar da olacak ama özellikle belli bir konu hakkında önemli konuşmacıların yer alacağı bir büyük tartışmadan oluşacak. Dört günün geri kalan bölümü ise spesifik meseleler üzerine çalışma grupları, uzman oturumları ve master sınıflarına ayrılıyor. Mesela; Avrupa’da nasıl para bulunur, ya da küçük çaplı tiyatro grubunuzu nasıl organize etmek gerekir, ya da üzerinde uğraştığınız sanatsal işi gerçekleştirmek için yolculuk arkadaşı veya yollar nasıl bulunur? İşte IETM’nin düzenleniş ve buluşmaları bu konular ve bu çizgi üzerinde. Tabii ki bu işleyişin yanında gerçekleşen performanslar da var. Bu benim özellikle sevdiğim bir şey. Belki de Belgrad’a hiç gitmezdim veya giderdim ama bu, çok iyi bir kombinasyon; orada olmak, tutkunuz, yaptığınız iş, mesleğiniz hakkında profesyonel meslektaşlarla konuşmak ve aynı zamanda da gittiğiniz ülkenin hem genç hem de daha deneyimli sanatçılarının işlerini ve performanslarını görmek.

Oluşturulan ağın yanısıra, IETM aynı zamanda bir proje birimi; yani hem ağ hem de proje var elde. Bu noktada bazı projeler hakikaten sözünü etmeye değer işler. Bunlardan biri hakkında bu sabahki oturumda da konuşulmuştu; www.onthemove.org adlı web sitesinden bahsediyorum. Bu sitede; performans sanatlarıyla ilgili iş imkanları, bir işinizi bir yere götürmek istediğinizde nereden seyahat harcırahı bulabileceğiniz, Avrupa’da hareket halinde olmak, hareket etmek istediğiniz takdirde nereye gidebileceğiniz, kimlere ulaşmanız ya da kimlerle temasa geçmeniz gerektiği gibi konulara ilişkin gerçekten her türlü bilgiyi bulabilirsiniz. Bu anlamda hakikaten yararlı bir site.

IETM’den çıkan projelere bir diğer örnek de; Balkan Ekspresi. Bu, IETM’nin Balkan ülkelerinden gelen üyelerinin oluşturduğu bir çalışma grubu. Bu öğleden sonraki oturumda Nevenka ayrıntısıyla anlatacak Balkan Ekspres’i. Kayda değer olduğunu düşündüğüm bir başka proje de; Avrupa’lı sanatçıların 10 günlüğüne Filistin’e gidip oradaki sanatçılar ve insanlarla çok spesifik ve somut işler üzerinde birlikte çalıştıkları Filistin’de 100 Sanatçı projesi. Bu harika bir deneyimdi ve ikinci aşaması da Filistin’deki sanatçıların Avrupa’ya gelip çalışmaları biçiminde gerçekleşti ve bu sayede kurulan bağlantılar halen sürmekte. Bunlar Afrika bağlantıları ve Afrika Projesi orada gerçekleşiyor. Onun için bu çok esnek, farklılıkları barındıran bir proje ve ticari değil ama sizlerin de gördüğü gibi bence çok yararlı. Tabii eğer sadece oraya gidip her şeyi görmezden gelirseniz buluşmayı çok sıkıcı bulabilirsiniz ama açıksanız, konuşmaya ve dinlemeye istekliyseniz, önyargılarınızdan kurtulmaya niyetliyseniz, bilmeniz gereken bir oluşum IETM ve işte bu yüzden de “Türkiye, gel ve IETM’ye katıl” diyorum.

Zamanımızın daralmasına rağmen, bence çok iyi bir örnek olan ve burada yürütülen bir projeden daha bahsetmek istiyorum. Şu an bulunduğumuz yerden, İstanbul’dan 150 kilometre uzakta, Marmara Denizi’nin kıyısında Ganos adlı küçük bir köy var, orada küçük şarap bağları olan bir kişi var ve bu kişi Türkiye’den ve Avrupa’dan sanatçıların ve bilim insanlarının buluşabileceği bir ortam yaratmak istiyor, hatta bunu yaptı da. Bu yerin adı Ganos, ve projenin adı da Ganos Projesi. İlgilenenler için elimde basılı bilgi var. Projenin konsepti yaşamak, kültür ve bilim üzerine düşünmek ve yaratmak için sanatçılara ve bilim insanlarına bir mekan sunmak. Mekanın yeri araştırma, fikir alışverişi, yaratım ve bir think tank için ideal bir nokta. Yine zaman ve zemine geliyoruz, çok hayati. Ve kesinlikle para kazanmak amacıyla kurulmamış; idealizm ve insanlara duyulan ilgi söz konusu ve bu oluşum şimdiden orada var. Fiziki anlamda tamamlanabilmesi için halen desteğe ihtiyaç duyulmakta ama halihazırda işleyen bir yer ve şarapları da bir harika. Evet, burada bitiriyorum. Teşekkürler.


Mahir NAMUR- Evet, bildiğiniz gibi, bu oturumdan ve hazırlıklardan önce tüm konuşmacılar “Bizler çok az konuşmalı ve başkalarının konuşmasına izin vermeliyiz, çünkü görüyoruz ki konuşmak isteyenler var” dediler, ancak gördüğümüz gibi hiç de öyle olmuyor. Onun için, ilk üç konuşmacıya soru sormak isteyen var mı? Konuşmak isteyen varsa, şu an değerlendirmeye geçiyoruz, sorularınız yoksa, devam ederken yine çok zamanımız olacak.

Bir izleyici- Şimdi, Avrupa Topluluğu içinde kültür-sanat alanına özel, istisnai bir statü verilmesi yani üye devletler tarafından sübvanse edilebilir bir alan olarak ortaya çıkması aslında kültür-sanat alanını korumak için konulmuş olsa bile, sonuç olarak üye devletlerin kültür-sanat alanında nasyonalist kaygılarla politika belirlemelerini kolaylaştırıyor kaygısı var. Benim de paylaştığım bir kaygı. Bunun yerine, buna alternatif olarak ağların faaliyette olması, uluslararası işbirliğinin ağlara bırakılmış olmasının bir anlamda, olayın bürokrasileşmesine engel olduğundan kuşku duyuyorum. Sonuç olarak bu ağların içinde de bir kültür operatörleri bürokrasisi doğuyor ve sanatsal faaliyetten ve sanatçılardan kopuk, kendi içinde ve kendileri için, kendi kendini besleyen, bir faaliyetler bütünü oluşuyor. Böyle bir kaygım var, bu konuda bir şeyler söylenebilir mi acaba?

Mahir NAMUR- Kime soruyorsunuz bu soruyu?

Aynı İzleyici- Herkese, üç konuşmacıya da.

Bernard FAIVRE D’ARCIER- Bu bir risk olabilir ama olan bu değil kanımca. Ben 25 yıldır kültürel ağların nasıl oluşturulduğu konusunda bilgi sahibiyim. IETM’nin başlangıcında içinde bulundum. IETM ilk başta çok küçük bir gruptu ve başlığı Gayriresmi Avrupa Tiyatro Buluşması olarak belirlendi. Tabii ki, yıllar geçtikçe büyük bir örgütsel yapı halini aldı ama buna bürokrasi demek yanlış olur. O anlamda bürokrasi burada değil, Brüksel’de. Örneğin, Avignon Festivali’nin yöneticisi olarak, 1998’de Orta Avrupa’dan gelen tiyatro ve dans yapımlarına daha fazla yer vermek istediğimde Brüksel’e gitmeye karar verdim ama benim için çok zor oldu çünkü muazzam bir bürokrasiyle karşılaştım. Ve esasen ricamı dinleyecek doğru merciyi bulmakta epey zorlandım. İnsanlar öncelikle “Peki, programınızı anlatmaya çalışıyorsunuz ama programınızın adı, başlığı nedir?” diye sordular. Ama o zaman tabii bir başlık yoktu, ben de o gün öğleden sonra Theorème diye bir başlık uydurdum, çünkü başka alanlarda çalışan Eureka diye bir oluşum vardı ve Theorème de aslı Fransız olan Thèâtres de l'Est et de l'Ouest - Rencontres Européennes du Millénaire’in (Doğu ve Batı Tiyatrosu – Milenyum’da Avrupa Kavşağı) kısaltmasıydı, ve başlığı bulur bulmaz işim kolaylaştı. Şimdi bu başlık Fransa Cumhurbaşkanımız tarafindan bile tanınıyor ki kendisi daha birkaç gün önce bir konuşması sırasında Theorème projesini bir örnek olarak verdi. Ama aslında bir yandan da bu, zorlukların daha başlangıcı oldu; örneğin tanıştığım bir memurun sanata kamu desteği düşüncesine tamamen karşı olduğunu öğrendim. Bana “Avrupa’nın bu kısmındaki genç tiyatro yönetmenlerine ya da sanatçılara ne diye yardım etmek istiyorsunuz?” diye sordu. Çünkü tabii ki, Berlin’deki duvarın yıkılışından beri büyük ihtimalle tüm iyi sanatçılar Amerika'ya gitmişlerdi. İşte durum tam da böyleydi ama adım adım ilerleyerek biraz para bulmayı başardık. Ancak şunu söylemek isterim ki Theorème'e tekrar başlamak durumunda olsaydım her halükarda cesaretim kırık olurdu çünkü çok az para karşılığında çok çaba göstermek ve çok zaman harcamak gerekiyor. Ama diğer yandan da kültürel ağların çok hareketli, profesyonel, etkin ve esnek ve sıkça da gayriresmi örgütlenmeler olduğunu düşünüyorum. Fakat belki de ağların her geçen gün artması ve sanatçıların bu ağların içinde kaybolması riski de vardır.

Nelson FERNANDEZ- Buna sadece şunu eklemek isterim; evet, ağların şüphesiz kapıların gönüllü bekçileri haline gelme tehlikesi de var ki sanırım siz de bunu kastettiniz. Ama, biliyorsunuz, ağlar da yokoluyorlar ve hepimizin tartıştığı gibi yenileri ortaya çıkıyor. Kendi deneyimimden biliyorum, sadece birkaç yıl sürecek bir ihtiyaç ya da ilgiden dolayı ortaya çıkıp gelişen ağlar da var. Örneğin Birleşik Krallık’ta 70’lerde ortaya çıkmış, Romanya Tiyatrosu’na odaklanan bir ağ vardı ve Avrupa’da birçok yapımcının çok iyi Romen tiyatro yönetmenlerinin varlığının farkına varması da bu zamanda oldu. Bu oluştu, bir süre ayakta kaldı, Romanya ve Avrupa’nın başka kesimleriyle belli oranda işbirliğinin gelişmesini sağladı ve en nihayetinde bu özel ağın varoluşuna olan ihtiyaç azaldı. Kanımca böyle olması son derece doğru. Sanatçılar söz konusu olduğunda, kendi deneyimime dayanarak diyebilirim ki sanatçılar sıklıkla ağların bir parçası; ve IETM’de sanatçılar temsil ediliyorlar. Şimdi gerçi bu her zaman böyle değil ama sanatçıların bu ağlara sahip olmamaları için hiçbir neden yok. Ve sizin sorunuzda değinebileceğim son bir şey de, ulusal hükümetlerin, bir anlamda kendi ulusal kimliklerini korumak için kendi ulusal sanatlarını destekledikleri görüşü. Bana bunun neresinin yanlış olduğunu söyleyebilir misiniz?

Bir İzleyici- Tabii şunu da vurgulamak istiyorum, burada çok sözü edilen farklılıklara saygı gösterme, farklılıklar içinde birarada varolma söylemi, bir yandan da nasyonalist kaygılarla politika belirleme ile de örtüşüyor. Bunu da bu arada vurgulamak gerekebilir.

Zeynep GÜNSUR- Konuşmalar için teşekkürler. Size sadece şunu sormak istiyorum: Birçok kültür ağı ve kültürel diyalog Avrupa parasıyla finanse edildiği için, bence çok hassas bir konu olan bu kültürlerarası yorumlama konusunda ne düşünüyorsunuz? Ve Avrupa bazlı bir bütçe ile hareket ettiğinizde, Avrupalı olsun olmasın insanlar, ülkeler arasında bu karşılıklı diyaloğu yaratmada sorunlar çıkabileceğini düşünüyor musunuz? Ve Avrupalılar olarak bunun farkına varabilmek için önerileriniz var mı? Benim baktığım yerden bu bir sorun çünkü finans oldukça önemli.



Nevenka KOPRISKEV- Size tamamen katılıyorum. Yakın zamana kadar AB üyesi olmayan bir ülke (Slovenya) vatandaşıydım ve Avrupa’dan para almak oldukça zordu. Ortak çalışmaların tutarı sorusu vardı her zaman, AB’nin gözünde meşru olup olmadığı, vs. Fakat üstünde sürekli çalışmanın da tek yolu bu. Size daha sonra bahsedeceğim inisiyatif gibi, Balkan Express tam da böyle bir şey. Akdeniz’in çevresinde birbirinin yanında o kadar çok sayıda ülke var ve bunlardan her biri birçok programa katılabilir ve kim size onlarla çalışmamanızı söyleyebilir ki? Şimdi, bu saçma değil mi... Bunu değiştirmek bize kalmış. Ağ, birçok insanın bahsettiği bir şey. Birçok siyasetçi “Şu veya bu ağı düzenleyeceğiz” diyorlar. İşe yaramıyor, işbirliği yapmak isteyen ve önceden irtibatları olan insanların gerçekten gereksinimleri olması lazım. Ondan sonra belki Avrupa’dan gelecek bir para yardımı bu alışverişi kolaylaştırabilir. Balkan deneyiminden bahsetmem gerekirse; buraya gelmeye çok hevesliydik, ama biraz daha fazla paramız olsaydı daha da hevesli olurduk. İş bu kadar basit fakat kesinlikle haklısınız, ülkelerin dışlanması değil içeri alınması gerekiyor.

Mahir NAMUR- Belki sonraki soruları bundan sonraki üç konuşmacıdan sonra alabiliriz. Şimdi sözü Avrupa-Akdeniz düzeyinde çalışan Filippo Fabricca’ya vereceğim, kendisi toplumun dönüşmesine ilişkin konulara odaklanacak.

Filippo FABRICCA- Herkese iyi günler. Meslektaşlarım konuşmamda sunmak istediğim konuların çoğuna değindiler. Ben de çok pratik şeylerden sözedeceğim, çünkü Cittadellarte-Fondazione Pistoletto’da gerçekleştirdiğimiz etkinliklerden sözedeceğim. Cittadellarte “sanat kenti” anlamına geliyor ve Pistoletto da birkaç yıl önce bir tekstil fabrikasında bir çağdaş sanat merkezi kurmak amacıyla bir grup insanı biraraya getirmiş olan kişinin adı. Cittadellarte’nin uğraşı fikir ve yaratıcılık yoluyla sivil toplumu sorumlu bir şekilde dönüştürmek için araştırma yapmak ve iş üretmek. Bu şu anlama geliyor; sanatçılar toplumun sorunlarına karşı da bir konum almak durumundalar. Sanatı sadece temsili sorunları aktarmak için değil, o sorunlara müdahil olmak, yaratıcı fikir ve projeler vasıtasıyla yaratıcı ilişkiler kurabilmek için kullanıyorlar. Ayrıca toplumun diğer kesimleriyle bağlantı kurabilmek için de.

Böylelikle, burada bir tür fark yaratmış oluyoruz; sanat ve politika, sanat ve ekonomi, sanat ve din, üretim arasında bir bağlantı yaratmış oluyoruz. Bir grup insanla biz model olmak değil ama sanat ve yaratıcı sürecin sivil toplumun dönüşümü için işe yarayabileceği bir örnek oluşturmak istiyoruz. Daha sonra size politika ofisinin en esaslı projelerinden birinden bahsedeceğim ki bu “Farklılığı Sevin” (Love Difference) projesi. Ama önce ekonomi ofisi hakkında bir iki söz söylemek istiyorum, örneğin yaratmak ve sürdürebilirlik ve ekonomide mikro-krediler gibi konularda araştırma yapmak. Ekonominin de içinde yaratıcılıklar var ve biz de bu süreci göstermek istiyoruz. Aynı şey üretim için de geçerli. Bir İtalyan moda firmasıyla çalışıyoruz. İtalyan Endüstri Birliği’yle de çalışıyoruz. Onlarla çalışıyoruz çünkü her ürünün sorumlu olabileceğini ve yine sorumlu olan malzemeleri kullanabileceğini düşünüyoruz. Üretmek için yaratıcı ve yeni yollardan yararlanabilirsiniz. Bir markayla çalışmanın da yeni bir yolu olabilir. Farklı bir yolunuz olabilir, bu sebeple fabrikada eğitimi yaratıyoruz. Ayrıca örneğin kahve fincanları yapmak için de bir üretim yapıyoruz. “Su yoksa kahve de yok” yazıyoruz, sadece tasarım, ama insanlara bir mesaj vermek istiyoruz ki o da şu: Dünyadaki en iyi kahveye sahip olabilirsiniz ama suya özen göstermezseniz kahvenizi de içemezsiniz. Bunlar sadece birkaç örnek. Yaptığımız bir diğer fincan, “Farklılığı Sevin” fincanı; Akdeniz biçiminde ve üzerinde Akdeniz ülkelerinin dillerinde “Farklılığı Sevin” yazıyor.

“Farklılığı Sevin” projesini öncelikle Akdeniz ülkeleri arası politikalar için bir sanatsal akım olarak adlandırdık. Bu sanatsal akım insanlardan çıkıyor, hem bir grup insan “Evet, bir ağ oluşturabiliriz” diyerek biraraya geldiği için, hem de biraraya gelerek Akdeniz ülkeleri genelinde proje geliştirmede birbirlerine yardım edebileceklerine karar verdikleri için. Akdeniz bir özne, bir sembol, bilirsiniz bazen sanatçılar bir sembole ihtiyaç duyar. Akdeniz bir sembol ama kurulan bu ağ halihazırda Akdeniz dışında da gelişmeye başladı. Örneğin, Güney Amerika’da bir atölye çalışması düzenledik. Ayrıca Hindistan’da da Bangalore’da bağlantıya geçtiğimiz bir okul var. Akdeniz ülkeleri-arası demek zaten uluslararası anlamda Akdeniz politikaları demek. Neden politika? Çünkü kanımızca projelerle bazı sosyal, sivil toplum sorunlarına gerçekten temas edebilir ve yaratıcılığı kullanarak insanlarla çalışabilir, bağlamları değişime uğratabilir ve belki sorunları da çözüme kavuşturabilirsiniz. Ve, bir tür politika düşüncesi, parlamentoda değil ama sosyal toplumun içinde bir politikadan sözediyorum, çünkü bu da politikanın bir parçası ve bazen bizler bunu unutuyoruz.

“Farklılığı Sevin”, 2002’de kurulmuş olan, kâr amacı gütmeyen bir dernek. Çalışmaya başlayalı sadece birkaç yıl oldu ve bu dernek sanatsal bir proje olan Pistoletto Vakfi tarafindan destekleniyor çünkü biz sanatsal bir proje olmayı seçiyoruz ama aynı zamanda yeni bağlantı ve ortaklıklar yaratmak için de gelişen bir dernek olmak zorundayız. Onun için, herkesi bize katılmaya, derneğimizin bir parçası olmaya ve fikirlerini ifade etmeye davet ediyoruz. Aynı zamanda insanların da dahil olabileceği yeni bir yapı oluşturmaya çalışıyoruz. Bir web sitemiz, haber bültenimiz, düzenlediğimiz konferanslar, toplantılar, sergiler var, kültürel ve politik etkinlikler sunuyoruz.

“Farklılığı Sevin”in misyonu, güncel toplumsal meselelerle ilgili işbirliğini arttırmak ve toplumsal bağlamla ilintili yaratıcı projeler yoluyla kültürlerarası diyaloğu desteklemek. Peki hangi yolla? Toplumun sorumlu bir biçimde dönüşmesi için yaratıcılıktan yararlanan kültürlerarası bir ağ yoluyla. Onun için, Akdeniz bölgesindeki toplumların sorumlu bir biçimde dönüşümü için sanat nesnesinin gelişimini desteklemek ve toplumumuzda yaratıcılığın önemini göstermek, ayrıca tek tek kişilerin yaratıcılığını cesaretlendirmek isteğindeyiz. Çünkü biz gerçekten insanlara açık bir ağ yarattık. Onun için söylemeye çalıştığımız; insanları kişisel yaratıcılıklarını kullanmaya davet eden, yaratılarını diğer insanlarla paylaşmalarını sağlayacak etkinliklerimiz var. Teşekkürler.

Nevenka KOPRISKEV- Ben Slovenya’lıyım, Ljubljana’dan geliyorum. Beni davet ettikleri için Mahir ve Zeynep’e çok teşekkür ederim. Öncelikle, düzenlediğim festivalde misafir etme şansına sahip olduğum Türk sanat camiasına büyük bir saygı duyduğumu belirtmeliyim. Stüdyo Oyuncuları, Mustafa Kaplan gibi topluluk ve sanatçılar... Bu kenti de çok seviyorum ve buradaki sanat camiasını tanıdıkça daha da çok seviyor, daha da çok ilgileniyor, daha da meraklanıyorum ve bu kente ne kadar sık gelirsem hakkında o kadar çok şey bilmek istiyorum.

Söylemek istediğim, esasında, sözü edilen işbirliği ve hayat bugün başlamış bir şey değil. Türkiye’nin zaten birçok bağlantısı var, sadece Balkanlar’la değil Avrupa’daki birçok başka ülkeyle de. Yani örneğin iki hafta önce Berlin'de Aydın’la birlikteydik, şimdi burada Emre'yi görüyorum ki Ljubljana’da o da vardı, başka bir AB ağı olan DBM’nin kurucularından biri olan Zeynep burada.. Söylemeye çalıştığım şey, tüm bu insanlar esasen bireyler, sanatçılar ya da STK’lar. Ve gerçekten altını çizmek isterim ki bunlar birer pencere. Ve samimiyetle umuyorum ki Türk Kültür Bakanlığı, kentsel veya bölgesel otoriteler, değişimi sırtlanan kişilerin bu insanlar olduğunu ve bu kişilerin kendilerini açarak somut uluslararası işbirliği için sadece çift yanlı değil aynı zamanda gerçekten çok yanlı geçişi mümkün kılanlar olduğunu anlıyorlar. Aynı zamanda uluslararası fon organları da.

Ben Slovenya’lıyım ve Slovenya gerçekten çok küçük bir ülke. Sadece iki milyonluk nüfusuyla, 17 milyonluk İstanbul ile karşılaştırıldığında gerçekten çok küçük. Özellikle Yugoslavya’nın dağıldığı 90’ların başından itibaren ülke sanki daha da küçüldü. Kültürel mecra da sanki küçüldü ve böylelikle uluslararası çalışmaya olan gereksinim aşırı bir şekilde arttı. O zamanlar gerçekten küçük Glej Tiyatrosu diye bir yer yönetiyordum. Esas olarak Slovenya tiyatrosu yapıyordum ve daha fazla uluslararası bağlantılar kurmaya çalışıyordum. Kısa sürede IETM’e dahil olma şansı elde ettim ki bu benim için harika bir bilgi erişim kaynağıydı. Bazen ya bilgi olmadığından ya da çok fazla bilgi akışı olduğundan ve hangisini seçeceğinizi bilemediğinizden kendinizi izole edilmiş hissedebiliyorsunuz. Işte IETM’nin buluşmaları ya aynı çorbanın tuzu olan benzer insanlarla, ya da sizden farklı ve bu yüzden de esin kaynağı olabilecek insanlarla tanışmak için harika birer firsat. Ve yine IETM yoluyla, yeni ağlar kurduğumuz birçok meslektaşımla tanıştım: Junge Hunde, DBM, Aylin DBM’nin kurucularındandır, Zeynep de şimdi DBM’nin yönetim kurulunda. Daha sonra tabii ki Balkan Ekspres’teki ve Theorème’deki meslektaşlarla tanıştım ve yavaş yavaş hemen hepsinin üyesi durumuna geldim. Bu çok zaman alan ve çok çaba gerektiren ama aynı zamanda birçok firsat yaratan bir şey.

Bildiğiniz gibi, Slovenya şimdi AB üyesi oldu. Tabii ki bunun yarattığı birçok firsat olduğu kadar, belli sorunları ve tehlikeleri de beraberinde getiren birşey. Örneğin şimdi çok sıkı bir göç politikası güdülmesine neden olan yeni sınırlarımız var. Dolayısıyla şu anda özellikle Balkan bölgesinden sözedersek; Slovenya ve Yunanistan arasındaki uçurum daha da artabilir. Ve nasıl ki İstanbul bir kesişme noktası, herkese göre Slovenya da bir kesişme noktası. Bizim sorumluluğumuz ise, aynı anda hem bir tür köprü kurmak hem de bir pencere açmak.

IETM buluşmalarından biri sırasında “Gerçekten bir şeyler yapmak lazım bu konuda” diyen bir grup meslektaş vardı ve Balkan Ekspres böyle bir çalışma grubu olarak ortaya çıktı. Biz kasten Balkan adını verdik çünkü bu açıkça siyaseten her zaman çok doğru olmayabilir; bazıları güney-doğu olarak adlandırıyor...ve aslında Viyana’da gördüm ki, Balkan kelimesi Türkiye’den çıkıyor; sadece sıradağlar anlamında değil aynı zamanda Bal-kan hecelerinden: Bal ve kan. Belki de yanılıyorum, bu açıklamaya Viyana’daki muhteşem bir sergide rastladım; “Bal ve Kan”. Sembolik olarak, tüm sorunlarıyla beraber işkence görmüş bu bölgeyi ama aynı zamanda cenneti; harikulade manzarası, kültürel çeşitliliği ve sahip olduğu zenginlikleriyle bu cennet gibi bölgeyi temsil ediyor. Ve böylece bu Balkan Ekspres grubu ilk olarak Ljubljana’da toplandı. IETM’nin Trieste’deki buluşmasından hemen önceydi, ortak bir macera oldu. Bölgedeki, benim “kültür eylemcileri” diye tanımlayabileceğim ilginç eylemcileri davet ettik. İlk başta engeller, vize sorunları gibi politik sorunlar hakkında konuşuyorduk. Çok kısa süre içinde insanların gerçekten birbirlerini daha fazla tanımak, birlikte çalışmak ve işbirliği yapmak gereksiniminde olduğu ortaya çıktı. O anda bir tür suç ortaklığı, ya da daha doğrusu bağlantıları yeniden kurmak ya da bölgeyi yeniden keşfetmek gibi bir istek oluştu. Benzer sorunları paylaştığımız oldukça açıktı. Her şey eksikti: bilgi akışı, altyapı, eğitim, işletme eğitimi olduğu kadar sanat eğitiminde eksikler. Bunlar için gerçekten bir şeyler yapmaya çalışmamız lazımdı. İşte üç yıl önce her şey böyle başladı. Yapmak istediğimiz şey aslında hareketliliği cesaretlendirmek; sadece Balkan bölgesinde değil, tabii esasen Balkan bölgesinin içinde ama aynı zamanda dünyanın geri kalanında da, daha iyi bir bilgi akışı sistemi kurmaya çalışmak. Bazen başarılı oluyoruz bunda, bazen de olamıyoruz çünkü hepimiz haddinden fazla ve gönüllülük esaslı çalışıyoruz. Şu anda da öyle görünüyor ki bir ağ olarak daha organize bir şekilde yani diyelim ki, daha “profesyonelce” çalışmak istiyorsak, muhtemelen Avrupa fonlarına ya da başka fonlara başvurmamız gerekir çünkü aksi takdirde her şey sadece iyi niyet olarak kalır, beraber çalışmak istiyor ama bir noktadan diğer noktaya gidecek kaynağı bulamıyor oluruz. Bunun yanısıra, genellikle Paris’e ya da Amsterdam’a gitmek Sofya’dan Zagreb’e ya da Arnavutluk’tan Slovenya’ya gitmekten daha ucuza geliyor. Bilgi erişimi üzerine de çalışıyoruz, toplantılar düzenliyoruz. Şimdiye dek yedi toplantı yapıldı; dediğim gibi biri Ljubljana’da, diğeri de Saraybosna’da yapıldı. Eş zamanlı sanat çalıştayları düzenlendi. Örneğin Romanya’da ki aslında daha çok kültür yönetimi odaklıydı. Bazen de Caravan toplantıları dediğimiz toplantılar da düzenliyoruz, burada belli bir ev sahibi örneğin VTI (Flaman Tiyatro Enstitüsü bunu Flanders’te yaptı) bir grup farklı kültür eylemcisi ya da sanatçıyı davet ediyor ve bunlar toplanıyorlar. Flaman cemaati başından beri çok ciddi bir şekilde projenin içinde yer alıyor. Balkan bölgesinden 10 kişiyi gelip beraber bir hafta geçirmeleri ve çeşitli sanat kurumlarıyla tanışmaları için davet ettiler. Bu çok ilham vericiydi. Flanders 80’lerde benzer bir geçiş süreci yaşarken, uluslararasılaşmayı ulusal kültürü güçlendirmenin bir aracı olarak kullandı. Şunu demek istiyorum; kozmopolitlik ve uluslararasılaşma ulusal kültürel kimliğimizi güçlendiriyor. Alman felsefeci Ulrich Beck’in de dediği gibi “Kozmopolit bir kişinin hem kanatları hem de kökleri vardır.”

Bir diğer toplantı IETM buluşması sırasında Belgrad’da yapıldı ve yaklaşık 70 kişi toplandı. Bu toplantı kapsamında dansa odaklı daha küçük bir proje başlatıldı. Çağdaş dansla ilgilenen ciddi insan topluluğunun büyüklüğü yeterliydi, yani bir dans camiasından bahsetmek mümkündü. Kendi beyin fırtınalarını yaptılar ve Haziran başında Sofya’da buluşacaklar. Bazıları buraya da geldi ama ne yazık ki şu an aramızda değiller çünkü dün burada İstanbul’da tanıştıkları bazı meslektaşlarını ziyaret ederek onlarla yeni mekanlar aramaya gittiler. Vurgulamak istediğim, bizlerle işbirliği yapmak isteyen insanlar için açık bir davetiyemiz olduğu; lütfen bize başvurun. Umarım er ya da geç burada Türkiye’de de bir Balkan Ekspres toplantısı düzenleyebiliriz, ağımız gerçekten açık. Sadece farklı bölgelerden gelen kültürel operatör ve sanatçıların bir buluşması olabilir bu. Bir başka avantaj da sanatçılar ve yapımcılar arasında mübadele için oluşan temel yani zemin; doğru bir dengeyi tutturmaya çalışıyoruz... sanatçılar ve yapımcılar, yarı yarıya. Sadece bölgedeki sanatçıların sıklıkla kendi kendilerinin yapımcısı olması değil, böylesi daha hoş oluyor, böylelikle çabucak somut meselelere ve hatta projelere, birlikte çalışmanın somut yollarına varabiliyoruz. İşte, kültür ağı modeli için olasılıklardan biri de bu.

Bir başka mesele de hareketlilik hakkındaki açık tartışma kuşkusuz. Hepimiz zorunlu göçlerin her zaman olageldiği bölgelerden geliyoruz. Hareketliliği ekonomik veya politk ihtiyaçlardan dolayı değil, bir tercih olarak görmek önemli. Çünkü Türkiye’den veya başka yerlerden yurtdışında çalışma fırsatını daha fazla yakalayan bir çok sanatçı var. Kendi ülkelerinde de destek almalı bu sanatçılar. Benim düşünceme göre, ki bunu gerçekten vurgulamak istiyorum, birçok sanatçının olabildikleri kadar hareketli olmalarının sebebi çalışmalarının sürekliliğini sağlayacak şartlara yani profesyonel çalışma şartlarına sahip olmamaları. Daha fazla hareketliliğe büyük gereksinim var kuşkusuz. Hareketlilik bir özgür tercih meselesi olmalı, tek çıkış yolu değil. En azından benim bölgedeki deneyimim gösteriyor ki, sanatsal kalite düzeyi gerçekten ziyadesiyle profesyonel, insanların kendilerini organize ediş biçimleri ziyadesiyle profesyonel ama içinde çalıştıkları şartlar öyle değil. Kültürel muhit, kültür politikası ve insanların organize oluş biçimi de sanatsal işi, biçim ve içeriği etkiliyor. Dolayısıyla biz hepimiz modelleri de yeniden icat etmiş oluyoruz çünkü aşağı yukarı aynı zorluklarla karşı karşıyayız. Bunlardan biri muhakkak kamu sektörünün reformu. Sistemlerimizin çoğunda kamu kurumlarının çoğu gereğinden fazla büyük ve STK’lar da ayakta kalmakta zorlanıyorlar. Fakat tabii bu bir başka toplantının konusu olabilir. Teşekkürler.

Mahir NAMUR- Teşekkürler Nevenka. Şimdi Kerstin Tomenendal klişeler hakkında konuşacak.



Kerstin TOMENENDAL- Ben Avusturya’lıyım ve konuşmamda STK’ların Türkiye-Avrupa kültürel ilişkileri üzerindeki etkisine odaklanmak istiyorum. Şu gerçeğin fazlasıyla farkındayım ve eminim sizler de farkındasınız; Avusturya’da Türkiye’ye ilişkin şu anki durum incelikten son derece uzak. Bildiğiniz gibi Avusturya’lıların %70’i Türkiye'nin AB üyeliğine karşı, karşı olmayanların oranı ise sadece %18, ve ben de kendimi bu oranın içinde sayıyorum. Türkiye’ye yönelik özellikle 11 Eylül sonrasında daha da ortaya çıkan, derin kökleşmiş korkular ve önyargılar var. Ben şahsen bu resmin değişmesi gerektiği düşüncesindeyim çünkü ben Türkiye’yi çok zengin, çok modern ve çok dinamik bir ülke olarak biliyorum. Ve bu türden korku ve önyargıların sadece kültür ve bilimin uygulanmasıyla değiştirilebileceğini düşünüyorum. Tam bu noktada, Avusturya-Türkiye Bilim Forumu’nun da sloganlarından biri olarak kullandığı çok etkili ve çok da doğru bir Türk atasözünü alıntılamak istiyorum: “Bilgi paylaştığınız sürece büyür”. Bu çok önemli bir mesaj.

Mart 2005’te Türk asıllı Alman sanatçı Feridun Zaimoğlu Viyana’da modern sanatın merkezi olan Museumsquartier’deki Kunsthalle’nin ön cephesini Türk bayraklarıyla kaplayınca, insanlar buna Türklerin 3. Viyana kuşatması adını taktılar. Bu arada kişisel bir bilgi: Ben İsveç kökenliyim. İsveçliler de Viyana’yı almaya gelmişlerdi ama tabii kimse bundan bahsetmiyor. Aslında merak ediyorum İsveçliler de İsveç bayraklarıyla Viyana’yı donatmaya kalksalardı Zaimoğlu’nun eserinin yaratmış olduğu kadar bir provokasyona şahit olunur muydu? Ne türden argümanların ortaya çıktığını sorarsanız; bir siyasetçi Feridun Zaimoğlu’nun kültürel etkisi nedeniyle Viyana’nın İstanbul olamayacağını savundu. Tabii bunun sonucunda korkular yeniden ortaya çıktı ve tartışmalar alevlendi. Bugünlerde de “Viyana Ankara olmamalı” diye yazan afişler bastırdılar ki bunun üzerine başka söze gerek yok.

Avusturya’nın Türkiye ile ilgili düşünüş şekli hakkında konuşurken ve düşünürken 1683 imgesi bir bakıma hep karşımıza çıkacak. Burada en sol köşede Karamustafa Paşa’yı görüyorsunuz. 2003 yılında Avusturya-Türk Bilim Forumu yeni bulunmuş arşiv malzemelerini de göz önüne alarak Karamustafa Paşa üzerine bir sempozyum düzenlediğinde, Merzifon ile sadece Merzifon büyüklügünde olup Viyana yakınında yer alan bir kasaba arasında bir kardeş-kasaba ilişkisi geliştirmek üzere teklifte bulunulmasının uygun olacağını düşündük. Kendi içlerinde yaptıkları toplantıdan sonra aldığımız yanıt “Hayır” oldu çünkü 1683 insanların belleklerinde halen fazlaca yer alıyordu. Tabii bu esasında gülünç çünkü aradan çok uzun zaman geçmiş. İşte Türkiye ile ilgili düşünürken korkuların çizdiği bu resim var ki, aslında tabii ki doğruluk taşımıyor. Aynı zamanda tembellikle ilgili imge ve kahve imgesi de var, kahvenin Avusturya tarihi üzerindeki harika etkisi, özellikle dünya çapında kahvemizle tanındığımız için. İlginçtir ki, bütün bunların yanında Avusturya’ya Türklerce getirilmiş olan güvercinden kimse bahsetmiyor.

Viyana’ya gittiğinizde, özellikle savaş tarihine dayanan, Türklere ilişkin her tür korku ve inceliksiz hatırlatma görebilirsiniz. Özellikle savaş müzesinde. Orada Topkapı Sarayı koleksiyonu büyüklüğünde muazzam bir bayrak koleksiyonu ve asılı duran bir çok eski silah var, ama diğer yandan, Avusturya aynı zamanda Doğu Araştırmaları’nın da merkezi. Mesela Andreas Tietze’nin “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati” gibi harika projeler var. Bu kaynak etimolojik bir Türkiye Türkçesi sözlüğü, ki ben de son on yıl Andreas’ın bu harikulade eseri tamamlayamadan talihsiz erken vefatına dek çalıştım. Ayrıca, kültür bağlamında da henüz üzerinde çalışlmamış zengin bir arşiv var. Türkiye’nin kültürel alanda kabulünün kilit önem taşıdığı görüşündeyim. Türkiye ile ilgili olumlu duygular açığa çıkarmak için Avusturya’da bir şeyler yapmaya ihtiyaç var. Çünkü aksi takdirde bu durum Türkiye’nin AB üyeliğini ciddi olarak tehlikeye atabilir.

Avusturya’daki ve tabii ki Türk STK’ların durumuna gelince, bu doğru bir yaklaşım değil; ben de farkındayım ki yapılan ve süren irili ufaklı birçok kültürel etkinlik var. Bunların birçoğu Türklere yönelik yani Türklerin Türkler için yaptığı etkinlikler. Avusturyalı katkıların çoğu da Türkiye’ye ve Türkiye’den duyulan korkuya yönelik. Ancak son zamanlarda Türk filmlerine duyulan büyük bir ilgi olduğunu gördüm, biz de bu yılın sonunda güney Avusturya’da Türk filmleriyle ilgili bir festival düzenlemeyi düşünüyoruz; dolayısıyla bir platform oluşturarak örneğin Slovenya gibi komşularımıza da yakınlaşmayı umuyoruz.

Belirttiğim gibi, birçok etkinlik olmasına karşın insanların tanıtım kampanyasında sadece Türkiye hakkındaki eski Türk klişesini temsil eden etkinlikler yer alıyor. Geçenlerde Viyana’da Anadolu Ateşi’nin bir gösterisi oldu, ben de iki davetiye edinme şerefine nail oldum ve bir grup Avusturyalı’nın arasına oturdum. Sanıyorum Anadolu Ateşi’ni çoğunuz biliyorsunuzdur, oldukça agresif bir sunum. Ve Türk dansçılar hareket ettikçe Avusturya’lıların yüz ifadelerini gördüm. Sanıyorum özellikle Avusturyalılara yaklaşmak için bu doğru bir yöntem değil.

Başka bir kapsamlı gösteri de dervişlerin Mevlana gösterisiydi. Özellikle dün Ziya’yı ve onun eski Türk geleneklerinin yeni yorumlarını sunduğu harika gösteriyi gördükten sonra, kişisel olarak dileğim, Ziya Azazi gibi insanların sürekli tekrarlanarak sunulan eski imgeye kıyasla daha ziyade ilgi odağı olmaları.

Aynı zamanda Avusturya-Türk Bilim Forumu’nu da tanıtmak istiyorum. Biz de 2001’de kurulmuş bir STK’yız, ve profesörlerden oluşan bir bilim kurulundan oluşuyoruz. Bu profesörlerden biri de şu an Topkapı Sarayı’nın yeni müdürü olan İlber Ortaylı ve farklı disiplinlerarası konularla uğraşan 11 akademisyenden oluşan bir ekip. AB bağlamında Türkiye ve Avusturya arasında ağ kurma alanında uzmanlaştık ve özellikle bilimsel ve kültürel topluluklarda çok uluslu bir bağlamımız var. Avusturya-Türkiye ilişkileri konusunda bizim görüşümüz her zaman her iki tarafı da aynı masada ya da aynı “tabak”ta bir araya getirmek. Yine ortak tarihimizi düşündüğümüzde akla geçmişten gelen sembollerimiz geliyor ve biz de bunları uyarlamaya ve doğru şekle sokmaya çalışmalıyız.

Aynı zamanda insanların Türk müziğinin sadece Mehter müziğinden ibaret olmadığını, Türk valsi diye bir şey de olduğunu farketmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Burada bir Ahmet Özhan’ı görüyorsunuz, kendisi oldukça ünlü bir Türk sanatçısı ve burada Avusturya Ulusal Kütüphanesi’nde Türk vals müziği sunumu yaptı.

Avusturya Devlet Arşivi’nde Türkiye Cumhuriyeti’nin 80. Yılı etkinlikleri çerçevesinde Avusturya-Türkiye dostluğunu gösteren bazı sergiler de düzenledik. Ayrıca düzenlediğimiz çalıştaylar ve sempozyumlarda da işin kültürel yönüyle de bağlantı kurmaya çalışıyoruz. Avusturya’da konservatuvarda profesör olan bir Türk piyanistiniz var örneğin.

Konuşma zamanımı da aşmamak için, bitirirken şunu söylemek isterim ki, özellikle Avusturya’nın, Türkiye’yi entegre eden ve hepimiz için değerinin altını çizen küresel bir AB projeleri ağının içine yerleştirilmesi çok önemli. Sunumumu sizlere göstereceğim bir resimle bitirmek istiyorum. Bu, 15 Mayıs 1955’te bir Türk halısı üzerinde imzalanan Avusturya devlet anlaşmalarının bir resmi. Belvedere Sarayı’nın tam karşısında Türk Büyükelçiliği var ve Türkler zamanında bu halıyı Avusturyalılara ödünç vermeyi önermişler. Yani bu çok ünlü bir halı ve şimdi hâlâ Türk Büyükelçiliği’nde bulunuyor. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Mahir NAMUR- Teşekkürler Kerstin. Soru sormak ya da yorum yapmak isteyen var mı?

A listener- Benim bir tek sorum var. Karşı kültürlerden ve ulusal kültürden ana akım dışı sanatçılar meselesiyle ilgili olarak neler yapıyorsunuz? Belki aslında bu Nelson'a bir soru. Bana öyle geliyor ki ulusal kültürü değiştirmek, ulusal kültüre meydan okumak isteyen sanatçılar var. Bütün bu konuştuklarınızın içinde onlar nerede duruyorlar? Onlara bu kadar yardım edilmeyecek mi?

Jan ZOET- Başka yerlerde olduğu gibi burada da sanattan söz ederken, bağımsız ya da serbest olarak adlandırabileceğiniz sanatçılar ve topluluklardan konuşurken ana akım dışı sanatın hiç de dışlandığını düşünmüyorum. Akım dışından sözedildi esasında, diğer sorulara da istinaden ekleyebilirim ki bu nedenle ağların başka bir işlevi var. Ağlar fazla desteği, altyapısı ve deneyimi olmayan bağımsız grupların beraber çalışmalarına ve ulusal kurumlarla mücadele etmek (çünkü bunu yapmak zorundasınız veya ulusal olmayan kaynaklardan destek almalısınız) için bir platform ya da bir güç -ya da ismine her ne derseniz- yaratmalarına yardımcı olmakta. Onun için, en azından benim için bu, sizin sorunuza bir yanıt teşkil ediyor. Benim görüşüme göre dahil ediliyorlar, dahil edildiklerinden eminim.

Kültür ağlarına baktığınızda, bu ağların farklı gelişim düzeylerinden sanatçı ve toplulukları dahil ettiklerini görürsünüz. Ve aslında, işin doğrusu, Jan yanlışsam beni düzelt, büyük çaplı ulusal toplulukların kesinlikle IETM gibi ağların esas üyeleri olduklarını düşünmüyorum. Onun için belki bir yanlış anlaşma oldu ama bu tür sanatçıların tartışılmadığı gibi bir şey kesinlikle yok.

Bir izleyici- Örneğin Başbakanla dalga geçip kendini oldukça zor bir duruma sokan karikatürist meselesiyle ilgili ne diyeceksiniz? Bu, burada çok özel bir desteğe ihtiyacı olan bir sanatçı tipi olarak bana çarpıcı geliyor.

Yeşim Özsoy GÜLAN- Ben soru sormayıp bir yorumda bulunacağım. Bir yıl önce, Avrupa’daki “Avrupa Tiyatro Bienali’nden Yeni Yerler” adlı bir Avrupa festivalinde bulunmaktan mutluyduk ve bu Avrupa tanımının içinde Türkiye olarak dahil edilmiştik. Bizden başka Rusya, Letonya da vardı. Ben de bir festivali Avrupalı olarak tanımlamanın ve Avrupa sınırları olarak addedilen ülkeleri davet etmenin iyi bir kültür ve politika örneği olduğunu düşündüm. Ve tabii bu festival kapsamında bazı paneller vardı ve bunlarda neden bazı Avrupa ülkelerinin davet edildiği ve Rusya ile Türkiye’nin de olduğu konusunda konuşmalar oldu. Bu panellerin birinde Doğu Avrupa ülkelerinin birinden -hangi ülke olduğunu anımsayamadığım için buradaki Doğu Avrupalılardan özür diliyorum- ve Yunanistan ile Türkiye’den birer panelist vardı. Avrupa ve Türkiye ile ilgili tartışmaları sırasında Doğu Avrupalı konuşmacı “Osmanlı mirasından kurtulmakla o kadar meşguluz ki Avrupalılığımızı unuttuk” dedi. Burada, Doğu Avrupalı konuşmacının Osmanlı mirasıyla, bununla nasıl başa çıkılacağıyla ve bunu çağdaş Doğu Avrupa ülkelerine nasıl entegre edeceğiyle ilgili bir sorunu olduğunu düşündüm. Ve burada, tüm bu konuşmalardan, özellikle de en son konuşmadan sonra, bizim de aynı sorundan muzdarip olduğumuz kanısına vardım. Avrupa’nın Türkiye’yi nasıl gördüğünü ve Türkiye’nin nasıl entegre edeceğini tartışmak iyi bir şey tabii ki ama aynı zamanda Türkiye’nin de kendini nasıl gördüğünü ve Osmanlı mirasını çağdaş Türkiye’ye nasıl entegre edeceğini tartışmak da önemli. Bu anlamda, sanırım çok karmaşık mesajlar vermekteyiz ve bunlar bize geri dönmekte. Bunun için, özellikle Osmanlı ve çağdaş Türkiye’nin ışığında kendimizi nasıl temsil ettiğimiz büyük önem taşıyor.

Kerstin TOMENENDAL- Bence çok ilginç bir yorumda bulundunuz. Avusturya-Türk Bilim Forumu olarak biz, tarihin bazı kısımlarının yeniden yazılması ve yeniden düşünülmesi gerektiğinin çok iyi farkındayız. İnsanın kendi geçmişini görmezden gelmesi kabul edilebilir ve güncel bir yaklaşım değil ve aynı zamanda şunu da hesaba katmak gerekir ki mesele sadece Türk veya Osmanlı davranışı değildi, Avusturyalılar kadar, Galliler ve İngilizler, dünyanın tüm batısı Osmanlı İmparatorluğu’na doğru genişliyordu. Onun için, daha açıkça tartışmak ve birlikte ortak tarihimize, ortak kültürümüze ve ortak geleceğimize bakmak için, daha açık temel noktalar bulmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Benim görüşüm bu.

Nelson FERNANDEZ- Bu sizin bahsettiğiniz noktayla bağlantılı ve sadece bazı meselelere değinmenin aslında bir başka yolu olduğuna dair bir gözlem. Örneğin Birleşik Krallık’ta ve aynı zamanda hem Almanya’da hem de sanırım Hollanda’da, Fransa’da ve muhtemelen birkaç Avrupa ülkesinde daha vuku bulan bir girişim biliyorum. Bu yeni bir kentli tiyatro girişimi. Ben buraya gelirken Visiting Arts’ta çalışanlardan biri bana, Türkiye’nin de dahil edildiğini, Avrupa’da birçok farklı yerde gerçekleşecek bu yeni kentli Avrupa tiyatro sezonu için düşünülen ve bu sezona dahil edilen Türk toplulukların olduğunu hatırlattı. Bu, sadece Türk tiyatrosu olduğu için değil, kentli tiyatro olduğu için ve Türkiye’nin haklı olarak söyleyecek sözü, Türk sanatçılarının söyleyecek sözü olduğu için. İşte, bu da bütün bunların gerçekleşmesi için bir başka yol. Sırf Türk, İngiliz ya da Fransız’dan konuşmak değil mesele. Mesele varolan bir takım sorunlarımızın bazılarına bakabilmek. Ve bence kimlik konusunda tamamen haklısınız. Bu tam da benim daha önce kimlik ve ulusal kimlikle ilgili değinmeye çalıştığım nokta. Bu milliyetçilikle ilgili değil, kimlikle ve insanın kim olduğunun ve nereden geldiğinin farkına varmasıyla ilgili. Ve bizlerin ille de milliyetçilik bayrağını sallamak zorunda olmadan da kendimizi politik bir teşekküle veya tartışma ortamına entegre etmemizin birçok yolu var.

Filippo FABRICCA- Ulusal kimlik değişen bir olgu, sabit duran bir olgu değil ve biz de yeni bir vizyon, yeni bir bakış açısı ve yenilik yaratmak için birlikte çalışıyoruz.

Bir izleyici -Belçika’lıyım ve Brüksel’den geliyorum. Birçoğunuz Belçika’nın ne olduğunu bilebilirsiniz. Sizin ana akım dışı ya da deneysel sanatçı ve projelerle ilgili değindiklerinizi takip ediyordum. Kültür ağları, IETM, ama aynı zamanda diğer ağlar da görünürlük kazanmaları için küçük çaplı girişimlere fazlasıyla katkıda bulundular. Yine de, Avrupa fonlarının ana ilkelerinin, herhangi bir deneyselliği açıkça bastıracak nitelikte olduğu kanısındayım. Bay Faivre d’Arcier'in de biraz önce açıkladığı anlamda, üç ana değerden sözedebiliriz: Birincisi kültürel miras, ki şu an tanıtılıp desteklenenin fazlasıyla dar bir çerçeveden alınan bir kültürel miras imgesi olduğunu söyleyebilirim. İki; ekonomiyle olan bağlantı ve üç; neredeyse ikincisinin aynı, kültür endüstrisi. Söyleyebileceğim kadarıyla, bu üç ana hat çerçevesi dışında Avrupa Komisyonu’ndan fon alabilmek çok güç. Tabii ki bazı yapısal fonlar var. Ama bölgesel bir politika için, “bir araç olarak kültür” bakış açısı hâlâ geçerli. Onun için, aslında gerçekten bir kültür politikasından sözetmek mümkün değil. Bunun tüm bölgelerin bölündüğü ve fazlasıyla milliyetçi bir ilkeye uymak durumunda olduğunuz yine fazlasıyla milliyetçi bir Avrupa görüşü olduğunu söylemek isterim. Nevenka biraz önce kendisinin bir milliyetçi olarak nitelendirilebileceğini söyledi ama Belçika’nın Flaman tarafindan geliyor ve Flamanların çok net bir ulusal kültür politikalarının olduğu açık. Yani Slovenyalıları, Türkleri, uzak oldukları için Flanders’a davet etmek çok iyi bir düşünce ama aynı ülkede yaşayan cemaatler arasında kültürel işbirliğinden sözetmek zor. Bu, ötekinin çok uzak olduğunda daha da fazla rağbet gördüğüne dair genel bir gözlem.

Mahir NAMUR- Tüm konuşmacılara teşekkür ederim. Zamanımız doldu. Sizler ayrılmadan önce hatırlatmak isterim ki bu akşam da her akşam olduğu gibi sanat programımız var, dolayısıyla 18:30’da Sinema Salonu’nda Avrupalı Türk yönetmenlerden kısa film gösterimi var, ki dünkü gösterimin tekrarı olacak. Dün sinema salonunda küçük bir sorun çıktığından Gülden Durmaz’ın filmi kesildi, özür dileriz, film bu akşam tekrar gösterilecek. Kısa filmlerden sonra, İlyas Odman, Laboratuar, Çıplak Ayaklar, Aydın Teker, Emre Koyuncuoğlu, Çiğdem Borucu, Dilek Dervişoğlu, Su Güneş Mıhladız, Sevi Algan ve Fulya Tekin adlı sanatçıların yer aldığı performanslar olacak. Hepinize iyi akşamlar. Tüm konuklara da tekrar teşekkür ederiz.

Hiç yorum yok: