7 Kasım 2007 Çarşamba

Panel: “Avrupa Uluslararası Kültür Politikalarının Sanatsal Üretim Sürecine Etkileri”



Moderatör: Beral MADRA- Bağımsız Küratör, Sanat Eleştirmeni, AICA Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği Başkan Yardımcısı, Türkiye
Hanan KASSAB HASSAN- Yazar, Kültür Operatörü, Suriye
Pascal BRUNET- Relais Culture Europe, AB Ulusal Kültür Ajansı Direktörü, Fransa
İpek DUBEN- Görsel Sanatçı, Türkiye
Emre KOYUNCUOĞLU- Tiyatro Yönetmeni, Türkiye
Ata ÜNAL- Tiyatro Kuramcısı, Türkiye


Beral MADRA- Bugünkü konumuz “Avrupa Uluslararası Kültür Politikalarının Sanatsal Yaratıcılığa Etkileri”. Böylece nihayet sanat konusuna geldik, iki gündür. Bugünkü konuşmacılarımızı size tanıtayım. Size göre masanın sağından başlıyorum. Dr. Ata Ünal; tiyatro alanında doktora yapmış bir kişi ve şu anda tiyatro alanında danışmanlık yapıyor. Onun yanında Pascal Brunet; o da Relais Culture Europe’un Genel Müdürü. Benim yanımda Hanan Kassab-Hassan; yazar ve Kütür Operatörü. Kendisi Suriye’den geliyor. Sol tarafımda İpek Düben; herkesin çok yakından tanıdığı, sanatçı ve aynı zamanda sanat kuramcısı da diyebiliriz kendisine çünkü çok uzun süredir yazılarıyla sanat ortamına katkıda bulunuyor. Masanın diğer ucunda Emre Koyuncuoğlu; tiyatro yönetmeni ve o da herkesin çok yakından tanıdığı aynı zamanda tiyatro oyuncusu ve dansçı. Ben de kendimi kısaca tanıtayım: Beral Madra; bağımsız sergi yapımcısı ve aynı zamanda sanat eleştirmeniyim. Şu anda Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği Türkiye Şubesi Başkanıyım. Aynı zamanda Avrupa Kültür Derneği’nin de üyesiyim. Burada Avrupa Kültür Derneği’ne bu çok önemli Forum’u düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Beni de bu Forum’da moderatör olarak davet ettikleri için teşekkür ediyorum. Ama burada itiraf edeyim ki ben konuşmanın sonunda bu moderatörlük görevimi ihlal edeceğim ve konuşmacı olarak da size biraz hitap etmek istiyorum açıkçası.

Bugün, bu sabah ben ex oriente lux, “güneş doğudan doğar” diyorum ve sözü sayın Hanan Kassab-Hassan’a veriyorum.



Hanan KASSAB-HASSAN- Günaydın, öncelikle kötü İngilizcem için özür dileyerek söze başlamak istiyorum. Kendimi İngilizce en iyi şekilde ifade etmeye çalışacağım. Bugün kültürlerarası ilişkilerin önemine farklı bir boyutta değinmek istiyorum çünkü biz Avrupa’da yapılanlardan ve Avrupa’dakilerin yanısıra diğer bölgelerdeki sanatçılarla aramızdaki ilişkilerin vurgulanması ve güçlendirilmesi adına Avrupa Komisyonlarınca oluşturulmuş programlardan çok büyük fayda sağlıyoruz. İşte bu yüzden burada olmaktan çok mutluyum çünkü bu bizim için Türkiye’deki sanatçılarla ilişki içinde olabilmemiz ve onların (Ürdünlü, Lübnanlı, Filistinli, Mısırlı sanatçılar) tecrübelerinden faydalanabilmemiz için bir şans olabilir. Bizim Suriye’deki durumumuz oldukça özel, çünkü normalde Avrupa Komisyonu’nun sanatsal yapılara sübvansiyon ve destek vermesinin şartı bir dernek olmak. Fakat bizim yasa yapımız nedeniyle dernek olma imkanımız yok. Ya bireysel çalışmak, ya da resmi Kültür Bakanlığı’nın bir parçası olmak durumundayız. Normal olarak otuz yıldır süregelen formüle göre hükümet ile olan ilişkiler şimdi çok bürokratik ve güzel sonuçlar doğurmuyor. Yani her ne kadar onlarla çalışsak da, resmi Kültür Bakanlığı ile çalışmak çok cazip değil ve dernek olma imkanımız da olmadığı için diğer derneklerle çalışarak ve onların programlarından faydalanarak genç sanatçılar için eğitim ve imkan sağlamaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca ben ağlar arası bir kilit insan rolündeydim çünkü kültür alanında faaliyet gösteren bir çok ağ ve genç sanatçı tanıyorum ve eğitim, atölye çalışmaları hakkında bilgi sahibiyim ve bu nedenle bunların içerisinde yer alacak doğru sanatçıları seçiyordum. Sanatçılarımızın diğer sanatçılarla temas halinde olup sanatta yeni ufuklar kazanmaları ve sanata yönelik yeni bir vizyon geliştirmelerine olanak sağlayan bu durum çok etkili oldu. Bu Suriye’de yeni sanat biçimlerinin başlangıcı oldu. Fakat şunu söylemeliyim ki Avrupa Programlarının empoze ettiği zorluklar bazen gerçek bir işin önündeki engel oluyor. Ve ben bu programların olumlu yönlerinden önce olumsuz yönlerine değineceğim.


Öncelikle, bir dernek olma şartı, bizim programlarından yararlanmamıza izin vermiyor, gerçek sivil toplumu henüz oluşmamış –çünkü buna daha var- ülkelerde, büyük bir zorluk ve engel teşkil ediyor. Ama bizler Fransa, İtalya, Tunus ve Ürdün’deki diğer dernekler üzerinden ilişkiler kurabilir ve çalışarak ciddi bir şeyler yapabiliriz.


Bölgede bulunan Fransız Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, Cervantes gibi yabancı kültür merkezlerinin sağladığı programlardan da faydalanıyoruz. Bize çalışabileceğimiz mekanlar ayarladıkları için onların aracılığıyla ciddi işler çıkarabiliyoruz. Karşılıklı tecrübe paylaşımına olanak sağlayan atölye çalışmaları ve misafir olma imkanları sunuyorlar ve bu da onlarla çalışmak için çok güzel bir yol.

Bir diğer şartsa, Avrupa Komisyonu’nun her sene mevcut programlarından birine projenizi sunmak için doldurmak zorunda olduğunuz çok büyük ve karışık dosyalar. Sizlerin de bu kötü tecrübeyi yaşayıp yaşamadığınızı bilemiyorum ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki kimse beklediği yardımı, sübvansiyonu alamıyor ve her yıl bu dosyalar doldurulamadığı için para boşa gidiyor. Çelişkili olan şu ki biz şimdi bu dosyaların nasıl doldurulacağına ilişkin çalıştaylar yapmaya çalışıyoruz ve araç amaç oluyor, bu kendi içinde bir hedef haline geliyor, kültürel projeler için yardım almaya çalışmak yerine, genç sanatçılarımıza bu dosyaları nasıl doldurmaları gerektiğini öğretmeye çalışıyoruz. Bu gerçek bir sorun ve size şunu söylemeliyim ki geçen sene için başvuranlardan kimse bu yardımı alma şansına sahip olamadı. Bunu başarabilen yegane yapılar Fransız Kültür Merkezi ve Goethe Enstitüsü oldu.Yani bu da demek oluyor ki Avrupa’nın parası yerel oluşumlar yerine yine Avrupalı oluşumlara gitti.

Olumsuz yönlerden belirtmek istediğim bir üçüncüsü de şu ki artık bu ilişki nedeniyle hep aynı standart tarzda sanatçıların çıktığını görüyoruz. Artık şunu söyleyebilirim ki diyalog ve kültürel çeşitlilik laflarını duymaktan biraz sıkılmaya başladım çünkü bu kelimeler bir nevi her projenin mazereti olmaya başladı. Oluyor, sırf “diyalog, Akdeniz İlişkileri, kültürel çeşitlilik” kelimelerini kullanarak aslında kendi içinde pek de ciddi olamayacak bir proje icat edebilirsiniz. Ben artık bu kilit kelimelerin anlamlarını yitirdiğini görebiliyorum çünkü bu kelimeleri kullanmayan ama çok önemli işlerin çıktığı projelerle karşılaşabiliyorsunuz. Bu nedenle çok önemli olan Avrupa ile ilişkilerin bu kadar zor ve katılaşmış bir ilişki biçimi haline gelmesini görmek istemiyorum. Avrupalıların biraz daha esnek olmasına, projelerimizi detaylandırma imkanına ve her zamankinden fazla komşularımızla ilişki içinde olmaya ihtiyacımız var. Bu, ağlar aracılığıyla kolayca yürütülebilecek çift yönlü bir ilişki olabilir.

Size ağlar sayesinde birçok dernekle ve yapıyla irtibat halinde olduğumuzu söyleyebilirim. Hiç de pahalı olmayan projeler gerçekleştirebiliriz zira şu anda Lübnan, Ürdün, Mısır, Suriye ve –neden olmasın ki- Türkiye’de, sanatçıların gelip bu ülkelerde kalmalarına, bu ülkelerde seyahat etmelerine imkan tanıyan bir sanatçı konuk etme programları ağı oluşturuyoruz. Bu sayede sanatçılar gelecek ve otel gibi pahalı yerlerde kalmak zorunda olmayacaklar. Bir diğer formül de değişim sistemi; örneğin bir sanatçı Suriye’ye gelebilip burada çalışabilir ve ona para vermek yerine bir sonraki işinde kullanacağı materyalleri sağlayabiliriz. Sahne ışıkları düzenleyen biri bize projektör verebilir ve biz de ona diğer sanatçılarla çalışma imkanı sunabiliriz. Bu sistem sayesinde çok para harcamadan iyi projeler yapabiliriz ve bu sistem gayet güzel çalışır. Bence ağların ve bu ilişkilerin rolünü vurgulamalıyız, hükümetler arası ilişkinin resmi yapısı dahilinde çalışmak etkin olamayacak kadar yavaş halbuki doğrudan temas halinde olmak çok daha kolay ve etkin. Teşekkür ederim.

Beral MADRA- Teşekkür ederiz Hanan Kassab-Hassan’a. Bize çok kısa ama çok özlü biçimde Suriye’deki şu andaki vizyonu anlattı. Avrupa Birliği’yle bu kültürel ilişkiler daha çok oradaki kültür merkezlerinin yardımıyla gerçekleşiyor çünkü belirttiği gibi, henüz orada sivil toplum düzeni sağlanmamış ve bu sağlanacak, umud ediyor. Ve o noktadaki bazı engellerden ve bazı ikilemlerden söz etti ki bunların başında işin bürokratikleşmesi ve amacın neredeyse bürokrasiye kanalize olması geliyor ve sanatçıların da tam anlamıyla kendilerini geliştiremediklerini çünkü bazı konulara takılı kalıp o konularda üretim yaptıklarını belirtti. Şimdi hemen o zaman Batı’ya dönelim ve Pascal Brunet bize bakalım neler söyleyecek. Belki Hanan’ın sorularına ya da söylemine de bir yanıt çıkabilir oradan.



Pascal BRUNET- Bence, bu soruya cevap vermeden önce sanat üretmenin ne demek olduğunu düşünmeliyiz. Bu türden bir soruyla karşılaştığımda Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” adlı romanına atıfta bulunurum, bu kitapta ne diyor? “Yazmak istediğimde neye ihtiyacım olur? Kendi işimi üretebilmem için neye ihtiyacım var? Çok basit, bir mekana, bir kazanca ve şansa. Mekanımda bir yerde yalnız kalmaya ve çalışmaya karar verebilirim.” Sanırım kitapta daha karışık bir şekilde anlatılıyordu ama yine de sanatsal süreçten bahsederken düşünmemiz gereken ilk birkaç maddeyi açıklıyor. Bir yardımlaşma değil en başından, birarada çalışma değil, genellikle yalnız başına, bazı araçlarla ve üretmek istediğimi üretebileceğim şartlara sahip olmakla açıklanan bir durum. Sanatsal alandaki işbirliğinden bahsederken bunu unutmamak gerekir. Bazen de hareketlilikten, işbirliğinden bahsederken, kastettiğimiz başka bir şeydir - bu sanatsal sürecin en başındaki temel değildir mevzubahis.

Dün konuşulan DBM adındaki bir ağın eski yöneticisiydim; bu ağ Akdeniz bölgesinde dansla ilgili bir ağdı. Bu ağ üzerinde, sanatçılara yardım etmenin yeni yollarını keşfetmeye çalışıyorduk. Yöntemlerden biri, bağımsız eserleri ne şekilde mümkün kılacağımızla ilgiliydi çünkü -Virginia Woolf’un düşüncesine atıfta bulunursak- temel ihtiyaçlarımızdan birisi kazançtı. Dolayısıyla biz de başta ilk hususu göz önüne alacağız: Kazanç. Uluslararası işbirliği sanatçılar için bağımsız bir kazanç sağlamada iyi bir yol olabilir. Birçok ülkede temel mesele eserin yapısıdır. Bazen bir devlet eseri, bazen özel eser, bazen de bambaşka bir şey olarak karşımıza çıkabiliyorlar ve bu çoğu farklı ülkede genellikle böyle. O zaman, uluslararası bir sistem nasıl oluşturulacak ve bu sistemde sanatçının bağımsızlığı nasıl güvence altına alınabilecek? Çok zor, çünkü bir işe para yatırdığınız zaman karşılığını beklersiniz. Bir sanatçıya para verdiğinizde, bir esere para yatırdığınızda karşılık olarak ne bekleyebilirsiniz? Bazen insanlar sanat eleştirmenleri arasında söz sahibi olmayı, keşfeden olmayı, bütün dünyayı bilen ve kendi ülkelerinde güçlü bir konuma sahip kişi olmayı isterler. Bunlardan biri olabilir. Veyahut politik bir amaç da güdebilirler. Ve genellikle de böyle olur.

Örneğin, Fransız devleti AFAA veya Fransız Kültür Merkezi gibi politik organizasyonlara sahiptir. Sanatın oluşumuna her anlamda yardımcı olurlar fakat sanat daha en başından siyasidir. Böyle bir organizasyonla hareket ettiğinizde bizim ülkemiz, Fransa ve sizin ülkeniz arasındaki ilişkinin gelişimi için bir şeyler isterler. Dolayısıyla, bağımsızlık koşullarını düşünmeye çalıştığınızda, bu türden bir bağlamla ve böyle bir ortamla karşılaşırsınız. Biz bir çözüm bulamadık. Avrupa parası ile bir çözüm bulma amacıyla Kültür 2000’in bir projesine başvurduk ama çözüm elde edemediğimiz gibi daha farklı sorunlarla karşılaştık. Bu ağ ortamında karşılaştığımız ilk sorunlardan biri şuydu; bazı ülkelerde bazı sanatçılar bizim ağımızı Kültür Bakanlığı ikamesi gibi görüyor ve ağa, DBM’e gelip Kültür Bakanlığı’na gelmiş gibi bizden yapım talep ediyordu. Ne var ki ağımız Kültür Bakanlığı değil ve farklı bir seviyede çalışma yapmanız gerekiyor. Sonunda bu eser fonu uygulamasını sona erdirdik çünkü para bulmak zordu ve aslında temel sebep, eserin bağımsızlığı koşulu ile ilgili meseleye tam bir çözüm bulamamamızdı. Bugün bile açık bir soru bu – bu çeşit bir prodüksiyonu nasıl gerçekleştirebiliriz? Sizlerden bu konuda bazı fikirler almayı çok isterim.

Bu ağda çözüm bulmaya çalıştığımız bir başka şey ise mekan sorunuydu. Çalışma imkanı bulunan alanların ortaya çıkması nasıl desteklenir? Ben burada çalışmayı tercih ederim, kuzeyde çalışmak gibi bir yükümlülüğün olmamalı. Peki, bu tür bir mekan oluşumuna yardımcı olacak bir fon sistemi nasıl oluşturulur? Bu konuda Avrupa fonlarından yararlanıyoruz ama AB dışında yer alıyorsanız bu fonlardan yararlanmak imkansız. Bu tür konular için kuvvetli bir yatırım nasıl yapılır ve yer nasıl bulunur, para bulmak şart ve bu para mevcut değil. UNESCO’ya da gidebilirsiniz ama onların da sağladığı para şu anda az ve yatırım için para bulamıyorsunuz. Yapım için para bulunabiliyor ama mekan için bu imkansız.

Mekanla ilgili sorun aynı zamanda eğitim ile ilgili bir sorun çünkü işbirliği ve seyahat hakkında düşündüğünüzde ilk soru, çalışmak istediğiniz yer ile ilgilidir, fakat bununla beraber eğitim görmek istediğiniz yer ile de ilgilidir. Çünkü güneyde yeri bulmanız gerekir, para kuzeyde, mekan kuzeyde, eğitim kuzeyde. Devinim ile ilgili sorunlar pek kolay çözülemezken eğitim ile ilgili sorunlar daha zorludur çünkü kalıcı bir okul istediğinizde eğitimin bedeli çok artar. İnsanları üç günlüğüne veya iki haftalığına davet edip kısa eğitim programları uygulamak kolaydır ancak içinde iki, üç, dört sene boyunca sanatla ilgili dersler alabileceğiniz, araştırma yapabileceğiniz, kendi istediğiniz yerde kendi istediğiniz çalışmayı yapabileceğiniz kalıcı bir okul açmak çok para gerektirir. İşbirliği bu yüklü miktardaki parayı bulmanın bir yolu olabilir. Ama bu işbirliğinin partnerlerinin bir tarafının AB olması gerekiyor ki bu mümkün, diğer tarafının ise öngörülen bölgenin farklı ülkeleriyle olması gerekiyor ki bu tamamıyla imkansız. 5 yıldır Mağrip’te Fas, Cezayir, Tunus arasında bir dansın öğrenileceği ve eğitimin alınabileceği bir yer açabilmek için uğraşılıyor ama ulusal para bulmak ve bunu bir okul için yatırmak imkansız. Bugün hâlâ cevabını bekleyen bir soru bu.

Değinmek istediğim son nokta şu; sanatsal süreçten bahsederken çoğunlukla izleyici sorununu es geçmekteyiz. Bu ise kesinlikle temel sorunlardan biridir. Sanat üretebilmek mümkündür fakat normalde sanat bir izleyici kitlesine sunulmak üzere üretilir. Yani normalde üretimin sonunda eser gösterime konur. O zaman sunumumuzun ve üretimimizin durumu hakkında çalışmamız nasıl mümkün olacak? Seyircinin gelmesine nasıl yardımcı olacağız? Bir yapıtın ne olduğunun farkına varması için seyirciyi nasıl eğitebiliriz? Kültürel işbirliğinde bu tamamıyla unutulan bir konu. Üzerinde çalışmamız gereken temel meselelerden birinin bizim için bu olduğunu düşünüyorum. Örneğin benim için Fransa’da farklı bir iş sunmak ne kadar mümkün? Bu farklı işin anlaşılabilmesi için gerekli anahtarları vermemiz ne kadar olası? Ayrıca, sizinle bu izleyici problemi hakkında çalışıp, sizin de izleyici geliştirmenizi sağlamak nasıl mümkün kılınacak? Bence üzerine çalışmamız gereken en büyük konulardan biri bu...

Beral MADRA- Teşekkür ederiz Pascal. Pascal burada iki konuya değindi; bir, sanatçının durumuna, burada sanatçının gereksinimlerini saydı ki, bunlar gerçekten temel gereksinimler: Yer, geçinmek için bir para ve eğitim. Bunların gerçekleşmesi için çok belirgin bir şekilde yatırımlara ihtiyaç var ve o da güneydeki bir deneyimini anlatıp bütün bunların kuzeyde elde edilebileceğini belirtti. Aynı zamanda izleyicinin durumuna da değindi ki, burada bu da çok önemli çünkü farklı sanatı farklı toplumlara göstermek gibi bir görevi var kültür operatörlerinin. Burada toplumun da bir şekilde farklı sanatlara ya da kendisine yabancı olan sanata hazırlanması gerekiyor dedi. Şimdi, sanatçılardan ve izleyiciden söz ederken sözü İpek Duben’e vereyim, bakalım o bize bir sanatçı açısından bu durumu nasıl açıklayacak ya da belki farklı şeyler söyleyecek.



İpek DUBEN- Ben de ancak sanatçı olarak konuşacağım. Pascal Brunet’in ortaya koyduğu iki önemli soruya aslında ben de değinecektim. Kendi deneyimlerinden birkaç anekdotla gireceğim sonra özetleyerek konuşmak istiyorum.

Şu anda Türkiye’de bu etkinlik gibi müthiş bir dinamizm, Avrupa’yla Türkiye arasında gitmeler gelmeler var. Daha önce özellikle 90’lı yıllarda Almanya ile Türkiye arasında özel ilişkiler gelişmişti ve Almanya’da Türk sanatının yavaş yavaş tanıtılmasına şahit olduk. Ben bir görsel sanatçı olarak konuşuyorum, sinema, performans, özellikle tiyatro ve müzik alanları dışında bizim alanımızda problemler ve sorunlarımız var. Avrupa’yla ilgili bir sorun değil, Türkiye’yle ilgili bir sorun. Toplumun görsel sanatlar ile ilişkisinden kaynaklanan bir sorun. Biz bununla nasıl mücadele ediyoruz? Ben bu durumu mücadele olarak görüyorum çünkü hepinizin bildiği gibi, Türk vatandaşının kendi tarihinden kopmuş olma durumu var. Minyatür ve geleneksel İslam sanatlarından sonra ortaya çıkan Batılılaşma sürecindeki Türk sanatı ile toplumunun ilişkisi nedir? Pascal’ın dediklerini mercek altına almak istiyorum; yani sanat, sanatçı ve seyirci arasındaki iletişimin durumu. Türkiye–Avrupa arasında olduğu gibi, yabancı bir kültüre kendi kültürünüzü tanıtmak meselesinin de ötesinde, biz kendi kültürümüz içinde çağdaş sanatçılar olarak toplumun önemli bir kesitiyle nasıl iletişim kuracağız? Sanırım bu konuda söyleyeceklerim yalnız Türkiye’yi değil, İslam kültürü içinde olan mesela Suriye’yi ve Suriye gibi Ortadoğu sanatçılarını da içine alan birtakım uluslararası problemleri ortaya koyuyor. Yani bir tarafta Batı’nın oryantalist görüş dışında, İslam toplumlarının kültürlerini algılama sorunu varken biz çağdaş sanatçılar olarak toplumla aramızda kültürel köprüleri kurabiliyor muyuz sorunu var. Bunlar çok derin sorunlar, Türkiye’de uzun uzadıya tartışılmış meselelerdendir. Ben bir iki anekdotla kendi yaşamımdan, Batı’da yaşadığım deneyleri sizinle paylaşmak istiyorum.

New York’taki öğrenciliğim sırasında, 1970’lerde, hocalarımdan biri demişti ki “Bakalım Türkler resim yapabiliyor mu?” Bu ciddi bir şeydi. Yani bunu herhangi biri söylemiyordu, eğitimli, kültürlü ve oldukça ünlü bir sanatçıydı bunu söyleyen kişi. Hoca olarak okula eleştiriye gelmişti. Bu soru o zaman beni çok sarsmıştı doğrusu. “Bakalım Türkler resim yapabiliyor mu?” yani “Can Turks paint?” demişti. Bir başka sorun da Türkiye’de yaptığım işlerin New York’ta ya da Avrupa’da anlamlandırılması meselesiydi. Bu problem anlam iletme zorluğu yanında bizlerin Batı’nın sanat pazarı içinde yer almamızı zorlayan bir durum, işlerin değer kazanmasında önümüze çıkan zorluklardı. 1990’larda Vasıf Kortun New York’ta bulunuyordu, bir şekilde pazara girelim, sergiler yapalım diye uğraşıyordu. Tabii o yıllarda Amerika’da Türkiye’nin esamesi okunmuyor. Türkiye’yi de Balkanlar’a takalım, öyle girişelim belki buzları kırarız diye çaba gösteriyordu. O yöntem de pek sonuç vermedi. Bu arada birdenbire Rus sanatçıları pazarda göründüler. Daha Ruslar geldi, geliyor derken Broadway’de Rus hükümetinin yatırımıyla kocaman bir galeriye sahip oldular ve bugün Rus sanatçıları çok ileriye gitmiş durumdalar. Aynı şeyi ben geçen hafta Berlin’de izledim. Çağdaş Rus sanatı diye bir şey var bugün Avrupa pazarında.

Diğer başka bir örnek: Şu anda en büyük ve güçlü olan Amerikan sanat pazarında çağdaş Çin sanatı meydan okur duruma gelmekte. Bundan daha önce modern Japon sanatının bu pazara girişi oldu. 1990’larda çağdaş Japon sanatını New York’a tanıtan Asia Society denilen bir kurumdu. Bu kurum da Japon hükümetinin büyük desteğiyle ortaya çıkmıştı. Asia Society’de her türlü etkinlik yapıldıktan sonra Metropolitan Müzesi Japon sanatçılarına ilgi göstermeye başladı. Yani sanatımızın ve kültürümüzün tanıtılması için hükümetimiz neler yapıyor? Devlet erkanının çağdaş sanatla ilişkisi var mı? Beral Madra’nın Venedik Bienali’nin kenarından köşesinden girmek için verdiği mücadelede yıllarca desteksiz ve yapayalnız kaldığı hepimizin bildiği bir şey.

Ben 1994’te bir seri için İstanbul Belediyesi’nden yardım istedim. O sırada Refah Partisi, yani İslamcı bir parti ilk kez İstanbul Belediyesi’nde seçimleri kazanmıştı. Bu benim için çok büyük bir şanssızlıktı, çünkü ben belediyenin yönettiği Taksim Sanat Galerisi’nde sergi yapacağım ve işler İslami duruşun dışında bir pozisyonu sergiliyordu. Sergimi kapatabilirlerdi veya beni bıktıracaklar filan diye düşündüm. Belediye Kültür İşleri Başkanı ile tanıştırıldım. Bu kişiye beni methiyelerle tanıştırdılar. Sergi hakkında fazla bir şey kendisine anlatmadım ama Batı dünyasının dışındaki bir çok ülkenin kendilerini dünyaya tanıtmak için neler yaptıklarından söz ettim. Adamcağız bunları dinledi, inandı gibi de göründü ve dedi ki “Efendim, sizin yeriniz burası değil, siz İdil Biret filan gibi, dışarda bizi temsil edin, burada bizim başka işlerimiz var.” “Ne yapacaksınız siz?” dediğimde “Biz” dedi “daha çok folk sanatları, İslam sanatımızı, minyatürlerimizi canlandırmak istiyoruz”. Samimiyetle anlatıyordu. Bunun üzerine ben Japonya’nın bugün dünyadaki en önemli Batı müziği solistlerini yetiştirdiğini söyledim. Japon çocukların orta okulda mecburi ders olarak Batı müziği eğitimi aldıklarını anlattım. Sergim açıldı ve belediye yetkililerinden bir tepki gelmedi, tabi izlemediler de. O olay öyle geçti. Yıllar sonra 2001’de New York’ta bir sergim için Kültür Bakanlığı’ndan çok ilgi gördüm ve para desteği aldım.

Kendi yaşamım içinde Türkiye’de gerçekten bir uyanma olduğuna şahit oldum. Bugün İslami inancı önde tutan AKP Hükümeti ile sanat etkinlikleri için diyalog kurabiliyoruz, destek isteyebiliyoruz. Sorun, devletin tutumu dışında çağdaş ve modern sanatı bizlerin ulaştırmaya çalıştığımız insanlarla kavramsal iletişimimizin, alışverişimizin yeterince derinlik ve zenginlik kazanıp kazanmadığıdır. İletişim ve anlamlandırma problematiği Türkiye’deki sanat pazarı dinamiklerinin belirlenmesinde, aydınların ve parası olan şirketlerin beğenilerinde etkin olabiliyor mu? Koleksiyonlara ne tür işler alınıyor? Açık artırmalarda hangi sanat değer kazanıyor? Bu tip endeksler toplumsal beğeninin bir göstergesidir. Örneğin şirketlerden bahsedildi, çağdaş sanatın boyutları, durumu öyle ki tabii ki korporasyonlar ya da müzelerin el koyması gerekli çünkü duvara asılacak küçük resim artık yapılmıyor, en azından çoğu sanatçı yapmıyor. Bu durumda bizdeki manzaraya bakarsanız, Sabancı ve Koç gibi büyük korporasyon sahipleri hâlâ ondokuzuncu yüzyıl sonlarından, yirminci yüzyılın başından, 1950’lere kadar yapılan sanata yüz veriyorlar, açık artırmalarda bu sanat prim yapıyor. Bunun dışındaki işler anlaşılmıyor ve hatta tepki görüyor.

Bu toplantı gibi toplantıları yapmaya devam edelim, konuşmalara tartışmalara devam edelim. Platform gibi bir kurum uluslararası bir yığın işler yapmakta ve yapacak, galeriler yabancı sanatçılara kapılarını açtı ve açacak, Beral Madra yurt içinde ve dışında sergilere devam edecek. Bu etkinlikler Avrupa’dan gelen sanatçılar, Beyoğlu’ndan geçen insanlar için ne anlam taşıyor? Anlam taşıyor mu? İnsanların umurunda mı değil mi? Benim şahsi fikrim şu ki, hiç umurlarında değil. Vasıf’a Platform’da yapılan etkinliklerin nasıl algılandığını sordum. Hiç anlamıyorlar, umurlarında değil gibi bir yanıt verdi. Bu durumda yapılması gereken nedir? Ne yapmalıyız? Bir müzemiz var: Beşiktaş’ta Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Mimar Sinan Üniversitesi’nin denetimi altında. Dün öğrencilerimi oraya götürdüm. Kapısından içeri giriyorsunuz ayağınız çöken parkelere takılıyor. Trajik bir durum. Çünkü bizim national heritage dediğimiz yani kendi yüz yıllık tarihimizi kapsayan bir süreç orada yatıyor, çok önemli resimler var orada heykeller var, önemli bir sanat tarihinin dökümü var. Bu bizim hazinemizdir. Bizim hazinemiz yalnız Topkapı Sarayı değildir. Türkiye’ye gelen turistin belki beş yüzünden bir tanesi o müzeye gidiyor, gittiğine pişman oluyor ve biz utanıyoruz. Neden böyle?

Bu müzenin tam karşında bir başka bina vardı; ehliyet gibi işler için oraya giderdik, dökülen bir yerdi. İstanbul’un en değerli yerinde yani Dolmabahçe Sarayı’nın yanında, yalıda, sahilde bir yer. Başbakan Erdoğan birdenbire karar vermiş, “Ben İstanbul’daki ofisimi orada yapacağım” demiş ve milyarlar dökülmüş. Ben çok sevindim bu işe. Bina güzelleşmiş, tertemiz olmuş, müzenin karşısında pislik yerine temiz bir şey konmuş. Bu durum niçin böyle? Çünkü biz insanımızı eğitmiyoruz. Eğitimsizlik, kültürsüzlük yalnız varoşlarda oturanlar için değil toplumun çok büyük bir kesiti için geçerli. Problemi sadece laik ideoloji ile donanmış bir eğitim felsefesini amaçlamak olarak görmemeliyiz. Bugün Üniversite profesörlerinden kaç tanesi müzeye gitmiştir, Beşiktaş’ta bir müze olduğunu bilir, bırakalım çağdaş sanat sergilerini. Sanat tarihi eğitimi veren hocalar bile müze ve galerilere gitmezler, gitmeleri için şahsi önem taşıyan bir neden olması gerekir genellikle. Biz 300 yıllık tarihi olan modernleşme projemizin kültürel izlerini insanlarımıza aktaramıyoruz. Nerde kalmış çağdaş sanatı anlamalarını beklemek. Modern sanatı anlamak için bu alanda eğitilmek gerekir. Bu gerçek her yerde, her zaman, herkes için geçerlidir.

Dün müzeyi gezerken öğrencilere Halife Sultan Mecit’in kocaman bir tablosunu gösterdim. Düşünün Halife Sultan Mecit... Figürlü resim zordur, çok figürlü resim çok zor iştir. Türk ressamlar çok zor yaklaşmışlardır geleneklerinden dolayı, Halife Sultan Mecit sekiz figürlü bir tuval boyuyor, yağlıboya. Resimde hanımlardan biri keman çalıyor, kıyafeti çok şık. İşte 19. yüzyılın sonunda yapılmış bir eser. Bu eserin varlığından kimin haberi vardır diye sormalıyız. Bundan daha önemli bir sembol, kültürel devrimi, değişimi gösteren bir belge olabilir mi? Sonuç olarak önce insanlarımızı eğitelim, paramızı sanata ve modern sanata, kültürün her alanına yatırmasını öğrenelim. Sanat tarihimizi geçmişi ve şimdisi ile kendimiz değerlendirelim, önce biz yazalım ki başkaları da bizi değerlendirebilsin. Teşekkür ederim.

Beral MADRA- İpek Duben’e teşekkür ederiz. İki gündür ilk defa olarak Türkiye kültür ve sanat ortamının labirentlerine girip oralardan küçük hikayeler çıkarıp yabancı dostlarımıza burada ne olup ne bittiğini birazcık anlatmış oldu. Şimdi, devam edelim bir başka sanatçıyla, Emre Koyuncuoğlu’nu dinleyelim. Belki onun da bir başka açıdan ülkemizdeki sanat ortamının ayrıntılarına gireceğini düşünebiliriz.



Emre KOYUNCUOĞLU- Teşekkürler. Şimdi ben gösteri sanatlarından ya da kendi üretim alanım olan çağdaş dans ve tiyatro alanından somut örneklerle panel konusuna yaklaşmak istiyorum. Bu sanat alanlarının ülkemizdeki gelişim, dönüşüm tarihlerine çok fazla detaylı girmek ve batılılaşma süreci içinde sahne sanatımızın tarihsel sürecini aktarmak için buradaki zamanımı kullanmak istemiyorum. Belki, uluslararası kültür politikalarından bahsederken, tarihsel süreç ve gelişimleri göz önünde bulundurmak önemli ama panelimiz Türkiye’de gerçekleştiği için, dinleyicilerimizin de çoğunun da konuyu az çok bildiğini ve buraya ortak projelerin olasılıklarını tartışmaya gelen Avrupalı misafirlerimizin de, ülkemizdeki sanatsal durum hakkında genel bir bilgileri olduğunu varsayıyorum ve böylelikle bugünü tartışmak istiyorum.

Bugünü tartışarak başlamak isteyişimin bir başka nedeni ise; genelde yurtdışında şimdiye kadar katıldığım Türk sahne sanatlarıyla ilgili panel izleyicisinin Türkiye hakkında bildiklerini düşündüğümde, kısaca çok vahim bir tablodan bahsedebilirim. Bir kaç konuyla ilgili örnek tiyatro ve sanatçılar dışında, neredeyse son beş, altı yıl öncesine kadar, Avrupa’da ülkemizdeki sahne sanatlarında ne olup bittiği hakkında gerçekten hiçbir şey bilinmiyordu. Uluslararası kültürel ilişki ve ortaklıklar konusuna gelene kadar, konuşulacak, yaşanılacak, paylaşılacak çok şey vardı. Bu, tabii bir yandan da, bizim uluslararası platformda sahne sanatları alanındaki ilişkimizin ne kadar kopuk olduğunu gösterir, tabi, ülkemizdeki diğer alanlar bu bağlamda daha farklı gelişmiş olabilirler. Ancak son 10 yıldır, bazı tiyatrolarımızın özverilerle yaptığı turneler, bağımsız sanatçıların yine büyük özverilerle yaptığı ortak çalışmaları ve yine bireysel özveri ve bir tür mucizelerle gelişen ortaklıklar, tabii ki bir de son iki yıldır, Avrupa Topluluğu’na aday ülke konumundayken Avrupa’da yapılan tanıtım festivalleri biraz olsun, çağdaş Türk tiyatrosu ya da çağdaş dans üzerine en azından sanat çevrelerinde bile oluşmuş önyargıların ötesinde, biraz da Avrupalı izleyici açısından bakıldığında onlar için şaşırtıcı olan bir tablo sunma olasılığı yaratmıştır.

Ve bu süreç içinde bile, yıllardır belki bekleyen, göz ardı edilen ilişkiler bir anda dinamik ve üretime yönelik, aynı zamanda birbirinin farklı açılardan desteğine ihtiyaç duyulan bir ilişkinin işaretlerini vermeye yetmiştir. Avrupa Topluluğu’na aday olmaya çalışan ülke sürecinde bile, ilişkilerde tarafsız, positif bir yaklaşım olduğu sürece, -ki benim için oldu- somut bir örnek olarak, benim sanatsal üretimimi olumlu etkilemiştir. Konuşmamda bende, çevremde ve belki de sahne sanatçılarında gerçekleşen ve halihazırda yaşanan değişime değinmek ve aynı zamanda da beraberinde aklımıza gelen soruları sormak istiyorum.

Uluslararası festivallerden veya organizasyonlardan davet alan veya ortak prodüksiyona gidilen gösterilerimin hepsi bağımsız projelerdi. Bağımsız proje derken şunu kasdediyorum. Projeyi tamamen kendim tasarladım, kendim yazdım, çalışacağım sanatçıları kendim seçtim ve projenin hiçbir aşamasında bir değişiklik yapmadan prodüksiyonu gerçekleştirebilmek için destek aldım. Sonuçta tamamen özgün ve düşünsel, sanatsal anlamda bağımsız bir proje çıktı. Tabii, bu tür projeler normal bir repertuar oyunu hızında ne yazık ki çıkamıyor. Kurumsal bir tiyatroda iki ayda bitirebileceğiniz oyunu, belki bağımsız olarak bir yılda gerçekleştirebiliyorsunuz. Yani oluşum aşamasında, çok fazla enerji, zaman ve emek, ayrıca maddi ve manevi destek gerekiyor. Şimdi, tabii ki özellikle bizim tiyatromuzun, ya da daha geniş ele alırsak, sahne sanatlarında Türkiye’de bağımsız sanatçılar olarak çalışanların çok büyük zorlukları var. Daha ülkemizde tanımlanmış bir kimlikleri bile yok. Avrupa’nın uluslararası kültür politikalarının sanatsal üretim sürecindeki en önemli etkisi, bağımsız sahne sanatçılarının “kendi başlarına üç-beş kişiyle eğleniyorlar ve bu onlar için zaten yeterlidir, daha fazla seyircileri de yoktur” düşüncesinin bir anlamda kırılmasını ve dikkatlerin Türkiye’de bağımsız sahne sanatçılarının işlerine çekilmesini sağlaması oldu. Sanıyorum, “Avrupa Topluluğu’na adaylığa adaylık” döneminin sonunda kültür ve sanatımızı tanıtmak için yapılan Avrupa etkinliklerine şimdiye kadar pek tanık olmadığımız çağdaş sahne sanatçıları –yine pop starların içine serpiştirilmiş olarak- çağdaş Türkiye resminin içinde yer aldılar. Belki diğer sanat dallarında daha olasıdır ama bir kaç özel tiyatro dışında, sahne sanatlarında ülkede sahne sanatı üretiminin neredeyse hepsi devlet tiyatroları ve şehir tiyatroları üretimi olarak tanımlanırken, -ticari tiyatroları sanatsal üretime hiç katmıyorum- ülkenin çağdaş sahne sanatını bağımsız çalışan ve üreten sahne sanatçıları tarafından belirlendi, tanımlanabildi. Bu değişim biraz da Avrupa kültür politikalarının farklıya, yeniye talebiyle söz konusu oldu. Çok acıklı bir şey ama söylemeden geçmeyeceğim. İlk defa, koprodüksiyonunu Belçika “Kunsten Festival des Artes” ve Almanya “Tanz im August”un yaptığı bir bağımsız işimde oyuncu ve ekipteki diğer sanatçı arkadaşlarıma emeklerinin karşılığına bütçede bir yer ayırabildim. Bunu, özellikle Belçikalı festival yöneticisi benden istedi. Herkes bir şekilde, ilk kez emeğinin karşılığını aldı. Biz bağımsız projelerde sorgusuz sualsiz gönüllülük üstünden çalışmaya o kadar alışığız ki, emeğimizin karşılığını istemek utanılacak bir şeymiş gibi davranırız, nedense. Avrupa festivallerinde çalışmak bize bunu hatırlatmıştır. Ve yaptığın işten para kazanmaya başlamak, bağımsız duruşun ve piyasada geçerliliğin de başlangıcıdır. Bu tabii aynı zamanda şu ana kadar ülkemizde örgütlenmiş, sistem oluşturmuş –her anlamda- sahne sanatları alanındaki kurum, kuruluş, dernek, vakıflardan yeni bir tanım karşısında ya da yeni bir kimliğin ortaya çıkması nedeniyle yapıların kendi sistemlerini, varoluş biçimlerini yeniden ve yeniden gözden geçirmeleri için fırsattır. Zaten talep, piyasanın yeniden düzenlenmesi demektir.

Ancak, diğer yandan, Avrupa’daki seyircinin Türk sahne sanatı dendiğinde beklentisinin Avrupa’nın kültür politikası düşüncesiyle pek yan yana durduğunu söyleyemem. Sahne sanatlarında, Avrupa’da çok köklü ve bir o kadar da sağlam yapısı olan ve belki de bu nedenle zor hareket eden, dönüşen ve belki de tutucu bile diyebileceğim bir estetik ve beklenti var. Tabi “tutuculuk” kavramını kesinlikle dar anlamıyla kullanıyorum. Bir tür “beğeni tutuculuğu” da diyebilirim. Doğu’dan, Türkiye’den gelen çağdaş sahne sanatları işlerini nereye yerleştireceklerini daha henüz bilemiyorlar, işleri kendi aralarında nasıl sınıflandıracaklarını da. Çağdaş ancak farklı bir estetikle karşı karşıya olduklarının farkındalar. Ancak halen gördükleri işi nasıl okumaları gerektiğini bilemiyorlar, daha doğrusu nasıl okumak istediklerine karar veremiyorlar. Özellikle Türkiye’den gelen işlerde, Batı estetiğinin farklı bir içerikle sunuluyor olması ve Batı’nın oluşturduğu yapıların tamamen yapısal tarafının işlerde söz konusu olması, ister istemez işlerimizin farklı okunması gerekliliğini ortaya çıkarıyor ve aynı zamanda Batı’nın önerdiği yapıda farklı bir içeriğin yerleştirilmiş olması da, olan yapıyı bir anlamda dönüştürürken, aynı zamanda alternatif bir yeni yapı öneriyor.

Tabii bu önerileri oluşturan ülkemiz sanatçıları ne yazık ki çok yalnız kalıyorlar. Karşınızda yapılar, kurumlar, destekleyen fonlar, dernekler, bu işin tarihini ve bilimi oluşturacak yetişmiş kadrolar yani, sanatçının işini yorumlayıp sanat tarihinde yerini tartışıp yerleştirecek akademik çevreler varken, siz Avrupa’da tek başınıza işinizi temsil etme durumunda kalıyorsunuz. Burada denge kurulması çok zor ancak, bu sanatçıların yani öneri oluşturan, bağımsız iş üreten, bir anlamda ülkesi adına en azından avangard olan sanatçıların ülkesi tarafından da desteklenmesi ve işinin herhalükarda bağımsız kalması çok önemli. Çünkü işin “nereye, hangi tarihe, kimlerle birlikte” yerleştirileceği de çok önemli bir nokta. Fazla kurumsallaşmaktan bahsetmiyorum ama desteğin bağımsız olabilmesi için çok ortaklı olmasından, çok ortaklığı oluşturabilecek bilinçten bahsediyorum. Ülkemiz kurumlarıyla da çok ortaklıklı işler yapmak çok önemli.

Beral MADRA- Emre Koyuncuoğlu’na teşekkür ediyoruz. Sorunları anlayabilmek için bu mikro öyküler son derece önem taşıyor. Son derece gerçekçi bilgiler aldık. Şimdi yine tiyatro alanının içinde kalarak sözü Dr. Ata Ünal’a veriyorum.



Ata ÜNAL- Merhabalar. Ben sanırım diğer konuşmacı arkadaşlarımın konuştuklarını biraz daha belki bir yere oturtabilecek şekilde, denk gelecek şekilde biraz daha kültürlerarası politika tarafına değinerek gideceğim. Avrupa’nın kültürlerarası politikalarının sanatsal yansımaları, veya kültürlerarası yaklaşımın bir kaç tane ayağından söz edilebilir. Eskiden şöyle tanımlanırdı: Avrupa’nın kültürlerarası politikalarının nedenlerinden biri olarak, Avrupa’nın sanayi toplumuyla ve modern toplumun etkisiyle çoraklaştığı ileri sürülen tinsel ortamını daha zenginleştirebilmek için Doğu’ya yönelmesi. Özellikle tiyatro alanından söz edersek, 1970’lerde Peter Brook bunun örneklerinden biridir. Peter Brook’un “Mahabharata”sı örneğin, Hindistan’dan aldığı öykülerle yaratılmıştır. Ancak bu tür bir kültürlerarasılığın sonucu, kültür sektörü için içinin boşaltılmasıyla, pazarlanabilir hale dönüştürülmesiyle sonuçlanmıştır ve hep böyle eleştiriler olagelmiştir. Bu daha çok zaten bence kültürlerarasılık değil kültürlerüstülük olarak görülebilir ve kültürü temelde kültürel bir fikir aramaya yönelir, oysa kültürel ide aramak bence anlamsızdır çünkü kültür zaten varsa bir ide ondan gelişim sürecinin ta kendisidir, dolyayısıyla temelde bu tür bir kültürarasılık kültürü reddeder. Ben bundan değil de daha çok AB’nin kültürlerarasılığı açısından -madem Avrupa’yla ilişkileri de konuşuyoruz- farklı bir yaklaşım geliştirmek istiyorum. O yüzden AB’nin -hem dünkü konuşmalarla da biraz bağlantısı olacak sanırım- yapısından yola çıkabiliriz. Birçok Avrupalının tanımında görülebileceği gibi aslında bence ortaya çıkan iki temel Avrupa tanımı var. Bunların birincisi muhafazakarlarca belirlenen, benimsenen ve dile getirilen ortak bir geçmişe dayanan bir Avrupa, diğeri ise daha çok sosyal demokratlar ve liberallerce benimsenen, ortak bir gelecek kurgusuna dayanan Avrupa. İşte bu ikinci gelecek kurgusunun içinde Türkiye’ye yer var. Bu bir diğer deyişle, ortak bir gelecek kurgusu, çeşitlilik içinde birlik, İngilizcesiyle “unity in diversity” ilkesinde dile getirilen aslında. Dolayısıyla, üzerinde konuştuğumuz, daha doğrusu dün konuşulan Avrupalı kimliği, aslında adeta yukarıdan aşağıya doğru inşa edilen siyasal ve kültürel bir kimliktir. O zaman burada amaç tarihte ortak değerler aramaktan çok, geleceği kurgulayarak aramaktır. O zaman son 30 yıla baktığımız zaman görüyoruz ki, yukarıdan aşağıya bir Avrupalı kimliği kurgusu var. Bu kimlik için çeşitlilik içinde birlik ve kültürel çeşitlilik söylemlerinin ana açılımlar olduğu bir Avrupalılık öngörülebilir. İşte bence bu, kültürlerarası politikalar ve sanatsal üretim açısından, AB’nin bu tür bir tasarlamasından sonra tam bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü bu ortak bilincin perspektifi, nedeni ile kültürlerarası politikalar için artık geçerli olan çağdaş sanat dediğimiz budur, kültürlerarası politikaların temel hedefi budur çünkü geçmişe yönelik olan, gelenekler üzerinden ortak bir gelecek kurma şansınız yok. O ancak belki ortak geçmişe dayanan Avrupalılık anlayışı için bir anlam ifade edebilir. Bunun tabii aslında sanatsal değil de, politik bir tercih olduğunu da görmek gerekir ve sanırım giderek çağdaş olan konular, özellikle bu Forum’un dinleyicilerinin genellikle çağdaş sanatlarla çalışıyor, ilgileniyor olması da bunun bir göstergesi. İşte burada sanatsal yaratı açısından bence bıçak sırtı bir durum var çünkü şöyle bir durumla karşılaştık; Türkiye’den bakıldığında Avrupa olarak görülen homojen bir yapı var, son dönemde olan araştırmalarda, özellikle Türkiye’de ve Avrupa’da yapılmış araştırmalarda, hatta Avrupa’da yaşayan azınlıklar, Türkler üzerinde yapılmış araştırmalarda somutlanmış bir şey ki, genelde buradan Avrupa’ya bakışta homojen bir Avrupa görülüyor, Avrupa’dan buraya bakışta da homojen bir Türkiye, bir Balkanlar, bir Uzak Doğu görülüyor. Bunun tabii Türk sanatçılar açısından değil, zeminde, bilgiyi oluşturan kitle açısından böyle olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Bu açıdan demin de belirttiğim gibi bu sanatsal yaratı için özellikle kültürlerarası politikalarda sadece çağdaş sanatların olmasının demin de belirttiğim gibi ilginç bir nokta olduğunu düşünüyorum. İşte kültür politikalarını belirleyen, daha doğrusu Avrupa’nın kültürlerarası politikalarını belirleyen bu ortak gelecek kurgusu üzerinden hareket ediyor ve bunun için de temel hedefi çağdaş sanatlar, diğer taraflar değil. Ama buralarda bir takım risk noktaları var. Şimdi bundan sonrasında bir şeyi vurgulamak istiyorum -demin doğrudan söz edildi ama kültürlararası politikalar açısından bence önemli- AB’nin çeşitlilik içinde birlik ilkesinden bahsettik; ben bu çeşitlilik kavramını, ehlileştirilmiş bir hak kavramı olarak görüyorum ve bu çok da politik bir kavram. Çeşitlilik içinde birlik bana çok da anlamlı gelmiyor, biraz ideolojik ya da stratejik bir tercih; çeşitlilik içinde “beraberlik” olabilir. İngilizcesi “unity” değil “togetherness” olabilir. Bir de bence çeşitlilik dediğim gibi farklılığı ehlileştirmek için bir yol, önemli olan Serra Yılmaz’ın da dün belirttiği gibi, farklılığa saygıdır. Hatta bugün sanırım “Love difference” vardı, çok güzel ama bence biraz da karşı durduğu şeyler kadar empoze edici, çünkü farklılığı sevmek zorunda değiliz, her şeyi sevmek zorunda değiliz ama farklılığa da saygı göstermek zorundayız. Onun için o kültürlerarası politikaların belirlenmesinde çeşitlilik içinde birlik ve farklılığa saygı olması gerektiğini düşünüyorum.
Bundan sonrası için kısaca başlıklar halinde vereceğim, son konuşmacı olduğum için çok uzatmak istemiyorum, daha sonra sorular gelirse değinirim.
Kültürlerarasılık adına sanat eserlerinde ortaya çıkan biçimler; sanırım bu aynı zamanda Hanan ve bir bakıma Pascal’ın da bahsettiği şeyler, sanat eserlerinin yaratım sürecinde ortaya çıkan klişeleşme, tekdüzelik, birörneklik, aynı imgenin tekrarı ya da varyasyonlarının sürekli olarak yapılması.
İkincisi bence kültürlerarasılık için şunu göz önünde bulundurmak gerekir ki, eşit olmayan tüm karşılaşmalar ve işbirlikleri, her türlü olanakları ve araçları nedeniyle her zaman güçsüzün aleyhinedir. O yüzden işbirliğinin değişkenlerini çok iyi seçmek gerekir. Hatta belki AB’nin, Avrupa Komisyonu’nun programlarının, fonlarının daha esnek olmasını istiyoruz diyenler için de aynı şey geçerli. Her ülke için, her işbirliği için bu işbirliği parametreleri farklı olarak yeniden belirlenmelidir, tamamen belirli kurallara bağlanmak yerine, bu da bence kültürlerarası politikanın sanatsal yaratıya etkilerinden biri. Kaldı ki bu tür bir etkileşim çok daha farklı bir kültür emperyalizmini de beraberinde getirme riskini taşıyor; özellikle sanatsal açıdan, başkalarının imgelemine ya da klişeleşmiş imgeleme gönüllü olarak teslimiyet gibi ya da gönüllü olarak onun kabulü gibi. Ayrıca yine gördüğüm bir risk ve sanırım gözlediğim de bir durum olduğunu düşünüyorum; kültürlerarasılık başkalarının saygısını ve olurunu kazanmak için kendinden gönüllü olarak vazgeçme aracına dönüşmemelidir. Bunları açmıyorum. Bu, aynı zamanda benim “içimizdeki oryantalist” dediğim olguyla da biraz ilgili. Türkiye gibi, eğitim sisteminde ve tarihinde kritik kırılma noktaları olan ülkelerde eşit şartlarda olmayan kültürel alışveriş durumunda hep ortaya çıkar. Başkasının beğenisini içselleştirerek kendine bakmak, sanatsal olarak ve sanatsal açıdan bence “içimizdeki oryantalist” olarak nitelenebilir.

Diğer riskler -genelde hep risklerden bahsediyorum ama- kültürel ilişkilerde özellikle Avrupa’nın kültürlerarası politikaları bağlamında, belli sanat dallarında, özellikle benim kendi gözlemim açısından gösteri sanatlarında ve tiyatroda, kültürlerarası kabul adına, dilin o sanat alanından silinmeye başlaması ya da yok edilmesi çünkü dil zor anlaşılan bir şey, karşılıklı iletişimde onun için daha çok görselliğe dayanmak gibi bir şey var. Bu bir çeşit dayatmayla görselliğe kayılması yani sanatsal yaratının kendini görsellik olarak dayatmasından çok, dili o sanatsal yaratıdan ayıklama eğilimi. Kaldı ki şunu düşünmek lazım, dil sadece kültürün bir iletim aracı ya da taşıyıcısı değil, bizzat o kültürün yaratıldığı en önemli mecralardan ya da en önemli ortamlardan biridir. Üstelik dil salt kavrama yönelik sözcüklerden değil, işitsel ve görsel birçok imgeyi tetiklemesi nedeniyle de aslında sanatsal yaratı açısından çok önemlidir.

Bir de, kültürlerarası politikaların bireyi es geçtiğini düşünüyorum, belli sanat dallarını es geçtiğini düşünüyorum. Örgütlenmemiş ya da uluslararası ağlar içinde yer almayan belli sanatçıları, kültür alanı içinde olan ama kültür sektörü içinde yer almayan belli sanatçıların yaratılarını kültür sektörünün kendi standartlaştırmalarına göre formatlamaya çalıştığını, içkin olarak, düşünüyorum. Şimdilik bu kadar. Teşekkür ederim.

Beral MADRA- Ata Ünal’a teşekkür ederiz. Özellikle çağdaş sanatı çok iyi bir şekilde konumlandırdı yani bütün kültür politikası tabii ki çağdaş sanat üstünden gelişiyor. Türkiye ne kadar geleneksel sanatlarını Avrupa’da tanıtmak için milyonlar dökse, pek fazla bir şey elde edilemeyecek galiba. Gene Ata’nın belirttiği işte emperyalizm, oryantalizm gibi kavramlar da o işin içine çok uyuyor. O yüzden, bu gerçeğin Ankara’dakilerin kulağına gitmesi çok iyi olur tabii. Yani bu iş çağdaş sanat üstünden, çağdaş disiplinlerarası sanat, eleştirel düşüncenin çağdaş sanatla ifadesi üstünden gerçekleşiyor. Teşekkür ederiz Ata.

Ata ÜNAL- Bir şek eklemek istiyorum. Çağdaş sanat üzerinden gerçekleşiyor ama orada da bir risk barındırdığını...

Beral MADRA- Riskleri çok iyi belirttiniz; klişeleşme, eşit olmayan işbirlikleri, sanatçıların kullanılması… Dil tabii çok önemli tiyatroda sözünü ettiğiniz gibi.

Şimdi burada bir haber geldi: Konser Gösteri Salonu’nda saat 13:30’da. Saat 11:00’de başladık, yani bir 40 dakikamız daha var sanırım. Ben de bu durumda kendime izin vermiştim ya başında, şimdi size o konuşmayı yapmak istiyorum. Ayrıca da hem dünkü hem de bugünkü, iki gündür yapılan konuşmaları tamamlayıcı bir konuşma olduğunu düşünüyorum. Biraz da özet gibi yani öğleden sonraya da biraz hazırlık gibi olabilir bu konuşma diye düşünüyorum. Tamamen bu konuya bağlı kalıyorum.

Biliyoruz ki Türkiye’de AB’nin etkileri 90’lardan beri var. Bu bireysel düzeyde başladı ve zaman içinde kurumsal düzeye geldi. Tabii küresel ekonomi ve politika ile de kültür, Türkiye’de bir bağımsızlık, otonomi kazandı ve ağırlıklı olarak da özel sektör tarafından destekleniyor. Aynı anda, yani gene 90’larda İstanbul’daki çağdaş sanat üretimleriyle Ankara’daki kültür politikası arasında da bir kopma gerçekleşti ve İstanbul sanat ortamı yüzünü Avrupa’ya çevirdi diyebiliriz. Burada itiraf etmek gerekir ki, bu tek yönlü bir ilişkiydi başlangıçta. Belki şimdi daha iki yönlü oluyor yani en azından şu salonda biz şimdi iki yönlü bir alışveriş içindeyiz. Ama sürekli olarak alıcıyız biz yani daha henüz bir şey vermiyoruz.

Benim düşünceme göre, Avrupa ve Türkiye arasındaki şu andaki ilişki oldukça pragmatik ve tam anlamıyla bir inanç yani commitment içermiyor. Kültür biraz kullanılıyor. İzin verirseniz kötü kullanılıyor diyeyim burada. Yani şöyle bir şey: Hem devlet, hem yerel yönetimler, hem de özel sektör Avrupa’ya girme amacı için kültürü kullanmaktalar. Ve burada kültür aktörlerini şu anda son derece zayıf görüyorum. Bunu çelişkili, karmaşık ve biraz da kopuk diye nitelendirmek zorunda kalıyorum çünkü Türkiye’deki kültür sanayi henüz karşımızdaki kültür sanayine yanıt verecek durumda değil. Tabii Avrupa’dan çok büyük yardım geliyor, özel sektör çok büyük destek veriyor fakat merkezi ve yerel yönetimlerden henüz böyle bir destek yok. Avrupa kurumları bizi programlarına alıyor, vakıflar programlarına alıyor, özel sektör de bunun çok bilincinde olarak sanatı tamamen tanıtım aracı olarak kullanıyor. Ama çok açık söyleyeyim, merkezden ve yerel yönetimlerden hiçbir yanıt, hiçbir tepki, hiçbir eylem görmüyoruz. Halka açık fonlara ulaşmakta son derece güçlük çekiyoruz. Durumumuz böyle.

Önemli bir durum yaşamaktayız şu anda, en azından kültür aktörlerinin ya da aydınların bakış açılarının biraz değişmesi gerekiyor. Avrupa önce Doğu Avrupa’da, sonra Balkanlar’da sistemini kabul ettirmeye başladı ve bu daha henüz oralarda tamamlanmamış sistem birdenbire Türkiye’nin üstüne geldi. Ama Türkiye başka bir işlev taşımaya başladı; bir geliştirme alanı olarak kullanılıyor. Yani Türkiye’den Güney Kafkasya yakın ve Ortadoğu’ya bir genişleme söz konusu. Bu nedenle, burada çok altını çizmek istiyorum: İstanbul artık lütfen bir sınır ya da köprü olarak nitelendirilmesin. Biz bunu çok yaşadık. Bütün bienallerde bu şehir “köprü” dendi ama artık değil. Burada İstanbul’un çok karmaşık bir aracı durumu var, köprü olarak nitelendirmek çok zor. Yani daha doğuya gitmek için bir alan oluşturuyor.

Burada, bu karmaşıklık da hem amblematik, hem karizmatik bir karmaşıklık ama aynı zamanda da tuhaf biçimde hem Avrupa’ya, hem Anadolu’ya, hem doğuya uzak. Yani İstanbul kendini çok kendi başına hissediyor. Çok hoşgörü görmüş şımarık bir ortamı var ve mikro politikaların egemenliğinde. Bunlar makro politikaları yaratıyor. Bu kimlik bence sürekli bir füzyon ve confusion yani tam onun tersi bir durum. Yani sınır, Avrupa’nın sınırı Türkiye’nin doğusuna kaymıştır artık. Ve oradan şöyle bir durum söz konusu: İstanbul’a çok benzeyen kentler var doğu sınırında; Tiflis, Bakü, Tahran, Şam, Beyrut, Amman, Kahire, Tel Aviv vesaire. Onlar da amblematik, karizmatik ve değişim içinde kentler. Biraz abartıyorum belki ama, neredeyse İstanbul yakında bu kentlerin temsilcisi olacak gibi. Ama buradaki sorun şu: Bu kentlerde modernlik “false appearence-shine modernity” demek istedim ve çok kopuktu. Postmodernlik de postkolonyalizm ve post-Sovyet dönemin arkasından geldi. Globalizm de büyük bir fırtına estirdi bu kentlerde. Bu tarih ve gelenek yüklü kentler unutmayalım ki refah ve demokrasi kentleri değil ve buradaki kentlerin durumu aslında Avrupa’nın bütün bakışını, yani Avrupa dışındaki ülkelere bakışını simgeliyor.

Ben diyorum ki İstanbul’un yeni bir işlevi var. Bu işlev şudur: Önce Türkiye’de ağını kurmak çünkü demin de söylediğim gibi İstanbul’un Türkiye’yle kopukluğu var. Ondan sonra da doğudaki bütün bu büyük alanla ilişkisini, ağını geliştirmek. Ancak o zaman Avrupa’yla gerçek anlamda bir ilişki doğabilir. Ben de küratör olarak, bunun bilincinde olan sanatçıların peşinde koşmaktayım.

Çok yakın zamanda, geçen hafta Diyarbakır’da bir sergi açtık. Sergideki sanatçılar bu şehirlerden geldiler ve Diyarbakır bunlar için bir merkez olabilir diye düşünüyorum çünkü Ortadoğu’ya ve Kafkaslar’a çok yakın bir yer. Düşüncelerine çok saygı duyduğum Hanan bana dedi ki, “Bu bölgede insanlar uçağa binmeden otobüsle ya da otomobille hareket edebiliyorlar” ki bu çok önemli bir şey diye düşünüyorum. Nitekim Tiflis’ten gelen sanatçı otobüsle geldi ve bütün Anadolu’yu, Doğu Anadolu’yu görerek geldi. Bu sergi hakkında www.diyarbakirsanatmerkezi.org ’da bilgi bulabilirsiniz.


Biliyorsunuz Diyarbakır’ın Ulu Camii burada, burası da Ata’nın da bahsettiği, daha önce de bahsedilen bu “çeşitlilik içinde birlik” yaratılmaya çalışılan bir kent şu anda. Bazı işlerden de görüntüler gösteriyorum. İşte bir Avrupa haritasının dikilmesi. Güney Kıbrıs’tan gelen sanatçı insanlara bunu yaptırmaya çalıştı ve herkes de çok ilgilendi. Ama Türkiye’de dikmediler, kestiler haritaları, sanatçı da çok şaşırdı. Bu işlerden bir tanesiydi. Bu, DSM’nin iç görünümü. Burada da Şam’dan gelen sanatçının bir işiyle Türkiye’den Ali Aksakal’ın işini görüyorsunuz. Bu da Erivan’dan gelen Ruben Arevshatian’ın Diyarbakır’da gerçekleştirdiği heykel. Teşekkür ederim bana da bu izni verdiğiniz için. Şimdi, lütfen sorularınızı alalım.

Bir izleyici- Merhaba ben Beral Hanım’a soracağım. Benim adım Dilek. Diyarbakır’daki o serginin izleyiciyle buluşması nasıldı? Yani ne kadar izleyici geliyor? Ve gerçekten bir şey hissediyorlar mı o sergide? Serginin amacını hissedebiliyorlar mı?

Beral MADRA- DSM biliyorsunuz dördüncü yılını dolduracak Eylül ayında. Burada çok önemli bir izleyici kitlesi var yani bu masada biraz önce sözü edilen bu izleyici sorununun bu dört yılda aşıldığını düşünüyorum çünkü insanlar sanat ve kültür yoluyla dünyaya açılabileceklerinin ya da geçirdikleri travmayı bu yolla iyileştireceklerinin son derece bilincindeler.

Filippo FABRICCA- İlk katılım hakkında bir yorum yapmak istiyorum. Çeşitlilik, diyalog ve bunun gibi proje isimleri hakkındaki görüşünüze tamamıyla katılıyorum. Komşuların birbirleriyle olan ilişkilerinden bahsediyordunuz ve bunun önemli olduğunu düşünüyorum çünkü normalde çeşitlilik hakkındaki projelerde yeni ilişkiler arayışında olmanız gerekir ve komşular ya es geçiliyor ya da unutuluyor ve ilişkinin başka boyutları araştırılıyor. Bunun bir örneği İspanya’da Katalanlar ve İspanyollar arasındadır. Birçok kültürlerarası ya da çokkültürlü proje İspanyolların o ülkenin insanları olduğunu unutmakta. Yani kültürlerarası özelliklerine rağmen İspanyollar es geçilebiliyor. Bask bölgesindeki Katalanya’nın bir parçasının içinde. Sonra da kendimizi yeni bir etnik milliyetçilik hakkında savlar sunan kültürlerarası çalışmalar veya projelerin içinde buluyoruz. Dolayısıyla Birliğin ya da UNESCO’nun birçok projesinde komşular arası çalışmaların gözardı edildiğine katılıyorum.

Seyirciler hakkındaki ikinci katılım içinse, kültürel alanda akademik ve sosyal alanlarla beraber çalışılmasını salık vereceğim. İnanıyorum ki akademik alanlarda çalışanların çok güzel fikirleri var ama çoğunlukla bu fikirler bir kitap haline dönüştürülüp tozlu raflarda ömür tüketiyor ve yapılanlar hakkında kimsenin bir bilgisi olmuyor. Normalde, akademisyenlerin sosyal alandaki geribeslemeleri araştırmaya çalıştığını düşünüyorum. Sanatsal, kültürel alan ile akademik çevreler arasındaki işbirliğinin çok ilginç olabileceği görüşündeyim, çünkü akademik alan, sosyal alana ulaşabilmek için yaratıcılığa gereksinim duyuyor. Örneğin, Belçika’da okullarda çalışan Faslı bir aktörün yaptığı işleri biliyorum ve bu sanırım ki öğleden sonra konu edilecek. Kültürlerarası eğitimde öğretmenler ve akademisyenlerden çok daha fazla şeye ulaşılabilmesi ilgi çekici. Çağdaşlık hakkındaki son yoruma da tamamıyla katılıyorum. Bence Birlik bir yandan çeşitlilik hakkında konuşurken öte yandan bu çeşitliliğe bazı koşullar getirmeye çalışıyor. Bu da bir ikileme, bir muğlaklığa yol açıyor. Teşekkürler.

Beral MADRA- Teşekkürler Filippo.

Aliye KURUMLU- Merhaba ben Platform 0090 Belçika’dan katılıyorum toplantıya. Aynı zamanda tiyatroyla da uğraşıyorum. Ben aslında kısa bir bilgi vermek istiyorum, daha çok Emre’nin söylediği problemler üzerine. Biz bu problemleri çok yaşıyoruz Avrupa’da ve Platform olarak şöyle bir karar verdik: Biz konuşmanın yerine görsellikle sanatçılarımızı tanıtabilirsek belki daha effective bir şekilde -bu işi halletmek zaten çok uzun bir süreç- halletmek değil belki ama probleme bir parça çözüm üretebiliriz diye düşündük. Ve önümüzdeki Şubat 2006’da bir program yapmaya karar verdik: Türkiye’de yapılan ya da Türkiye ile ilgili yapılan genç, deneysel çalışmaları Belçika’da bir günlük program olarak sunmayı düşünüyoruz ve bu programda da belki tüm bir çalışma değil ama çalışmaların küçük parçalarını sunmayı düşünüyoruz. Amacımız Avrupalı sanatçılara ve Avrupa’daki kültür organizasyonlarının programcılarına ulaşıp bunları bir gün içinde onlara göstermek. Teşekkür ederim.

Mesut ARSLAN – Benim sorum Bay Brunet’ye. İşin ilginci Belçika’dan geliyorum, 0090 Festivali. Bu da Belçika’yı biraz daha ilginç kılıyor çünkü 2-3 gündür konuştuğum insanlar, burada konuşan insanlar Belçika’nın özellikle son yıllarda Türkiye’yle kültür, sanat ve güncel sanat anlamında iyi bir alışverişte bulunduğunu gösteriyor. Bu, bence ilginç bir nokta. Benim bir sorum var. İpek Hanım’ın antik zamanında hocasının ona söylediği gibi, Emre’nin karşılaştığı sorun gibi biz de sorunlarla karşılaşıyoruz. Ben hem tiyatroyla uğraşıyorum hem de 0090 Festivali’ni Aliye ve Murat’la beraber yapıyoruz. Üstelik Flaman Tiyatro Enstitüsü’nün uluslararası, Belçika, Hollanda ve Türkiye arasında sanatçı alışverişi projesinin ilk adımı olarak bu toplantılara katılmış bulunuyorum. Söylemek istediğim ve sormak istediğim bir şey var, özellikle Brunet’ye. Bizler ne Türk olduğumuz için, ne şu olduğumuz için, ne de bu işlerden bir şeyler kazanmak istediğimiz için bir şeyleri yapmaya çalışıyoruz. Dünkü gördüğümüz gösteriler, bugün göreceğimiz gösteriler, sanatçılar için aslında bu toplantılar yapılıyor. Sizler orada oturuyorsunuz, bizler buradayız. Yani bunun başka bir şeyi yok. Ve sanatın da bence ne dini, ne kültürü, işte Avrupa kültürü, şu kültürü, bu kültürü, bu yok. Fakat sorun, bir naiflik, naif refleks var. Eğer bir Türk sanatçısı veya Türkiye kökenli bir sanatçı Avrupa’da bir şey yapmaya kalkıyorsa o insanlar çok rahat “Hımmm, etrafta yeteri kadar Türk var mı?” diye düşünüyorlar, bunu soruyorlar ki sanatçının sadece o Türk’e değil, Avrupalı insana da sanat yapabilme kapasitesi zaten vardı ve şu anda da bu kapasite açıldı. Bay Brunet’ye soracağım soru şu: Avrupa bu konuda neler yapıyor? Mesela örnek vereyim M. Brunet; Belçika’da bizim tartışmalarımız sonucunda komisyonlarda, yani para dağıtan, subsidy, fon dağıtan komisyonlarda yavaş yavaş da olsa yabancı kökenli insanların, sanatçıların veya koordinatörlerin olduğunu görüyoruz. Acaba Avrupa’nın bu konuda gerçekten bilinçli olarak bir yatırımı, çalışması var mı? Teşekkürler.

Pascal BRUNET- Sanırım kültür hakkında konuşurken, karmaşıklık hakkında da konuşmamız gerekir. Aynı şekilde Avrupa hakkında konuştuğumuzda, yine karmaşıklıktan bahsetmeliyiz. Dolayısıyla Avrupa’daki kültür bahsi çok karmaşık bir konudur. Sabit kimlikli bir Avrupa’dan söz etmek çok zordur. Birçok farklı akımlar var, bazen bir yerlerde bir ana akım var, bazen başka akımlar var. Avrupa’nın değişik ülkelerinde de bu tür farklı akımlara rastlıyorsunuz. Bence toplumdan bahsedebilir ve toplumun hedefinin ne olduğu konusunu bundan ayırmaya çalışabiliriz. Aynı zamanda da toplumun isteklerini bu resmin içine yerleştirmemiz gerekir ki bu zamanda bunu Avrupa’da yapabilmek de fazlasıyla karışık bir konu. Belki de gelecek referandum hakkında bazı konuşmalar, müzakereleri dinler ve Fransa’daki akımların şu an için ne kadar karışık olduğunu görebilirsiniz.

Sorunuza gelince, bence Avrupa’da bir kültür politikasından bahsetmemiz imkansız. Belki farklı projelerden konuşabiliriz, kimi projeler belli bir yönde de ilerleyebilir, bazıları bambaşka şeyler anlatıyor da olabilir. Sonuçta karşılaştığımız fotoğraf çok karışık olacaktır. Bu sayede şimdilerde yeni politikaların, komşuluk politikalarının ortaya çıktığını görebiliriz. Bu yeni politika hakkında en çok tartışılan noktalardan biri, kültürün bu politikanın bir parçası olup olmayacağını bilmememiz. Önemli bir soru bu, çünkü Avrupa’nın kuzey-kuzeydoğusundaki yeni sınırına baktığınızda, bu yeni sınırın kuzeydeki birçok sanatsal dolaşımı engellediği görülmekte. Moldavya’da, Beyaz Rusya’da, kuzeydoğu ülkelerinde bütün sanatsal yaşam uzunca bir süre farklı, zengin ülkelerle ilişkili, bağlantılı olarak inşa edilmişti. Bu yeni politikanın ve sınırın ortaya çıkışı birçok önemli soruyu da beraberinde getiriyor. Bu eski Avrupa’yı tamamıyla kapatılmış olarak nasıl düşünebiliriz? Birçok sanatsal dolaşıma karşı güçlü bir sınır olduğunu nasıl hayal edebiliriz? Bütün bu sorular aklımızda ve kesin cevaplar vermek de çok zor. Bu durum içerisinde de birçok insan, bazı hükümetler, sivil toplum politikadan çok projeler için bastırmaktadırlar. Bütün cevaplayabileceğim bu kadar...

Beral MADRA- Hanan’a bir söz veriyorum ve sonra da oturumu bitirmek istiyorum.

Hanan KASSAB-HASSAN- Sadece Avrupa politikası hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Biliyoruz ki, Avrupa sübvansiyonunun bir kısmı Avrupa vatandaşlarının cebinden çıkıyor ve sadece meraklarından, diğer insanlar ve onların kültürleri hakkında bilgi sahibi olmak için para ödemek istemiyorlar. Vergi veriyorlar ve bu vergilerin bir kısmı kültür için ayırılıyor çünkü kültür vasıtasıyla bazı bölgelerdeki şiddet durdurulabilir, bazı bölgelerde yeni kimliklerin gelişmesi teşvik edilebilir. Akdenizli kimliğinden bahsettiğimizde, bazı ülkelerdeki milliyetçi kimliklere karşı durabilmek için bir yol olarak kullanılabilir, en azından benim ülkem için durum böyle. Dolayısıyla Avrupa’yı sömürülecek altın madeni olarak görmek istemiyoruz, onun yerine iki ortak arasında eşitliğe bağlı bir ilişki kurabilir, bazı ülkeler ve bu ülkelerin sanatçılarının yeni ve taze vizyonundan ve başkalarının da merakından faydalanabiliriz. Bu yüzden de çok para gerektirmeyen veya büyük bütçelere mal olmayacak çok farklı ilişkiler kurmaktan bahsediyordum. Bu da her zaman için çok kötü şartlarda çalışmamız gerektiği anlamına gelmez elbette. Özellikle gösteri sanatları için biraz paraya ihtiyacımız var. Biliyorsunuz ki bütçesiz bir şey yapamazsınız. Yalnız başınıza resim yapabilirsiniz, müzik üretebilirsiniz fakat bir gösteriyi parasız yapamazsınız. Ayrıca gösteriyi farklı ülkelerde de sunmak istediğinizde bir sübvansiyona ihtiyaç duyarsınız, ben de bunu yaratabilmek için ihtiyacımız olan yeni kriterlerden bahsediyorum. Teşekkür ederim.

Beral MADRA- Toplantıya burada nokta koyuyorum. Bu Pazar sabahı erkenden buraya gelen herkese çok teşekkür etmek istiyorum.

Hiç yorum yok: