7 Kasım 2007 Çarşamba
Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - I”
Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - I”
Moderatör: Prof. Tülin BUMİN, Siyaset Felsefecisi, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi, Türkiye
Prof. Nilüfer NARLI- Sosyolog, Kadir Has Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanı, Türkiye
Dr. Oruç ARUOBA- Felsefeci, yazar, şair, Türkiye
Dr. Erwin LUCIUS- Konsolos, Eski Avusturya Kültür Ataşesi, Türkiye
David BARCHARD- Cornucopia dergisi yazarı, İngiltere
Tülin BUMİN- Ben Avrupa Kültür Derneği’ni geçen yılki etkinlikler çerçevesinde tanıdım. Bende çok anlamlı ve yerinde etkinlikler yaptıkları yönünde bir kanaat oluştu ve bu sene de onlar arasında bulunmaktan mutluyum. Şimdi isterseniz konuşmacıları tanıtayım. Moderatör olarak ilk sahneye çıkışım olduğunu da belirteyim. David Barchard şu anda Cornucopia’nın yazarlarından, eski Financial Times yazarı. Kendisi İngiltere’nin yegane Türkiye uzmanlarından, Türkiye-Avrupa ilişkileri üzerine akademik araştırmaları var. Eserleri hakkında da biraz bilgi verebilirim: 1821’den beri Türkiye’ye İngiltere’nin bakışı üzerine yapılmış bir çalışmayla meşgul. Türkiye’yi de ilgilendiren birçok eseri var. Sosyolog Nilüfer Narlı, Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı. Ele alacağı konu da “Türk kültürü ve Avrupa” başlığını taşıyor. Solumda Dr. Erwin Lucius Eski Avusturya Kültür Ataşesi, fakat Avusturyalılık kadar Türkiye’ye de yakın durumda, çünkü çok uzun yıllar Türkiye’de kalmış. En son yine Kültür Ofisi’nden ve Ankara’daki Avusturya Büyükelçiliği’nin Kültür ve Basın Müşavirliği’nden emekli olmuş ve bu alandaki çalışmalarını Viyana-İstanbul arasında serbest olarak sürdürüyor. Oruç Aruoba, felsefeci, yazar, şair, pek çok öğrenci yetiştirmiş bir hoca ve devam eden kendi başına bir üniversite. Üniversiteden bir zamanlar kızıp ayrıldığından beri de herhalde bu işi serbest teşebbüs olarak sürdürüyor öyle değil mi? Evet isterseniz programda olduğu gibi, bu sırayı izleyelim.
Nilüfer NARLI- Türk Kültürü ve Avrupa – Çeşitlilikte Uyum
Anadolu kültürünün temel özelliği çeşitlilikte uyumdur. Anadolu kültürü, tarihin gelişimi içinde birçok kültürel ve dini ögenin karışarak oluşturduğu bir mozaiktir. Bir çok kültürün yurdu olan Türkiye, dekorundaki bütün bu parlak çağlara ve dönemlere ait etkileyici tarihi kalıntıları ve anıtları ile birçok medeniyetin beşiği olmuştur. M.Ö. 6500’lü yıllardan bu yana birçok kabileye ve ulusa yuva olmuştur: Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Urartular, Likyalılar, Lidyalılar, İyonyalılar, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar. Her biri Türkiye’nin tarihine katkıda bulunmuş ve kültürünü zenginleştirmiştir.
Türk dini kültürü de zengin ve çeşitlidir. Türkler, 8.yy’da şamanlıktan İslamiyet’e geçmiş ve 10.yy’da Müslüman olmuşlardır. Bazı şaman adetleri halk İslamının içinde korunmuştur – İslami inançların ve değerlerin bütünlüğü yüzyıllık İslami ve İslam öncesi Türk geleneksel inançları ve adetleri ile karışmıştır-. Selçuklular ve Osmanlılar, tutucu Müslümanlar olmak yerine, dini farklılıklara özgürlük tanımışlardır, ki bu da tasavvuf ve gizemci geleneklerin el üstünde tutulmasını sağlamıştır. Ayrıca bu Osmanlı’da mevcut diğer dini grupların ve tarikatların barış içinde var olabildiği bir ortamın oluşmasına yardımcı olan hoşgörüyü teşvik etmiştir.
Türk gizemciler farkındalığı, yani kendini ve diğerlerini bilmeyi ve Tanrı sevgisini, dışsal tapınma tuzağından önde görürler. Bu topluma uymayan ve farklı inançları taşıyanların hoşgörüsü ve ilahi aşkı ifade etme ve yaşama üzerine yapılan vurgu ile; şiir, müzik ve edebiyat bu gizemci hareketlerin içinde yeşermiştir. Mevlana Celalettin Rumi (1207-1273) tarafından kurulan Mevlevi tarikatı ve 13.yy’da Hacı Bektaş Veli (1209-1271) tarafından kurulan Bektaşi hareketi, tutucu olmayan ve Tanrı sevgisini ve insanın değerini öğütleyen İslam anlayışına örneklerdir. Şiirlerinde insancıllık ve hür bilinç konularını ele alarak tutucu kalıplardan ayrılan Yunus Emre (ölüm 1320 civarı) de, hoşgörülü dini geleneğin bir başka örneğidir
Kültürel ve dini çeşitlilik 15.yy’dan beri Avrupa’nın coğrafi ve politik sistemi ile etkileşime girerek büyümüştür. Hıristiyan Batı ile sürekli çatışmalara rağmen, Osmanlı Padişahları Batı’dan kültürel alışverişi cesaretlendirmekte tereddüt etmemişlerdir. Etkileşim içinde oldukarı kültürlerin “yabancılığı”ndan çekinmemişlerdir zira Osmanlı Devleti’nin politik kültürü de çeşitli kaynakların karışımıdır. Osmanlı Devleti her ne kadar görünüşte İslam temelinde kurulmuşsa da, felsefi temelleri İslami olmayan ögeler barındırmaktaydı. İleri gelen tarihçilere göre, Osmanlı Devleti İslamiyet öncesi Türk geleneklerini, Perslerin siyasetname geleneğini ve ortaçağ İslam politik felsefesini, sosyal tatmin, büroktarikleşme ve insan tarafından konulan yasaların (kanun) geniş kabulüne dayanan Sünni politik meşruluk teorilerinden bariz bir şekilde ayrılan imparatorluğa ait bir kural tekniğiyle birleştirmiştir.1 İmparatorluk, kendini sadece İslami bir devlet olarak görmediğini, aynı zamanda hem İslami hem de Doğu Roma Devlet geleneklerinin politik mirasçısı olduğunu ileri sürerken, Doğu Roma kültürel ögeleri de Osmanlı’nın politik kültürüne yeni malzemeler eklemiştir.
Dini ve politik kültürdeki çeşitlilik, birçok farklı dini grubun barış içinde bir arada yaşamasının ve kendi inançlarına göre hareket edebilmesinin mümkün olduğu bir ortam sağlamıştır. Başkasının inancına, insani onuruna ve özgürlüğüne saygı duymak, bütün dini gruplar tarafından paylaşılan erdemlerdi.
Bu zengin kültürel ve dini çeşitlilik, Türkiye’yi Avrupa’nın kültürel değerlerinin ayrılmaz parçalarından birisi haline getirdi. Bu, daha sonra demokrasi ve otoriter yönetimler arasındaki gidiş gelişlerin getirdiği zorluklara rağmen, insan ve kadın haklarının saygı gördüğü laik cumhuriyetin doğmasına yol açacak demokratik değerlerin ve reformist fikirlerin beslenebileceği verimli bir ortamı yaratmıştır. Her şeye rağmen kadınlar gelişmiştir ve bu gelişimle birlikte çatışmaların çözülmesine, barış dolu bir kültürün yaratılmasına ve dinlerarası diyalogların gelişmesine katkıda bulunmaya başlamışlardır. Kadınlar diğerlerinin gelişimine katkıda bulunabilecekleri bu noktaya gelebilmek için uzun bir yol yürümüştür.
Batı ile Kültürel Etkileşim
Türkiye olmadan bir “Avrupa tarihi” olur muydu? Bazıları Türkiye’nin Avrupa’da olduğunu ama Avrupa’dan olmadığını savunmakta. Yine de modern Türkiye, Avrupa’yı şekillendiren Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının mirasçısıdır.
“Hasta Adam” olarak bile olsa Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın kalbindeki tarihi yeri açıktır. Tarihsel sosyoloji bu anlamda diplomasiyi doğrular. Osmanlılar Konstantinapolis’i fethederek Bizans’ı Avrupa’dan almamışlardır. Bu fetihin gerçekleşmesinde Yunanlıların desteğini almış, Hıristiyan ve Yahudi elit kesiminin güç yapısı içinde yer almasını sağlamış, İber Yarımadası’ndan kovulan Sefaradları koruması altına almış, yeni topraklarını idare etmek için Ortodoks kilisesinin yardımına başvurmuştur.
Kültürel olarak Türkiye, Doğu İmparatorluğu’nun bütün mirasını üstlenmiştir, müziği ve mutfağı Yeni Bizans’tan büyük ölçüde etkilenmiştir. Ayrıca politik kültürü de özünde Avrupalıdır.
Böyle bir Avrupalı Osmanlı geçmişi neden uzun bir süredir Avrupa’nın bir parçası olma dürtüsünün var olduğunu açıklar. Reform (Tanzimat) ve 18.yy sonlarındaki modernizasyon hareketleri bunun gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Avrupa’nın bir parçası olmak konusundaki ısrar, misyonu Türk halkını çağdaş medeniyet seviyesine –bu seviye Batı’nınki olarak tanımlanmıştır- ulaştırmak olan Atatürk’ün devrimleri ile birlikte artmıştır. Tarihe ve Türk toplumunun İslami doğasına rağmen yeni devleti modern Türkiye’nin de Avrupa medeniyetine doğru akabilecek şekilde biçimlendirmesi Atatürk’ün fevkalade girişimidir. Amaçlar; memleket bütünlüğü ve tam egemenlik temelinde ulusal güvenlik, toplumun modernizasyonu ve politik sistemin demokratikleşmesiydi. Batı’ya doğru yönelme son dönem Osmanlı politikasının bilinçli devamıydı.2 Bu Batı’ya bir tür romantik bağlanmaya dayandırılmamıştı. Atatürk ve arkadaşları profesyonel hayatlarını Osmanlı Devleti’ni, sonrasında da Cumhuriyeti Batı’nın açgözlülüğüne karşı savunmaya adamışlardır. Bu, Batı’nın başarıyı temsil ettiği ve Türkiye’nin sadece bu standartları yakaladığı zaman eşit olarak kabul göreceği gerçeğine dayanan pratik bir karardı. Önceleri Batılılaşma yönelimi kabul görme ve modernleşme kazanmak için felsefi ve teknik temelde kalmıştır, fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu ilişki güçlü güvenlik ve askeri boyutlara da taşınmıştır.
Batı ile ortak güvenlik sorunlarının fark edilmesi Türkiye’yi 1952 yılında NATO’ya üye olmaya teşvik etmiştir. Türkiye aynı zamanda Batı ile olan ilişkilerinin sadece güvenlik amaçlı bir ilişkiden daha öteye gidebilecek şekilde geliştirilmesi gerektiğinin farkına vardı. 31 Temmuz 1959’da Avrupa Ekomik Topluluğu’na (AET) ortak olmak için başvurmasının sebebi budur. 12 Eylül 1963’te Türkiye, AET ile kendisini Gümrük Birliği’ne alan bir ortaklık ilişkisine dayanan Ankara Anlaşması’nı imzalamıştır. Türkiye Avrupa Topluluğu’nun ortak üyesi olmuştur. Anlaşmanın 28. maddesi ileride tam üyeliği öngörüyordu. Sonrasında 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye aday ülke olmuştur. Bunu takiben 17 Aralık 2004’te Avrupa Birliği Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlamıştır.
Son beş yıl içerisinde, hükümetler Türkiye’nin demokratik kültürünü daha da olgunlaştıran ve Türkiye’yi AB’nin politik kültürel şartlarına taşıyan devrimci reform paketlerini uygulamaya geçirmişlerdir. Demokrasinin kökleri derinlere uzanır ve yapay değildir. Türkiye’nin demokratik organları, birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi koloni güçlerinin mirası değildir. Meclis demokrasisi ve onun organları halkının seçimidir. Bunları uzun süren politik mücadeleler sonunda türetmişlerdir. Bugün demokratik değerleri ve cinsiyet eşitliğini savunan oldukça canlı ve dinamik bir sivil toplum vardır.
Oruç ARUOBA- Bu gibi toplantılarda çok önemli bir sıkıntı kaynağı; bir yandan söylenecek çok şey var, bir yandan da söylenecek hiçbir şey yok duygusuyla işe başlamak oluyor. O yüzden ben kültür kavramının üstünde durmaya çalışacağım. Önce bir anekdot anlatarak başlayacağım. Belki biliyorsunuzdur; 1380 yıllarında Osmanlı Beyliği epey büyümüşken, Murat o sırada Bey, Bizans İmparatoru’nun adını doğrusu hatırlayamadım. Murat’ın Savcı Bey diye bir oğlu var, yani Şehzade. İmparatorun da Andronikos diye bir oğlu var, yani Prens. Bunlar aralarında anlaşıyorlar, babalarının iktidarını yıkarak iki devleti birleştirmeye karar veriyorlar ve bir isyan çıkarıyorlar. Önce bir miktar başarılı oluyorlar, galiba Trakya’da filan bir yerleri elle geçiriyorlar. Ondan sonra babalar çok kızıyor, birlikte üstlerine yürüyorlar oğullarının. Murat yakalıyor bunları Dimatoka’da, Dimatoka neresidir bilmiyorum, Balkanlar’da, Kuzey Yunanistan’da bir yer. Ondan sonra ikisinin de gözlerine mil çektiriyor, yani kör ediyor gözlerini, fakat Andronikos’unki tam başarılı olmamış. Neyse, Savcı Bey’i öldürtüyor aynı zamanda, Andronikos’u da babasına teslim ediyor. Andronikos’un bir gözü görüyormuş, sonunda ne kadar yaşamış bilmiyorum. Ben bunu niye anlattım, bunu de bilmiyorum.
Şimdi kültürden birçok şey anlaşılabilir. En geniş anlamıyla bir insan topluluğunun ortaklaşa sahip olduğu bir şeylerdir herhalde. Ama herhalde şöyle bir şey var; en başta ve en sonda hep dil var tabii, bir kültürden söz edebilmek için ortak bir dil olması gerekiyor. Ondan sonra şu ya da bu biçimde dünyanın nasıl bir dünya olduğuyla ilgili bir görüşü üç aşağı beş yukarı paylaşmaları gerekiyor. İlle de aynı yerde mi oturmaları gerekiyor, belki gerekmeyebilir, yani dünyanın farklı yerlerinde aynı kültürden insanlar olabilir. Bir de bir tür kan, ırk, “niye o insanlar birlikteler”in bir tür temelini oluşturacak bir şey lazım.
Şimdi bu açıdan baktığımız zaman, acaba tek bir Avrupa kültüründen söz edilebilir mi? İlk bakışta biraz zor. Mesela aynı dili konuştukları halde bir Avusturyalı’yı, bir Şvab’ı, bir Bavyeralı’yı bir de Berlinli’yi bir masanın etrafına oturtursanız, bir kere ilk önce birbirlerini anlamakta zorluk çekerler, yani kendi diyalektlerini konuştuklarını varsayarsak. Hele bir de İsviçre Almanı varsa hiçbir şey anlamayabilirler birbirlerinin konuştuklarından. Neyse “Hoch Deutsch” konuşmaya başladıkları zaman anlaşırlar. Ama acaba ne kadar ortaklıkları vardır? Bir Portekizli’yle bir İsveçli’ye kadar gitmiyorum yani. Şimdi bir yandan tek bir Avrupa kültürü yok mu diyeceğiz? O da biraz zor. Peki o zaman nerede var? Tarihine baktığımız zaman, Rönesans’tan önceki dönemde çok belirgin bir Avrupa kültürü var, bu da büyük çapta din üzerine kurulu, ortak bir dil bile var: Latince. Thomas Morus’la Erasmus, biri İngiliz, biri Hollandalı, rahatlıkla konuşuyorlar, Latince konuşuyorlar çünkü, çok da iyi ahbaplar. Yani bir din ortaklığı üzerine kurulu, şimdi diyeceksiniz ki hangi din; işte Katolik, Protestan, Anglikan, Prespiteryen bilmem ne, Ortodoksları bırakalım onlar çok fazla yok Avrupa’da. Yani orada da çok fazla bir ortaklık bulamıyoruz.
Fakat şöyle bir şey oluyor; Yeniçağ’dan başlayarak bir başka türden ortaklık oluşmaya başlıyor. Descartes diyelim tabii Fransız; bazı şeyleri Latince yazıyor, bazı şeyleri Fransızca yazıyor, ama artık bir Fransız düşünürü değil, artık bir Avrupalı düşünür. Çünkü ortaya koydukları tek bir insan topluluğuna yönelik olarak ortaya konmuş değil, yani yalnızca Fransızlar okusun diye yazmıyor, okuyabilen herkes okusun diye yazıyor. Bunu biraz da genişletirsek, sanat ürünlerine de bakabiliriz. Bir Goethe bunun adını koyuyor ve “Dünya Edebiyatı” sözünü ilk defa kullanıyor. Kendi ait oldukları insan topluluğunun dışındaki insanlara da seslenmek, bir şeyler göstermek gibi bir çaba ortaya çıkıyor. Yani tek bir insan topluluğuna bağlı olmayan, tek bir insan topluluğunun kendi özelliği olmayan bazı şeyler ortaya çıkmaya başlıyor. İnsan hakları düşüncesi; insanın bir doğasının olduğu, bunun bütün insanlarda ortak olduğu, yani insan olmanın tek bir topluluğa bağlı bir şey olmadığı düşüncesi... Fakat öteki taraftan da garip bir gelişmeyle, bu sefer milliyetçilik ortaya çıkıyor tabii Fransız İhtilali’nden önce başlayarak. Bu sefer garip bir durum ortaya çıkıyor Avrupa’da. Bu 18. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar iki yüzyıl filan sürüyor. Bir yandan o ortaklık üzerine, insan olma üzerine kurulu kültür anlayışı gelişirken, bir yandan bunun tam karşıtı gibi gözüken milliyetçilik gelişmeye başlıyor ve milli devletler kurulmaya başlıyor. Bu iki, bir anlamda karşıt durum iki dünya savaşında doruk noktalarına ulaşıyorlar. Demin saydığımız şeyleri düşünürsek, tek topluluk, tek dünya görüşü, tek dil; bunun bir ideal olarak işlemesi, ya da kültürü kurucu bir öğe olarak işlemesi bu üçünün en son örneği ve en doruk noktasına ulaştığı örneği Alman milliyetçiliği. Ve bu yeniliyor, tarihten siliniyor. Milliyetçilik maalesef hala çok fazla silinmiş değil, ortalıkta geziniyor, hâlâ oradan buradan boyuna patlayıp duruyor ama...
Burada iki önemli düşünürün payı var, 19. yüzyılın sonunda gürültüler patırtılar çıkmadan önce; birisi Marx. Marx tarihin işlemesi bakımından da önemli ama, getirdiği en önemli şeylerden birisi Avrupa’nın tek tek toplumlarının değil, bütün olarak gelişmesinin özelliklerini incelemesi. İngiltere, Almanya, Fransa değil, artık kapitalizm diye bir şey var. Ortaklığı sağlayan da bu oluyor. Bunun tam karşıtı gibi gözüken Nietzsche buna karşılık “Ben ilk iyi Avrupalıyım” der. Yani şu anlamda ilk Avrupalı; insan topluğu ya da kültürel değerlerin yaratılmasının insan topluluklarına değil, yaratıcı kişilere bağlı olduğunu ortaya koyuyor ilk defa. İlk defa değil tabii de, ilk defa kuramıyla birlikte ortaya konuyor.
Dolayısıyla bugün Avrupa kültürü diye bir tamlama kullanacaksak, bu demin saydığım topluluk olarak oluşmalarını ve kültür sahibi olmalarını sağlayan üç ögenin aslında değillenmesi üzerine kurulu bir kültür. Yani tek bir topluluk olmayacak, tek bir dünya görüşü olmayacak, tek bir dil olmayacak. Kültür yani bugünkü Avrupa kültürü ancak böyle bir temel üzerine kuruludur. Şimdi Türkiye’ye gelirsek; Savcı Beyle Andronikos’u hep düşünürüm, aralarında nece konuşuyorlardı acaba? Savcı Bey muhtemelen Rumca biliyordu, belki Andronikos da Türkçe öğrenmişti. Çevirmenlerle mi konuşuyorlardı acaba? Çünkü düşünüp, babalarına karşı komplolar geliştirmek için oturup konuşmak lazım. Bir anlamda deminki arkadaşımızın söylediği gibi... yani 1385’te yakalanıyorlar. 1385’ten beri bizim şimdilerde Türk dediğimiz insan topluluğuyla, şimdilerde Avrupalı dediğimiz insan toplulukları arasında ilişkiler var. Ne türden ilişkiler? Bir gün bir Yunan televizyonunda eski Bizans ilahileri söyleniyordu koroyla. Tüylerim diken diken oldu, şaşkınlıktan ama bir yandan da memnuniyetten. Çünkü bizim şu Saray’ın içindeki Enderun’da işlenen müzikle aşağı yukarı aynıydı. Bizimki biraz daha gelişmişi herhalde.
Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet bütün onları hızla geçersek, Mustafa Kemal’e geliriz. Mustafa Kemal gökten zembille inmedi. Yani mesela kullandığı dil, Nutuk’un orijinal diline bakarsanız, müthiş bir son Osmanlı düzyazısı örneğidir. Sonradan kendisi buna devam etmek istemedi. İnsan topluluğu olarak biz, yani Türkler ne kadar batılılaşabildik, batılılaştık mı, ne kadar Avrupalılaştık, onlara çok fazla girmenin anlamlı olduğunu sanmıyorum. Yalnız şuna bakabiliriz; cumhuriyetle birlikte Türkiye’de, Türk toplumuyla birlikte iş yapan kültür yaratıcılarının kendilerine bakışlarına bakarsak; bir ucunda “Ben zaten Avrupalıyım” gibi bir bakış görebiliriz, öteki ucunda da “Ben zaten Avrupalı olmak istemiyorum” gibi bir bakış görebiliriz. Bence ikisi de Avrupalı bir bakıştır. Bir anlamda istesek de istemesek de Avrupalıyız. Çünkü Avrupalı olmaya karşı çıkmak da Avrupalı bir tutumdur. Demin sözünü ettiğim kültür yaratıcılarının en önemli özellikleri de kendi topluluklarında, kendi toplumlarına egemen olan anlayışlara karşı çıkmalarıdır, eleştirmeleridir. Melih Cevdet’in bir sözüyle bitirmek istiyorum. Gazete yazısında kalmış bir sözdür maalesef, çok fazla dikkat çektiğini sanmıyorum. “Ben zaten Avrupalıyım” diyor, “olsa olsa eleştiririm Avrupa’yı”. Benden bu kadar.
Erwin LUCIUS- Benden Türkçe konuşmamı istediler. Dilim döndüğünce sözlerime başlamak istiyorum. “Türkiye Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar” ile ilgili ben daha ziyade sosyo-kültürel durum üzerinde durmak istiyorum. Kültür tarihi ve Türkiye’nin AB’ye giriş tarihi hakkında bazı şeyler duyduk ve hep bir sorun ortaya çıktı; acaba Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu, gerçekten Avrupalı bir devlet ya da bir topluluk mu, yoksa değil mi? Tarihe bakarsak, Osmanlı İmparatorluğu asırlardır Avrupa’nın tarihinde güç sahibi ve önemli bir aktördü. Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’a yayılmasına, Avusturya için son derece önemli olan Birinci ve İkinci Avusturya kuşatmalarına, 19. asırda çok sorunlu Bosna-Hersek sorununa, 1983 senesindeki Berlin Kongresi’ne bakarsak, Osmanlı İmparatorluğu o tarihe kadar her zaman Avrupalı bir güç, etken bir faktördü. 20. yüzyılda I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu belliydi, üzerinde fazla durmam gerekmiyor. Fakat ekseriyetle unutuluyor; 1949 senesinde Strazburg’da Avrupa Konseyi kurulduğunda, Türkiye Cumhuriyeti ilk üyelerinden biriydi; Türkiye AB yolundaki adımları ve elde ettiği neticeler ile doğrudan doğruya Avrupa’nın siyasi alanında bir taraf olmuş. 1963 Ankara Anlaşması, 1999 Helsinki’deki aday statüsü, geçen senenin 17 Aralığındaki müzakere tarihi, Avrupa Birliği’yle olan ilişkiler, fakat daha evvel de yalnız Avrupa Birliği’yle değil de, bütün Batı’yla son derece sıkı bir bağ içindeydi.
Sosyo-kültürel duruma bakarsak, o zaman şöyle bir şey görüyoruz: Avrupa’daki Türkler hakkındaki fikir ve imajlar çeşitli devirlerde değişiyor, daima politikanın getirdiği neticelere göre şekilleniyor. Aynı zamanda, kültür açısından da hem bir alışveriş hem de karşıt bir durum ortaya çıkıyor. Ortaçağ’daki birlikten siz bahsettiniz; Latince genel bir kozmopolit durumdu, hakim din Hıristiyanlıktı. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya gelince 16., 17. hatta 18. asra kadar Hristiyanlık ile İslam arasındaki ihtilaflarda, din bir propaganda aracı olarak ve özellikle Türkleri düşman olarak gösterme aracı olarak kullanılmıştır. Anti-islam polemiği yapıldı ve bu polemik Hıristiyan geleneğinin ayrılmaz bir parçasıydı ve bu propaganda yalnız Türklerle ilgili değildir, Araplar’ın yüzünden de oluyordu. Avrupa ve özellikle Orta Avrupa’da Türkler İslam ile adeta özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla Türklere karşı müthiş bir cephe oluşturuldu.
Öbür taraftan 15., özellikle 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu gören seyyahlar Türkler hakkında daha tarafsız ve analitik gözlemlerde bulunmuşlardı. Bu Türkler hakkındaki görüşlere yeni boyutlar getirdi ve bu yeni boyutlara ilaveten, özellikle Orta değil de Batı Avrupalı, Hollandalı, Fransız, İngiltereli bilim adamları tarafından İslam ve Şark hakkında yazılan eserlerle Türkler hakkındaki negatif imaj, yavaş yavaş ortaya ve pozitife dönmüştü. Örneğin Voltaire o zaman dedi ki: “Türkleri yeterince tanımadan, onlar hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olmak olanaklı değildir”. Avrupalı düşünürler, Osmanlı İmparatorluğu ve özellikle Türklere değişik ve daha pozitif, daha tarafsız bir gözle bakmaya başladılar. Özellikle Aydınlanma çağında varolan Şark Romantizmi ve Türkofili sadece sosyo-kültürel açıdan yüksek olan elitlerde görüldü. Türk müziği, Türk modası, Türk bahçeleri... bu bir modaydı. Yüksek elitlerde bir Türkofili başladı, fakat geniş halk tabakalarında eskiden beri devam eden dini uygulamalardaki düşman imajı devam etti. Şunu söylemek istiyorum: Her ne kadar aydın kesimi Türkler’e daha pozitif gözle baktıysa da, geniş halk içinde din yüzünden hep bir antipati, bir düşman imajı devam etti. Bu halen de devam ediyor. Fakat şunu da unutmamak lazım; tarihe bakarsak, Avusturyalı düşünür Egon Friedel’in bir sözü var: “Konveks bir aynada tarihin ana hatları hep daha belirgin ve daha çarpıtılmış bir şekilde görülür”. Biz tarihe konveks bir ayna içinden bakıyoruz. Ayrıca hep kendi düşüncelerimize göre ve bugünkü konumumuzdan bakıyoruz, böylece tarafsız bir tarihi yazmak veyahut anlamak pek mümkün olmuyor.
Bugüne gelirsek, Zürih Üniversitesi’nden tarih profesörü Hans Lukas Kieser’in bir saptaması var: “Bir buçuk asır evvel Doğu Avrupa’dan batıya göç eden dindar Yahudiler ile 1960’lardan itibaren Avrupa’ya çeşitli nedenlerle gelen Anadolulu insanlar aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmışlardır. Her iki toplumun mensupları yabancı görünümü, örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlılığı yüzünden yerli halk tarafından yadırganmışlardır”. Bu bence son derece önemli bir tespit. Doğu Avrupa’dan 1870’lerde başlayan Yahudi göçü, maalesef milliyetçilik yüzünden ta Hitler’e kadar götürdü. Neden, çünkü o zamanki gelen grup uyum sağlamakta güçlük çekiyordu ve halkta da yeterince tolerans ve hoşgörü mevcut değildi. Buna benzer bir durumu, 1960’larda başlayan Anadolu’dan Avrupa’ya giden göçte de görüyoruz. O hususta gazeteci Yalçın Doğan’ın bir tespiti var. Örneğin Avusturya’daki Türk derneklerinin çoğunun islamcı ve ülkücü kesime ait olduğunu işaret ediyor ve diyor ki “bu üçüncü Viyana kuşatmasıdır”. Ve devamında diyor ki, onun kelimeleriyle naklediyorum: “Avusturyalıların şaşkın bakışları altında ideolojik bir kuşatma”. Şimdi ben biraz evvel dedim ki, geniş halk tabakalarında din ögesi son derece önemli bir rol oynuyor. Gelen gruplar din, örf ve adetlerinden pek vazgeçmiş durumda değiller. Asimilasyon zaten hiç kimse istemez, entegrasyon sorunu ortaya çıkıyor. Fakat orada büyük zorluklar yaşanıyor. Bence tabir edebildiğimiz bir Diyaspora fenomeniyle karşı karşıyayız. Bu insanlar geldiği ülkelerden daha sert, radikal, bağnaz ve kökten dinci bir tutuma giriyor, o yüzden uyum ve entegrasyon zorlukları yaşıyorlar. Öbür taraftan, Avrupa onları yeterince anlayamadı, algılayamadı. Örneğin Avusturya’nın eski Başbakan Yardımcısı ve Bilim Bakanı Erhardt Busek şunu söyledi: “AB kültürel azınlıkların entegrasyonu konusunda şimdiye kadar çaresiz kaldı, bir şey yapamadı, bu alanda büyük bir problem var”. Fakat bütün bu olgulara rağmen, yine Kieser’e göre; “Türkiye ve Avrupa zıt kutuplar teşkil ettiklerinden dolayı, aslında birbirine bağlıdır. Çünkü bu kutupların doğru istikamette bulunmaları şarttır. Aksi takdirde bir yakınlaşma olası değildir, yakınlaşma ise lisan demektir”. Benim üzerinde durduğum nokta aslında bu; lisan. Lisan çeşitli şekiller alır, ama her zaman bir diyalogdur, iletişim, bilim ve çağdaş sanat demektir. Eğer iki toplum, devlet, topluluk diyalog halindeyse, her zaman bir çözüm bulunur ve diyalog Türkiye açısından kendini göstermek ve ifade etmekte en mükemmel araçtır.
Türkiye, çağdaş Türkiye, Atatürk reformlarıyla bu olanağı yakaladı. Dolayısıyla, bütün özellikleriyle beraber Türkiye çağdaş ve Avrupalı olduğunu anlatmak ve göstermek zorundadır. Siz kültür, ortak dil vesaireden bahsettiniz, Avrupa Birliği’nin bir tarifi daha var: Ortak değerler. İşte o ortak değerleri baz alırsak Türkiye ve AB son derece rahat bir şekilde diyalog içinde olabilir, iyi bir çözüme doğru ilerleyebilir ve her iki tarafın arzu ettiği bir sonuca varılabilir. Yine Busek’in bir sözünü son derece anlamlı buluyorum. Diyor ki: “AB acaba Suriye, Irak, İran, Kafkasya ve Orta Asya komşuluğuna hazır mı? AB’nin bunu kendi kendine sorması ve gözden geçirmesi lazım. Bu Türkiye’yi dışlamak veya reddetmek demek değildir; sadece Avrupa’nın olgunluğu, AB’nin olup olmadığı hakkında bir sorundur.”
Son söz, Avrupa Birliği ve Türkiye “birlikte çok çeşitlilik” kavramı altında mükemmel bir diyalog halinde olabilir ve bence olmaları da lazım. Çok teşekkürler.
David BARCHARD
Muğlak Miras: Ondokuzuncu yüzyılda Türkiye ve Avrupa
Avrupa’da Türkiye’ye karşı halihazırdaki muhalif tutumun “Şark Meselesi”nin kısmen varisi olduğuna dair
İster istemez kısa ve öz olması gereken bu tartışmada çoğu Batı ve Kuzey Avrupalının farkında olmadığı fakat bugün ele alınması isabetli olacak, Türkiye-Avrupa ilişikilerine dair birkaç hususa kısaca değinmek istiyorum. Şimdiden söyleyeceklerimde bilmedikleri veya aşina olmadıkları çok az şey bulacak olan Türk dinleyicilerimizden özür diliyorum.
Bu araştırma belgesini geçen yıl, Türkiye’nin AB üyeliğinin sözünün geçmesiyle beraber düşmanlığın patlak vermesinden önce muhtemelen teslim etmezdim. Eski AB Komisyon üyeleri Bolkestein ve Fischler’in geçen sonbaharda yaptığı konuşmalar, o zamanın Kardinali Ratzinger ve Almanya’da Frau Angela Merkel ile Fransa’da Mösyö Nicholas Sarkozy’nin ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’nin görüşleri açıkça Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geleceği namına ciddi meseleler ortaya koyuyor. 70 milyon nüfuslu bir ülkeyi kendi koşullarıyla kabul etmekteki çekinceleri tuhaf ve alışılmadık bir fenomen. Göçmen işçiler, medeniyetler çatışması ve 11 Eylül sonrası peydahlanan İslam korkusu gibi halihazırdaki günlük meseleler muhakkak ki hikayenin bir parçası, fakat yalnızca bir parçası. Kanaatimce müşkülatın büyük kısmı, Osmanlı’nın son asrında, Hıristiyan Avrupa’nın büyüklü küçüklü devletlerinin tekmil imparatorluk topraklarını ele geçirme –sonradan ortaya çıktığı üzere- “boş” beklentisine düşüp de edindikleri tavırların bugüne intikalinden kaynaklanmıştır.
On sekizinci yüzyılın ortalarından evvel Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı takındığı tavrın meselemizle pek bir ilgisi olmadığı görüşündeyim. Batılı iktidarların “taksim tasarısı” etrafında gelişen ve meşrulaşan efsane ve fikirlerin bir ürünüdür bu mesele.
Bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupalı Hıristiyan milliyetçiler Türkiye’nin çok geçmeden tarihe karışacağını iddia ettiler.
1774 itibariyle ve özellikle 1821 Yunan ayaklanmasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu açık bir muhtemel yokolma tehlikesiyle yüz yüze geldi. Avrupa kamuoyunun büyük kısmı, bütün 19. yy boyunca, hatta 1923 Lozan Antlaşması’na değin, Türkiye’nin ve Türkler’in dünya sahnesinden silinmeye mahkum olduğu fikrinden vazgeçmemişlerdir. (Avrupa’nın tümü değil de belli bir kesmi tarafından savunulan) Bu görüş, diğer iki fikirle meşru kılınıyordu. İlki, Türkler’in sayıca az olduğu ve milli bir birlik teşkil etmediği savıydı. İkincisiyse, Osmanlı Türk idaresinin tabiatı itibariyle zalim, yetersiz ve gelişimden aciz olduğuydu. Bu fikirler nihayetinde Britanya, Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’da yaygınlaştı ve bu bölgelerde günümüze değin beslendiler. Ne var ki bunların kökeni, mezkur bölge memleketleri için iki tür işleve sahip Sırp ve Yunan Hıristiyan milliyetçi hareketlerine dayanır. İlkin, Türk hakimiyetinin ilgası için şiddet kullanılmasını meşru kıldılar (“pılı pırtısı” argümanı). İkinci olarak, görünüşte etik temelli kaygılarla, Avrupalı Büyük Güçler’i milli hareketlere destek için müdaheleye çağırdılar. 19. asırda beynelmilel hukuk, Osmanlı İmparatorluğu’na Hıristiyan tebaanın çıkarları namına Büyük Güçler’in müdahelesini kolaylaştıracak istikamette gelişti. Bu Avrupalı insaniyetperver endişeler İmparatorluğun Müslümanlarını kapsamıyordu.
Fakat bu görüş, Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş bir devlet olarak yeniden doğmasıyla çürütüldü.
Ama her nasılsa, on dokuzuncu yüzyılın ilk üç çeyreği boyunca Osmanlı İmparatorluğu tenkitçilerini şaşırttı. Parçalanıp yok olmadı. Aksine, elle tutulur bir ilerleme gösterdi. Orta Asya Hanlıklarından farklı olarak, Türkiye topyekûn bir Rus istilasının, Rusya’nın kaldırabileceğinden çok daha pahalıya mal olacağını peşinen açık etti. Müteakip politikaların kavramsal çevçevesi, II. Mahmut (1808-1839) tarafından ortaya konmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş bir devlete dönüşmesi, 19. asır Avrupa hanedanlarının kurduğu imparatorluklarla koşut çizgiler izlemiştir. Askeri islahatları müteakiben kanuni, idari ve terbiyevi islahatlar, 1826 Haziran’ında Vak’ayı Hayriye’de yeniçeri ocaklarının iktidarına son verilmesiyle mümkün olmuştur. Sultan Mahmut’un halefi tahta çıktığında, Tanzimat yani Peristroika devri devlet adamları, çağdaş bir devletin ihtiyacı olan temel kurumları ve mekanizmaları tesis ettiler. 1820’de, İmparatorluğun emrinde geleneksel çizgileri izleyen 2000 kişilik bir kitabet-i hümayun sınıfı varken, 19. asır sonlarında devlet hizmetinde çalışan 100.000 kişilik bir memur ordusu muazzam bir sahanın idaresini üstlenmişti.
On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı çokkültürlülüğü hafife alınmıştır.
Batı Avrupalılar, Hıristiyanlar üzerinde Müslüman himayesinin hakiki bir hata ve kabul edilemez olduğu itirazını öne sürseler de, Osmanlı İmparatorluğu artık 1800’den evvelki şekliyle bir İslam devleti değildi. II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı idaresi, bir nevi çokkültürlülük ve müşterek vatandaşlık modelini benimsemeye başladı. Sultan Mahmut, bundan böyle Müslümanları yalnız camide, Hıristiyanları yalnız kilisede, Yahudileri yalnız sinagoglarda tanıyacağını söyledi. 1856 Şubatı’nda, İmparatorluğun bütün vatandaşlarına resmen yasal eşitlik tanındı. Atılan adım, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu’nu önceki tüm İslami idare şekillerinden ayırıp çağdaş Avrupa milletler topluluğunun parçası kabul edilme yolunda meşru bir talep hakkı tanıdı. Hıristiyanlar devlet hizmetinde üst makamlara tayin edildiler ve mezhep ayrılıkları gözetmeyen bir eğitim sistemine geçme girişimleri oldu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca, Batı Avrupa başkentlerindeki Türk sefirleri ekseriyetle Musurus Paşa ve Kostaki Paşa gibi Osmanlı Hıristiyanlarıydı. Bu çokkültürlülük girişimi, Osmanlılar hüsnüniyet sahibi olmadıkları için değil, Osmanlı Hıristiyan kitleleri milliyetçiliği tercih ederek bunu reddettiği için başarısız oldu ve Batı Avrupalı güçler bunu görmezden geldiler.
Bu islahatlara, ivme kazanan sosyal ve entellektüel batılılaşma süreci ve halihazırdaki batılı yaşam tarzlarının benimsenmesi eşlik ettiler ki bunlar, Cumhuriyet’in getirdiği kültürel değişimlerin habercisiydiler. (1840’ta yurtdışı seyahatlerinde elbise giyen en az bir kadın olduğu vakidir) Nüfus hareketlerinin (Balkanlar’dan, Girit’ten, Kafkasya’dan ve Orta Asya’dan çıkartılan Müslüman muhacirlerin akını) eşlik ettiği bütün bu idari ve sosyal değişimler, Türkiye’nin günümüze değin varlığını sürdüren büyük bir Avrupa devleti olarak kalmasını temin ettiler.
Türkiye’yin Avrupa’yla bütünleşme süreci 1878’ten sonra durakladı.
19. asrın ortalarına doğru, Türkiye’nin uzun vadede genel Avrupa yaşamıyla bütünleşmesi ümitleri oldukça cesaret verici gözüküyordu. Örneğin seçkin Osmanlı memurin mensupları, Avrupa’daki sosyal hayat çevresinin parçası haline gelme yolunda ilerledikleri izlenimini veriyorlardı. On dokuzuncu asrın son çeyreğinde, Türkiye’nin çehresinde çağdaş bir ülkenin hatları belirirken, bu süreçte bir kopuş yaşandı. Osmanlı yüksek memurları artık eskisi gibi Avrupa sosyetesi tarafından eşit sosyal mevki sahipleri olarak kabul edilmiyordu. Halbuki Paris Osmanlı sefiri vazifesini 1856 ve 1862’de iki sefer yerine getirirken Veli Paşa’ya öyle davranılmamıştı.
Ondokuzuncu yüzyıl Avrupası Türkiye’nin liberal çokkültürlü çağdaş bir devlet olma çabalarını nefretle reddetti.
1876-78 yıllarında Osmanlılar Rumeli topraklarının yarısını Ruslarla giriştikleri savaşta kaybedince bir dönüm noktasına gelindi. Bu arada liberal Avrupa Mithat Paşa’nın ve destekçilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu meclis hükümetiyle yönetilen liberal anayasal bir monarşiye dönüştürme çabalarına arka çıkmadı. Avrupa desteğiyle bunların gerçekleştirilmesi mümkün olabilirdi ki bu durumda, islahatçıların Osmanlı İmparatorluğu ve içerdiği muhtelif unsurlar için öngördüğü “yumuşak iniş” hayata geçebilirdi, yahut bunları izleyen elli yılda yaşanan olaylar daha sancısız gelişebilirdi.
Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra Türkiye, II. Abdülhamid’in (1876-1909) otokratik idaresinde uluslararası düzeyde büsbütün tecrit edildi. İstanbul’daki başlıca Avrupalı sefirler ekseriyetle Hıristiyan azınlıkların milliyetçi emmellerini etkileyen ve Osmanlı sonrası Hıristiyan milliyetçisi Balkan devletlerinin topraklarını genişletmeye yarayan değişimler empoze etmek üzere bir nevi komite gibi davranmaya başlamışlardı. Bu rolü imparatorluk topraklarının nihai dağılmasının ön hazırlığı olarak görüyorlardı.
Balkanlar’da Osmanlı sonrası Hıristiyan ulus devletlerinin yükselişi, buralardaki Müslüman nüfusun tahliyesi anlamına geliyordu
Balkanlar’daki Hıristiyan milliyetçilikleri Müslümanların aleyhine gelişiyordu. Modern Yunanistan’ın ilk edimlerinden biri, Mora Yarımadası’ndaki Müslüman nüfusu tasfiye etmekti. “Eğer Hıristiyanlar hürriyetlerini kazanırlarsa, yeni hükümet her ne taahhüt etmiş olursa olsun, Müslümanlar doğum yerleri olan toprakları terk ederler” der Britanyalı bilgin David Hogarth. Ne var ki Hogarth bu türden yorumlar yapan ender Batılılardan biriydi. Yeni milliyetçiliklere hevesli, bu milliyetçiliklerin davasını savunan ve Türkleri ihya olmaz iblisler addeden Avrupalılar’ın sayısı çok daha fazlaydı. Yeni Hıristiyan milliyetçi Avrupa devletleri, Sırbistan ve Yunanistan’dan Romanya ve Bulgaristan’a kadar hepsi “monoetnik” bir tin taşıyordu: Kültürel ve dilsel türdeşlik hedefliyorlardı ve her fırsatta yerli Osmanlı Müslüman nüfusununun ihracına çalışıyorlardı. Bu da büyük ölçekli tahliye ve göçlere yol açtı. Hesaplanabildiği kadarıyla 1821-1923 arasında 5,5 milyon Müslüman Osmanlı ölmüştür ki, bunun Nazi soykırımıyla karşılaştırılabilir bir ölçekte olmasına, 1990’lardaki Bosna Savaşı’na ve Sbrenica katliamı (ve belki hatta Kıbrıs sorunu) gibi olayların bu sürecin halen bir ölçüde devam ettiğine işaret etmesine rağmen Hıristiyan Avrupa, tarihine ait bu detaya ilgi göstermeyi reddetmektedir.
Osmanlı topraklarına göç yeni Türk ulusunun doğmasını tetikledi.
Fakat Balkan Savaşları (1912-1913) sırasındaki gibi göçler, Türkiye’nin demografik temelini sağlamlaştırmış ve sonraları Kurtuluş Savaşı’nın (1919-1923) ve Cumhuriyet’in kuruluşunun başlangıcı olacak olan ulus bilincinin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Batı Avrupa’nın 19. yüzyıl boyunca Türkiye’yi yanlış algılaması, birçok tarihsel fırsatın kaçmasına sebep olmuş, hem Müslümanlar hem Hıristiyanlar açısından bir çok etkili insanlık trajedisi ortaya çıkarmıştır, buna Gelibolu çıkartmaları da dahildir. Ancak asıl amaç -Türkiye’nin 1920’deki Sevr Anlaşması’nda bölünmesi- elde edilememiştir. Bunun yerine, Türkiye süren geri püskürtmelere rağmen, Avrupalı liberal kritiklerine, özünde Avrupalı liberal çizgiler taşıyan bir “monoetnik” ulus devleti haline gelerek yanıt vermiştir. İslami tarihsel geçmişe sahip ülkeler arasından çokpartili demokratik bir sisteme ve sanayici ulusal bir devlete geçen ilk ülke olmuştur. Bu girişimin başarısına ilişkin herhangi bir kısıtlama, tecrit edilmiş koşullar altında gerçekleştirilmiş olduğu gerçeğine atfedilmelidir.
Türk-Avrupa ortaklığı her iki taraf için de önemlidir.
Türkiye’yi reddetmeye yönelik bugünkü hareketlerin uzun ve ahlaki olarak sorgulanabilecek bir tarihi vardır ki, bu güncel tartışmalarda akılda bulundurulmalıdır. Son iki yüzyıllık deneyimler Türkiye-Avrupa ortaklığının ve bütünleşmesinin önemli olduğunu ve her iki taraf için de en az herhangi başka bir uluslararası ortaklık kadar faydalı olacağını gösterir.
Tülin BUMİN- Sorular kısmına ancak 5 dakika ayırabileceğiz. Yalnız sorulara geçmeden önce, sadece iki dakikanızı alacak bir şeyler söyleyeceğim. Birincisi Bay Lucius’a yönelik olarak; Avrupa’daki diyaspora nitelendirdiğiniz gibi, daha az eğitimli kitleler daha dindardır. Bu geniş halk kitlelerinden oraya gidenler, gidince kimlikleri için daha fondamantalist eğilimlere giren o kitleler, garip bir şekilde Türkiye’nin Avrupa isteğinin arkasındaki kitledir çünkü onlar Avrupa’yı tanıyorlar. Birçok entelektüelin kafasında hâlâ pek çok soru varken, o insanlar en azından şunu biliyordu, şundan emindi ki orada daha iyi yaşama, daha insanca muamele görme imkanı var. Her köyden en az bir kişi gitti, düşünün. Onların o mesajını ileteceği 5 tane, 15 tane yakını, bir köy dolusu insanı var, bu son derece önemli bir faktördür. Hakikaten Türkiye’deki Avrupa Birliği lobisini, oradaki cahil insanlarımıza borçluyuz diye düşünüyorum.
İkincisine gelince, Avrupalı olmak ve olmamak. Bu bence tamamen ideolojik bir soru. Avrupalı olmak diye bir şevk hakikaten bir fiksiyon olabilir, çünkü Avrupa öyle bir ülke ki, üzerinde bir gün boyunca yolculuk ettiğinizde, dünyanın hiçbir yerinde olmayacağı kadar çeşitli kültür ve dille karşılaşıyorsunuz. Avrupa’nın zenginliği de tam bu kendi içindeki çeşitliliktir. Ama onu Avrupa yapan şey bir evrensellik iddiasıdır, bütün mesele bence burada kilitleniyor. Bu evrensellik kolonyalizme de, emperyalizme de yol açtı, ama çok daha hoş bir şeylere de yol açabilir, çünkü bunun arkasında bilim, felsefe, yani evrensellik iddiası var. Dolayısıyla bu ucu açık, ötekiyle ilişki kurma gücünde bir evrensellik olursa, yani Türkiye ile ilişki kurma cesaretini gösteren bir evrensellik olursa bence daha önceki o yanlış evrensellik diyebileceğimiz türlerin dışında, bütün insanlık için daha mutluluk verici yaratılışa, yeni bir formasyona yol açabilir. Ben de böylece bir şeyler söylemiş oldum. Şimdi çok kısa bir iki soru alabiliriz.
Bir izleyici - Ben Oruç Bey’e bir soru sormak istiyorum. Fransız Cumhurbaşkanı Jacque Chirac‘ın “Biz hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” nitelemesini, yahut bunu söylerken kafasının arkasındaki düşünceleri biraz açabilir misiniz?
Oruç ARUOBA- Şimdi Chirac adına konuşacak değilim, bunu beklemiyorsunuz benden herhalde. Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuna, hem de iç işleyişine bakarsak, büyük çapta Bizans’ın hem üstüne kurulduğunu, hem de bir tür devamı olduğunu görebiliriz. Ernest Gerner İslam toplumu üzerine son 10 yılın en önemli kitabını yazmıştır “Muslim Society” diye. O kitabında Hindikuş Dağları’ndan Cebelitarık’a kadar bütün İslam toplumlarının bir takım ortak özellikleri olduğunu söyler ve bunları anlatır. Tek istisnasının Osmanlı İmparatorluğu olduğunu söyler. Yani belli bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun İslami bir toplum olmadığını söyler. Şimdi yani Chirac’ın söylediği Fransızlar için tabii geçerli, ama herhalde bizim için de geçerli çünkü Bizans, Osmanlı’nın üzerine kurulduğu çok büyük bir kültürdür. Bir de başka bir şey; “Türkiye bir İslam ülkesidir” lafı boyuna ortalıkta gezip duruyor. Öyle midir acaba? Yani diyesim geliyor ki, Osmanlılar hiçbir zaman Müslüman olmamışlardır, Selçuklulardan çok emin değilim, ama Osmanlı toplum işleyişine, hatta hukukuna bilmem nesine baktığımız zaman bu böyledir. Bir kere hiçbir zaman ne dediğini anlamadıkları bir kitaba inanıyorlar. Ne dediğini anlamıyoruz, üstelik de son yıllara kadar çevirmek de yasakmış, kendi kitabını okuyup anlamayan bir ümmet acaba o ümmet midir? Bugün bir Arap biraz eğitimliyse, işte Küreyş dilinde alıp o kitabı okuyabiliyor, bir Türk okuyamıyor. Kuran kursu adı altında yaptıkları da bir takım şekillere bakıp, bir takım sesleri çıkarmayı öğretiyorlar sadece. Orada ne dendiğini anlamıyor ki hiçbiri. Yani buradan başlayarak bir sürü başka şeye gidebiliriz. Ben Bizanslı olmayı tercih ederdim.
Tülin BUMİN- Ama o dili anlamaması, Sinan’ın bu camileri yapmasını engellemedi. İslamla bir şekilde bir kültürel bağ var herhalde.
Alican GÜZEL- Viyana Kültürlerin Buluşma Noktası Derneği’nden. Siz Türkiye’nin AB’ye girişinde yurtdışındaki diyasporadaki yurttaşlarımızın, yani o cahil insanların bir katkısı olduğunu mu söylemek istediniz?
Tülin BUMİN- Hemen hemen sadece onların katkısı vardır.
Alican GÜZEL- Evet, yani anti katkısı da olabilir diye düşünebilir miyiz?
Tülin BUMİN- Avrupalılar’ın bizden hoşlanmamasına yol açmış olabilirler, ama bizim onlardan hoşlanmamıza, istememize yol açtılar.
Alican GÜZEL- Evet, bence o ilk göçten sonraki göçler olmasaydı, kalifiye olmayan işçilerin gidişi olmasaydı, Türkiye Avrupa’ya çok daha yakın olmuş olacaktı.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder