7 Kasım 2007 Çarşamba

Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - II”



Panel: “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar - II”

Moderatör: Serhan ADA, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Yönetimi Bölüm Başkanı, Türkiye
Eddy TERSTALL- Film Yönetmeni, Siyaset Bilimcisi, Hollanda
Serra YILMAZ- Oyuncu, Türkiye-İtalya
Prof. Manuel COSTA LOBO- Şehir Planlama Danışmanı, Portekiz Plancılar Derneği Başkanı, Portekiz




Serhan ADA- “Türkiye-Avrupa Kültürel İlişkilerinde Bağlamlar ve Algılamalar”... bunları sanırım tekil söylemek daha doğru olurdu. Gördüğünüz gibi, bir konuşmacımız eksik olarak buradayız; Görgün Taner burada yok, canlı bir televizyon yayınına katılması gerekti, eğer yetişebilirse gelecek. Ben moderatörlüğü almış olmam vesilesiyle, görevimi ihlal ederek size birkaç şey söylemek ve sonra konuşmacıları tanıştırmak istiyorum. Benim burada bulunuşum sanıyorum, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni yönetmemle ilgili olsa gerektir, ama aynı zamanda 2006 yılında gerçekleşeceğini umduğumuz projenin yöneticisi olmam nedeniyledir. Bu proje 1911-83 yılları arasında faaliyet göstermiş olan Haliç’in en ucunda bulunan Silahtarağa Elektrik Santrali’nin bir kültür kompleksine, oradaki enerjinin kültüre dönüştürülmesi projesi. Sadece bir Çağdaş Sanatlar Müzesi, bir Enerji Müzesi değil aynı zamanda çok büyük bir kütüphane, bir uluslararası rezidans programı, ki bu salondan bile pek çok konuğun orada gelip proje hazırlayacaklarını, iş yapacaklarını umuyoruz. Aynı zamanda çok sayıda öğrencinin birlikte kültür üzerine kafa yoracakları ve İstanbul’un o tarafında da kültürün hareketli olarak hayata katılacağı yeni bir kültür mekanı oluşturacağını umuyoruz. Şöyle söyleyerek belki başlayabilirim; İstanbul’un hem Avrupa, hem de Avrupa’nın sınırının ötesinde kalan diğer yerlerle, tabii ki Balkanlar’ın tümüyle, Kafkaslar’la, Ortadoğu’yla, Rusya’yla oluşan birlikteliğini ve paylaşımını bir iddia ve yeni bir yaklaşımla ortaya koyabilecek bir mekan olmasını umuyoruz. Onun için de sizlerle ilk kez paylaştığımız bu projenin adını da burada açıklamak istiyorum. Tam da bu nedenle “santralistanbul”.

Bu istismar seansını geçtikten sonra, algılama ve bağlam konusunu ele almaya çalışacağız. Konuklarımızı tanıtmak istiyorum: Eddy Terstall film yönetmeni ve aynı zamanda siyaset bilimci, ama burada ikisini de birleştiren bir yaklaşımla size Avrupa kimliğinden, sanatta kimlikten bahsedecek. Hemen onun yanında Manuel Costa Lobo var, o da aslında kent plancısı ve kentin kültürle ilişkisi üzerine yayını olan, hocalık yapmış bir konuşmacı, aynı zamanda da burada kent kültürü üzerine kafa yoran bütün konukların ilgisini çekecek biçimde Lizbon’da ombudsmanlık yaptı ve kent mekanlarının kültür açısından dönüştürülmesiyle ilgili çok önemli çalışmaları var. Bir diğer konuşmacı oyuncu ve çevirmen Serra Yılmaz.

Bir tek şey söyleyerek başlamak istiyorum. Yanlış söylemiyorsam Avrupa Birliği’nin Başkanı Jose Maria Barroso, göreve geldiğinde “Artık kültür zamanı” dedi. Kültür zamanı bizim açımızdan çoktan gelmişti ama belli ki onlar açısından da geldi. Burada algılamaların ve bağlamın çok büyük önemi olacak. İsterseniz, Eddy’yle başlayalım.




Eddy TERSTALL- Tünaydın. Oturduğum şehirden yalnızca üç saatlik uçuş mesafesindeyken Türkiye’ye ilk gelişim olmasından biraz utanıyorum. Genel bir kanı elde etmek için yeterli zaman yok, yalnız işin iyi tarafı, üç gün önce son filmimin uluslararası prömiyerinin yapıldığı New York’taydım ve sanatta, daha doğrusu benim durumumda yakından tanıdığım sinemadaki Avrupa kimliği hakkında konuşmak istiyorum. İki toplumu karşılaştırabilmek iyi. Zor bir iş ama Avrupa kimliğinin ne olduğuna dair bir ortak payda bulmak istedim. New York’ta iki hafta geçirdikten sonra, acaba aradaki tek fark; Amerikalılar New York Yanki’lerinin beyzbol maçını izlemeye giderken, Avrupa’da, Norveç, Portekiz veya Türkiye’de iseniz herkesin Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan haberdar olmasından mı ibaret diye merak ediyor insan. Amsterdam’da sanırım nüfusun yarısı Fenerbahçe ve Galatasaray’ı tanırken Amerikalılar Amsterdam’ı Türkiye’de sanıyorlar. Sanatta Avrupa kimliğinin ne olduğuna dair bu kısa araştırmada sanırım daha geniş bir perspektiften bakabilmek lazım. Amerikan ruhunun ve özgürlük hissinin kıymetinin bilinmesi gibi bir çok şeyimizin ortak olduğunu düşünmeme rağmen, yine de Amerikalıların şeyleri meta olarak görmeye Avrupalılardan daha eğilimli olduklarını düşünüyorum. Onların kapitalizmi kendisini daha az alaya alıyor, Avrupalılar ise kendisiyle alay eden bir kapitalizmi hedefliyorlar.

Bu konuyla ilgili yaptığım bir komedi filmi vardır, ismi de “Bir Arkadaş Kirala”. Filmde bir insanın sahip olacağı en samimi ilişki olan arkadaşlığı, bir sanatçının arkadaş olarak kiralanabileceğini kurgulayarak bir meta gibi gösterdim. Kurulan şirket çok başarılı oluyordu çünkü bir müddet sonra bir parti için on arkadaş, hatta mezunlar toplantısı için otuz arkadaş birden kiralayabiliyordunuz ve artık arkadaş kiralamak bir statü göstergesi haline geliyordu. Size bunu anlatmamın sebebi, ileride bütün bunların esas konumuzla ilgisini gösterecek olmamdır. Örneğin bir film yaptığımda, senaryonun nasıl ortaya çıktığını, nasıl geliştiğini de ayrıca kaleme alırım çünkü genelde “tarife uygun” olmayan (filme bir meta gözüyle bakarsanız, genelde tarife uygun olmalıdır çünkü belli bir seyirci kitleniz ve ticari ya da etkili olabileceğini düşündüğünüz belli unsurlar var) asıl yazar (auteur) filmlerinde genelde filmin yapımcısı aynı zamanda filmin senaristidir. Bunu yapmanın da ilk yolu sizi meşgul eden, sizi hırslandıran konuyu bulabilmenizdir. Üzerinde gerçekten bir sene çalışmanızı gerektiren bulduğunuz konunun; toplum mu, insan ruhu mu yoksa ülkenizde ya da şehrinizde mevcut bir durumdan mı çıktığını düşünmelisiniz.

İkinci adım, bu konudaki görüşlerinizi, düşündüklerinizi, konuyla ilgili anlatmak istediğiniz önemli bir şey olup olmadığını belirlemektir. Üçüncü adım ise yapıdır. Bu noktada bu bir kitap ya da bir heykel olabilir, benim durumumda ise bir film, kendi tarzımda bir filmdir. Bence sahici bir yere varmak için atılacak doğru adım budur ve bu noktada izleyicileri düşünürüm. Yaptığım işlerin insanlara ulaşacağını biliyorum, benim açımdan izleyiciler üzerine düşünmenin anlamı yok çünkü her halükarda ulaşabileceklerini biliyorum fakat dürüst olmak gerekirse seyircide bırakacağım etki üzerinde asla düşünmemeye çalışırım.

Bir adım geriye gidersek; film akademisinde hocalık yaptığım günler de oldu. Öğrencilerim senaryo yazdıkları zamanlarda onlara da aynı şekilde yardım etmeye çalışıyordum. Öncelikle onları meşgul eden bir konu bulmalarını, bu konu üzerindeki düşüncelerini kafalarında toparlamalarını, fikirlerini belirtmelerini ve sonrasında hikayelerini yazmaya başlamalarını tavsiye ederim. Böylelikle sürecin her aşamasında başlangıç noktalarını tartabiliyorlar. Bazen öğrencilerden biri “Mavi renk güzeldir” gibi bir ifadeyle sona eren bir öykü yazabiliyor. Bazen de öykünüzün ortasında aklınıza izleyicilerin beklemediği ve daha iyi sonuç verecek bir değişiklik gelebiliyor. Bunun tek sonucu ya da olumsuz etkisi, örneğin, sonucun ya da en son ifadenin “Mavi değil yeşil güzeldir” şeklinde çıkabilmesi. Bunu o öğrenciye açıkladığımda bana, “Evet, fakat işe yarıyor” diyordu. Beraberce sonunda şu noktaya vardık; tüm kariyerini bir meta gibi görerek her şey dahil haliyle bir film yapımcısı olmak mı istiyorsun, yoksa bir hikaye anlatıcısı, sana gelen bir hikayenin bağlantı vanası mı olmak istiyorsun? Hollanda’da Hollywood Sineması’nın tesirleri açık biçimde görülmektedir, Hollanda filmlerinin mali yapısı bile tarife uygun olarak yapılan filmlere dayanmaktadır çünkü bu sayede iş yapabilmektedirler, bu bir metadır ama doğası gereği Avrupalı olan bir şey değildir. Daha kaliteli Avrupa filmleri, Uluslararası Film Festivalleri’nde gösterilen filmler, genellikle yazar filmleridir ve tarife uygun yapılmamışlardır. Aslında tarife uygunluk ve özgünlük birbirlerinin zıttı kavramlardır, gene özgün, tarife uygun yapılmamış filmler yurtdışını daha fazla dolaşanlardır. Diğer ülkelerde de gösterime giren Danimarka, Fin, Portekiz veya Yunan filmleri genellikle tarife uygun olmayan filmlerdir. Bütün bunlardan söz etmiş olsak bile sanata meta gözüyle bakılması genelde günümüzde geçerliliğini korumaktadır çünkü her ne kadar Avrupalılar olarak Schroeder ve Blair’in bahsettiği üçüncü yol olan temel özgürlükleri ve değerleri koruyan bir kapitalizmin arkasında dursak da kendisiyle yeteri kadar dalga geçemeyen bir ekonomik sistem içerisinde yaşıyoruz hâlâ.

Avrupa kimliği arayışımızda ben sadece bir film yapımcısı olarak kendi deneyimlerimden bir şeyler aktarabilirim: festivallerde ya da başka yerlerde karşılaştığınız, İzlanda’dan, Türkiye’den veya İspanya’dan gelen film yapımcıları, genelde filmin nasıl yapılacağına dair bu fikirlere, tavırlara sahiptir fakat Atlantik’in öte tarafındaki, hatta Kanada’dan gelen film yapımcılarıyla karşılaştığınızda ise hangi tarife uygun ne tür bir film çektikleri hakkında konuşurlar. Kısa konuşmam bu kadar...

Serhan ADA- Evet, Görgün Taner burada olsaydı herhalde İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Avrupa’da yaptığı işlerden, Berlin’den, Brüksel’den ve belki de Londra’daki Türkler sergisinden ve oradaki deneyimin bizim çerçevemize getirdiklerinden bahsedecekti. Hâlâ da yetişebilirse sanıyorum gelecektir. Eddy’ye film merceğinden bakıyor gibi görünse de, bu algılamayla ve hikaye anlatımıyla ilgili sunuşu için teşekkür ediyorum. Serra Yılmaz, hem burada hem orada. Bilhassa bu iki yer betimlemesini kullanıyorum ama sanat çevrelerinde bulundu, başarılı işler yaptı. Bize algılamayla ilgili söyleyecekleri var sanıyorum.




Serra YILMAZ - Evet, sanıyorum çoğunuzun bildiği gibi, son dönemde yani 1998’de Ferzan Özpetek ile yaptığım ilk çalışma olan Harem Suare’yi izleyen Cahil Periler ve Karşı Pencere İtalyan filmleri, genelde bizim basınımızın bize sunmak istediği gibi “Türk sineması çok ilerledi ve yurtdışında çok büyük başarılar elde ediyor” diye sunulmak istenen Türk filmleri değiller. Bu filmler gerçekten İtalya’da çok büyük bir ilgi gördüler ve çok büyük bir seyirci kitlesi tarafından seyredildiler. Dolayısıyla da, tabii bu filmler benim de bir anlamda İtalya’daki kaderimi belirlemiş oldu ve o gün bugündür daha sıklıkla İtalya’da çalışır oldum. O güne kadar kültürel alışveriş söz konusu olduğunda deneyimim, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda uzun yıllar dış ilişkilerle ilgilenmiş olmamdan kaynaklanıyordu. Kültürel alışveriş dediğimizde genellikle karşı karşıya kaldığımız bir sorun var; herhangi bir ülkeyle bir ilişkiye girmek istesek, genellikle onlardan sanatçı getirebiliyoruz, örneğin Fransa’dan bir yönetmen geliyor, yeni bir Fransız yazarının bir oyununu bizim herhangi bir sahnemizde sergiliyor. Fakat bunun alışı tamam da veriş tarafını halletmek genellikle mümkün olmuyor. Bunun çeşitli nedenleri, onların kültür politikaları, bizim kültür politikasızlığımızdan kaynaklanan birçok veçhesi var.

Ben size daha pragmatik şeylerden söz etmek istiyorum. Özellikle de son yıllarda İtalya’da, kendime rağmen edinmiş olduğum bir Türk elçiliği oluştu ister istemez, çünkü örneğin Karşı Pencere çok büyük bir box office elde etti. O denli ki, bundan bir ay kadar önce televizyonda gösterildiğinde, bütün kanalları, en sevilen diziyi, en sevilen milyarder olmak isteyenler filan gibi yarışmaları da geride bırakarak İtalya’da otuz milyon kişi tarafından televizyon ekranında yeniden izlendi. Bunun da bana yüklemiş olduğu, biraz önce de söylediğim gibi, bana rağmen bir Türk elçiliği görevi var. Bunun hoş yanları da, zaman zaman biraz sıkıcı yanları da var. Ama algılama dediğimizde, ben size birebir algılamadan, yani sokaktaki insanla ilişkiden ya da bir televizyon programındaki algılamadan söz etmek istiyorum.

Ne yazık ki biz bugüne kadar kendini asla kültürüyle ve sanatıyla tanıtmak istememiş olan bir devletin çocuklarıyız. Onun için Avrupa’da -benim en çok bulunduğum ülkeler Fransa ve İtalya’da- Türkiye dendi mi akla gelen şeyler Türk lokumu, göbek dansı, şiş kebap ya da artık Türk sınırlarını tamamen aşan döner olabilir. Bu tür bir algılamayla karşı karşıyayız. Negatif olan imajların içinde tabii ki birçok siyasi sorun var; Kürt meselesi, Ermeni meselesi gibi. Özellikle İtalya söz konusu olunca, eskilere dayanan “Mamma ‘li turchi” ve hatta “İnebahtı Savaşı” hâlâ gündemde. Bunu özellikle belirtmek istiyorum, beni sokakta durduran insanların çok büyük bir çoğunluğu genellikle milliyetimle çok fazla ilgilenmeyebiliyor. Ama şöyle şeyler de oluyor, mesela bir gün orta yaşlı bir hanım beni durdurdu, dedi ki: “Sizi birçok filmde gördüm, ama durun bakayım siz nerelisiniz?” dedi. Ben “Türk’üm” dedim. “Olsun canım, ben de Sicilyalı’yım” dedi. Yani netice itibariyle bizim doğuyla olan birçok imgelemlerimiz, İtalya’da da güneyle mevcut olduğu için, Sicilyalı olmakla Türk olmayı yakın şeyler olarak algıladığından, beni bir anlamda mazur gördü.

Fakat örneğin Aralık ayında, 17 Aralık’taki AB kararından önce, İtalya’daki Kuzey Legası denilen aşırı sağcı ve milliyetçi parti –aynı zamanda Berlusconi Hükümeti’nin koalisyon üyelerinden- Türkiye’nin AB’ye girişine karşı büyük bir yürüyüş düzenledi ve buradaki sloganlar size söylemiş olduğum gibi yine “Mamma ‘li turchi” ve İnebahtı Savaşı’ydı. Bu yürüyüşün hemen ardından Repubblica Gazetesi bana ve Ferzan Özpetek’e ne düşündüğümüzü sordu. Hemen yürüyüşü izleyen iki gün sonra da, İtalya’da en çok izlenen, “Ballarò” adında bir siyasi tartışma programına ben tek başıma katılmak durumunda kaldım. Biraz önce söylemiş olduğum gibi, böyle bir misyondan sıkılmış olmamla birlikte, kendime rağmen bir görev üstlenmek durumunda kalıyorum. Yine orada İnebahtı Savaşı ve Türklerin ne kadar çok içtiği, kestiği, öldürdüğü ve katlettiği konuları gündeme geldi. Orada bulunan İtalyan sendikacı ve yeşiller milletvekili, benim söylememe hacet kalmaksızın bir çok şeyi dile getirdiler ve İtalya’da benim gördüğüm kadarıyla bu program insanları çok etkileyen bir şey oldu. Çünkü programı izleyen günlerde ve Aralık ayından bu yana da, beni sokakta durdurup oyunculuğun dışında “Çok teşekkür ediyoruz, Lega’nın milletvekiline ağzının payını verdiniz” diyen çok insan oldu. Tabii ki bu da mümkün.

Benim savunduğum bir başka şey daha var; birinci bölümdeki oturumlarda sözü edildi. Sürekli olarak bir toleranstan söz ediliyor. Ben kendi payıma toleransa son derece karşıyım, çünkü benim bir şeyi tolere etmem için, tolere ettiğim şeyin zaten hatalı olması gerekiyor. Dolayısıyla ben toleranstan değil saygıdan bahsetmeyi tercih ediyorum. Nitekim o geceki tartışmada da Lega milletvekili, “Evet, belki siz daha toleranslısınız başka dinlere karşı” dediğinde, “Hayır biz toleranslı değiliz, birlikte yaşamaya belki daha fazla alışığız ve ben bir başka dini tolere edemem, çünkü bir dinin varlığını yargılamak benim işim değil. Ben o dine ancak saygı gösterebilirim ve benim dinsizliğime de aynı saygıyı beklerim” demek durumunda kaldım. Dolayısıyla bu telorans içinde yaşama şahsen benim savunduğum bir şey katiyen değil.

Bunun dışında biraz önce söylediğime özellikle değinmek istiyorum. Sanıyorum ki, nasıl sonuçlanacağı henüz meçhul olan bu AB’ye giriş süreci sırasında yapılması gereken tüm mevzuat değişiklikleri ve reformların yanı sıra, bizim hakikaten her düzeyde üstlenmemiz gereken bir kültürel alışveriş görevi var ve bu konuda da devletin çok daha fazla bütçe ayırması ve destek olması gerekiyor. Örneğin benim Türkiyeli bir insan olarak katiyen kabul edemediğim şeylerden biri hâlâ, maça giden taraftarlar dolaşım serbestisine tamamen aykırı olan harçtan muaf tutulurken, kültürel faaliyet için yurtdışına çıkan öğretim üyesi ve sanatçılardan hâlâ bu paranın alınmasıdır, ki bu paranın alınması da zaten Avrupa mevzuatına tamamen aykırıdır.

Netice itibariyle sanıyorum hem üniversiteler, hem kültür kurumları el birliğiyle bir miktar devletimizi bu anlamda zorlamak durumundayız çünkü çok minik girişimler dahi Türkiye’nin nasıl algılandığı konusunda çok farklı şeylere yol açabiliyor. Örneğin ben bu kış Floransa’da bir oyunda oynadım. Bu oyun, yönetmenin benim için oluşturduğu bir kolajdı. Bu kolajda “Binbir Gece Masalları” vardı, ayrıca haremin son gecesinden söz ediliyordu ve de Nazlı Eray’ın iki öyküsü iç içe geçirilmişti. Bu piyeste -ki biliyorsunuz tiyatro kaç kişiye ulaşabiliyor- anlatılan şeyler, kadın hakkında söylenenlerden sonra “Türkiye’ye yeniden gitmek istiyorum”, ya da “Türkiye’ye gitmek ve keşfetmek istiyorum” diyen çok insan oldu. Ama bunlar tamamen hayattaki bir takım yol kesişmelerinden oluştu. Ben bunu yapabilmek için bugüne kadar herhangi bir şekilde bir yerden destek görmedim. Sadece İtalya’da sevildiğim için, bir yönetmenin önerisiyle ancak gerçekleşti. Sanıyorum bu anlamda, bundan böyle kültürel alışverişin tek yönlü değil çift yönlü olması gerekiyor. Eğer bir yönetmen burada bir oyun sahneye koymaya geliyorsa, bizden de oyuncuların ya da yönetmenlerin bu yönetmenin ülkesinde aynı şansa sahip olması gerekiyor. Sanıyorum böyle bir yola girmeye çok ihtiyacımız var. Bence bizim ne olduğumuzu en iyi anlatabilecek şey sadece kültür ve sanat. Onun için, Boris Vian’ın bir ufak hikayesinde olduğu gibi, devletimiz artık “Kültür denince tabancamı çıkarırım” tavrından vazgeçmeli.

Serhan ADA- Artan zamanımızda bir önceki seansta sorulmayan soruları da sorabilirsiniz. Sıkılmazsanız tabi. Algılar ürünlerle, sanat eserleriyle, kültür ürünleriyle değişiyor. Hazır İnebahtı’dan Serra Yılmaz söz etmişken, bir küçücük bölüm hatırlatması yapmak isterim sizlere. Cervantes’i hep Don Kişot’u ile biliyoruz. Cervantes’in bir de “La Grande Sultana”sı var, yani “Büyük Hanım Sultan”; saraya geldiğinde sultanın zoruyla saraydaki muhalefeti susturmasıyla dinini, giysilerini ve kültürünü korumayı başarmış Hanım Sultan’ın hikayesi üzerine kurulu bir oyun. Ne kadar güzel bir Avrupa ürünü olurdu değil mi, karşılıklı algılamadaki engeller olmasa... Cenvantes’in İnebahtı’da sol kolunu kaybedip, sağıyla bildiğimiz eserlerini verdiğini burada hatırlatmama herhalde gerek yok. Şimdi Manuel Costa Lobo bize gene algılama çerçevesinden bahsedecek, biraz da sabahtan bu yana burada ortaya çıkan malzemeleri yoğurarak yaptığı bir çalışmayla.



Manuel COSTA LOBO- Çok teşekkür ederim. Burada olmaktan çok mutluyum. Türkiye ve algılama hakkındaki düşünce ve izlenimlerini sunan herkese müteşekkirim. Çok şey öğreniyorum. Ve sizinle beraber düşünmeye çalışıyorum. Bu, tutup da Portekiz’den getirdiğim bir konuşma değil; sorunlara dair sizinle beraber halen gelişme sürecindeki bir düşünüş bir nevi.

İletimi sunmak için bir yol deneyeceğim. İlkin kültüre ve çevremizdeki dünyayı nasıl gördüğümüze dair; unutmayın ki her birimiz daima dünyanın merkezinde dururuz. Kendimizden yola çıkarak görmemizden ötürü de tek gördüğümüz bizi çevreleyen çemberdir. Avrupa sorununa gelirsek, ben Avrupa’yı genellikle bir üçgen şeklinde tasavvur ediyorum. Bu üçgenin üç tane çok stratejik, önemli köşesi var: Biri üst köşesi, Kuzey Burnu yani Norveç, ardından güneyde iki çok önemli köşesi var: Lizbon ve İstanbul. Lizbon’dan geldiğim doğru ama Lizbon’un orada olmasının nedeni Lizbon’dan gelmem değil. Ben bir şehir planlamacısı, bölgesel planlamacıyım. Bu yüzden her şeyin önce mekanla başladığını düşünüyorum. Avrupa bir mekandır, benim modelim uyarınca bir üçgen… Fakat Avrupa Birliği’yle karıştırmayın; AB siyasi bir örgütlenmedir, Avrupa bir mekandır. Her zaman bu böyleydi, AB henüz küçücükken Avrupa çoktan mevcuttu. Sanırım ki Türkiye’de olan bitene ilişkin bir tartışmayı bu üç köşe üzerinden başlatabiliriz.

Sıkça Portekiz hakkında konuşmamın nedeni yalnızca Portekizli olmam değil, aynı zamanda Portekiz’in bu Güney Avrupa coğrafyasının tam manasıyla diğer uç noktasını teşkil etmesi. Eğer devam edersek görebiliriz ki Avrupa’nın iki direği var. Bunlardan bir Anadolu, diğeri de İber yarımadası. Bunlar belki yalnızca coğrafyadan ibaret, pek ayrıntılı bir muhakeme değil ama Anadolu’da çok önemli bir siyaset şehrini, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’yı buluyor olmamız ilginçtir. Diğer tarafta ise yine çok önemli bir kent var. Portekiz’in başkenti değil, ama İber Yarımadası’nın en önemli şehri: Madrid. Burada elimizde iki ülke var: İspanya ve Portekiz. Yalnız kabul etmemiz gerekir ki yarımadanın en önemli şehri Madrid. Ve bu iki şehir, sözünü ettiğimiz mekanların tam ortasında yer alıyorlar. Bu da bütün çevrelerinden istifade ettiklerinden ötürü. Madrid ve Ankara epey yeni şehirler, hem de bu iki alanda çok eski ve çok önemli şehirler varken.

Kanımca, alanın en büyük, en önemli, büyülü ve harikulade kenti İstanbul’dur. Öteki taraftaysa Lizbon’dur yani Avrupa dünyasının büyük macerasının başlangıç noktası, Afrika’nın çevresinden bu tarafa dolaşma fikri olan Lizbon. İstanbul çok yakın olduğu için, Türkiye zaten Asya’nın o tarafındaydı çünkü ticaret yapmak genellikle ilerlemenin motorudur. O çağda, yani 15. yüzyıl civarında, ticarette önemli husus, Asya’yla temas içinde olmaktı; ipek, mücevher, baharat vesaire… Türkiye ve İstanbul yakındılar, fakat Batı Avrupa çok uzakta kalıyordu. Üstüne üstlük bu iki taraf birbiriyle savaşıyordu. Tıpkı bir Ortaçağ kralının iki oğlu gibi, bir sonraki kral olabilmek için birbirleriyle savaşıyor ve gerekirse diğerini öldürüyorlardı. O zamanlar bu olağandı, artık değil.

Bu yarımadanın Asya’ya değil de, Küçük Asya yani Anadolu’ya karşılık gelmesi çok önemli çünkü bu insanların birbirini anlamasının kökeni. Ama her halükarda bu alanı ayıran ve bir yarısını Avrupa, diğerini Asya, daha doğrusu Küçük Asya olarak adlandırdığımız Boğaziçi hattı var. Fakat işin aslını isterseniz Boğaziçi gerçek bir ayrım değil de temel anlamda büyük bir bağlantı. Bir yakadan diğerine gidip gelen ne kadar çok vapur olduğunu görüyorsunuz. Ayrıca, İstanbul’un kentsel alanı yalnızca bir yakada gelişmemiş, öyleyse ayrımı coğrafi bir bakış açısından kabul etsek bile, büyük bir bağlantı. Beşeri, kentsel ve bölgesel bakış açılarından bakıldığında bu ayrım yok. İki taraf arasındaki ana bağ budur.

Türk kültürüyle Avrupa kültürü arasındaki ilişkilerdense bahsedemem çünkü benim bakış açıma göre Türkiye Avrupa’dadır. Sözünü edebileceğim yalnız Türkiye-AB ilişkileridir. Her halükarda, AB kültürüyle, kapasitesiyle burada temsil ediliyor, Türkiye burada temsil ediliyorsa, belki de gerçekten arada bir boşluk vardır. Fakat AB üyeleri “Evet Türkiye, şimdi de birleşmemiz için lütfen kültürünü değiştirmen gerekiyor” dedikleri zaman şu soruları sorabiliriz: Niçin? Niçin Avrupalılar değişmiyor? Belki bu kulağa radikal bir söylemmiş gibi geliyor, ama ben radikal değilim. Belki de arada birşeyler bulmamız gerekiyor. Çünkü benim bakış açıma göre, Avrupa’ya baktığımızda, Avrupa ruhunun en önemli kısmı güneyden, Akdeniz’den gelmektedir. Eğer birşeyi Avrupai diye değerlendirmek istiyorsanız Avrupa’nın güneyiyle karşılaştıralım, Finlandiya’yla karşılaştıralım. Kültürel açıdan bakıldığında görürüz ki, çok büyük, ağır ve eski kültür tam da buralardadır. Siyaset açısından baktığımızda ise söylenecek çok şey var...

Şimdi başka bir mevzuya geçelim. Eğitim ve bilgi hakkında konuşalım. Bir taraftan Avrupa’nın kuzeyini ve güneyini düşünün, polemiklere girmek çok sembolik, diğer taraftan da Avrupa’nın doğu ve batısını ele alabiliriz. Eğitim ve bilgiye dayanarak, buradan, batı kısmından size şunu söylemem gerekir ki, kuzey Avrupa hakkında çok şey bilirken güneyi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Doğu Avrupa ise uzun zaman insanların bilgisinin dışında tutuldu, kati bir meçhullük. Bunun belki de din yüzünden böyle olduğunu söyleyebiliriz. Belki böyleydi, ama kanımca dini, ticaret ve ekonomik çıkarlar yönlendiriyordu. Sonuç olarak, Avrupa’nın bu yakası batılı ülkelerdeki birçok insan tarafından pek de tanınmıyor. Bugün bile Türkiye hakkında sahip olunan bilgi yeterli olmaktan çok uzak. İlk kez kırk sene önce geldim Türkiye’ye, o zamandan beri her seferinde buraya Portekiz’den insanlar getiriyorum, onlar da geldikten sonra “Türkiye’nin böyle bir ülke olmasını beklemiyordum” diyorlar. Gelmeden önce ne düşündüklerini bilmiyorum fakat hayrete düşüyorlar.

Avrupa benim için bir mekandır. AB’nin de öyle olduğunu söyleyebiliriz, olabilir de fakat bu bir seçim meselesi. Daha da ileri gidebiliriz ama korkarım bütün Avrupa’yı bunun üzerine kurar ve bu küçük parçayı dışında bırakırsak, Avrupa gördüğünüz şu üçgen gibi olur. Bu parçanın olmaması bu mekanı bozar.

İşte burada da başka bir sembolik şema. Bu şema Avrupa’yı temsil ediyor fakat hatlar aşağı yukarı bağlara, mesafelere işaret ediyor; dolayısıyla kuzeyden az uzaktasınız. Ne var ki mesafe açısından Lizbon ve İstanbul çok uzak. Şimdi kültür, zihniyet, davranış, arkadaş edinme olanakları açısından bakalım. O zaman İstanbul Lizbon’a çok yakınlaşıyor. Burada dost edinmek öyle kolay ki. İmaj bakımından birbirimize çok benzediğimizi düşünüyoruz. Türk imgesine bir bakalım: koyu ten, kocaman bir bıyık. Eskiden Portekiz hakkındaki fikir de böyleydi. Portekizli dediniz mi kısa boylu, koyu tenli ve bıyıklı bir adam gelirdi gözünüzün önüne. Aynı buradaki gibi. Bu yüzden benzer olduğumuzu düşünüyorum. Niçin? Çünkü yüzyıllar, binyıllar boyunca Akdeniz yoluyla bağlantılar daha kolaydı. Çok uzun yıllar önce, İstanbul ve Lizbon arasında mevcut bir bağ vardı. Hatta Lizbon değil de Lizbon’un güneyi. Yakınlarda üstünde Hititçe yazılar olan taşlar bulundu, şimdi inceleniyor. Hititler belki de Portekiz’e de gelmişlerdi. Fenikeliler Portekiz’e sıklıkla gelirlerdi, yerleşim bölgeleri dahi vardı.

Avrupa’yı biçimlendirirken bunu unutmamak gerekiyor. Şimdi Avrupa’yı tekrar gösterebilirim. Ve evet ticaret, kültür ticareti. Şimdilerde bazıları kültür endüstrisinden bahsediyor. Eğer bütün bu farklı ülkeler, bölgeler, halklar ve kentler hep iş yapar, üretimde bulunursa.... Çok önemli bir şey satın almamız gerektiğinde Almanya ya da Hollanda’ya gidiyoruz ve bunlar var olan temaslar. Rekabet var, yarışmamız lâzım. Portekiz’de fındığın fiyatı yüksek, öyleyse Türkiye’den alacağım. Bu ülkeler sadece kuzey Avrupa’da iyi fiyata satabilmek için rekabet ediyorlar. Kuzey Avrupa güney ülkeleriyle iş yapıyor. Rekabeti sevmem fakat bu bizim “medeni rekabet” tabir ettiğimiz bir şey. Bence bugün insanoğlu artık vahşi hayvanlar gibi davranmak zorunda değildir. Öyleyse vahşi rekabete gitmek yerine işlerimizi uygarca halletmeliyiz. Ve yine bu da işbirliği anlamına gelir ki bu da kültürden gelmelidir, sadece ekonomik birleşmelerden değil. Dolayısıyla bu ülkelerle işbirliği elde etmelisiniz. Onlar bir çeşit kör gibi davranıyorlar, bizlerin arasındaki önemli bağları farkedemiyorlar. Güney ülkelerinin işbirliği yapacak duruma gelmesi lazım, o zaman Avrupa’daki dengeye erişiriz.

Son olarak, kimliğe değinmek istiyorum. Kimlik ve iyi bir Avrupa istiyorsak, tamamlayıcılara ihtiyacımız var. Sadece güney ve kuzey arasında değil, doğu ve batı arasında da. Burada tarihin bir kısmını sunacağım. Osmanlı İmparatorluğu tüm dünyayı dolaşır ve daha fazla bağ kurarken, bir çok ülke ve bölgesel topraklar fethederken Portekizliler bunu yapamıyordu. Çünkü, bir tarafında çok daha büyük bir ülke olan İspanya vardı, diğer tarafında ise sadece balık. Denize gidebilirdik, bu tür bir stratejimiz olamazdı, stratejimiz denizcilikti, yani o zamanın denize yönelik küreselleşmesi. İlginçtir ki, Portekiz’in hâlâ bizi uzaklara götüren bir politikası ve kapasiteleri var. Bir çok insan Meksika’ya, Toronto’ya, Boston’a, Güney Afrika’ya gidiyor. Dışarıda yayılmış bir çok ilişkimiz var, komşularımızla bu tür ilişkiler kuracak kadar güçlü değiliz. Ama Türkiye Balkanlar, Asya ve Mezopotamya ülkeleriyle bu tür ilişkiler kuracak kadar güçlü. Türkiye bunu yapabilir ve eğer Avrupa her bir ortağından en iyisini talep ederse burada Türkiye’de ve Portekiz’de tamamen farklı kapasiteler, kimlikler ve tamamlayıcılar bulabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla tamamlayıcılarımız var, işbirliği yapabiliriz, arkadaş olabiliriz. Buraya arkadaşlar ve aynı zamanda Portekiz’den öğrencilerle çok sık geliyorum ve şimdi hepsinin de çok iyi arkadaşları var. Bazılarının küçük çocukları bile var. İşte bu çocuklar, halihazırda her iki tarafta da arkadaşları olan ailelerin içine doğacaklar. Teşekkür ederim.

Serhan ADA- Manuel Costa Lobo’nun konuşmasından sonra bir şeyler eklemek çok zor, çünkü kendisi kültürün coğrafyasından bahseder gibi görünse de, aslında poetikasını yaptı. Pessoa’nın şehrinden gelen konuşmacıdan da ancak bunu bekleyebilirdik herhalde. Bu kimlik meselesi sık sık gündeme geliyor. Ama konunun boyutlarının biraz da Costa Lobo’nun gösterdiği gibi coğrafyayla ilgili olmadığını, aslında AB olarak tanımlanan yerin de gevşek bir tanım olduğunu anlatmak için küçücük bir şey nakletmek istiyorum. Çok yakın zamanda üniversitedeki bölümümüzde, ekonomi ve kültür anlatmak üzere bir Yunanlı hoca misafir ettik. Yunanistan’da neler olup bittiğinden bahsediyordu. Son zamanlarda en çok tartışılan şey, göçmen kökenli Arnavut okul çocuklarının sınıfın en çalışkanı oldukları için -biraz da gösterişliler herhalde- 23 Nisan gibi, 19 Mayıs gibi geçitlerde kortejin önünde Yunan bayrağını taşıyor olmalarının Yunan kamuoyunda büyük sorunlar yarattığı üzerineymiş. Arnavutluk’un tartışmamızla hiçbir ilişkisi yok, ama Avrupa’nın ortasında, Yunanistan’a göçmüş 1 milyon Arnavut’un çok ciddi bir algılama çerçevesi yarattığına da hiç kuşku yok. Başka örnekler vermeden, isterseniz bir anekdotla size döneyim. Oruç Aruoba’yla aramızda gidip gelen bir anekdot bu, o anlatmazsa, ben anlatıyorum. Ben anlatırsam, o anlatmamayı tercih ediyor. Bugün o pas geçtiğine göre ben belki tekrar nakledebilirim. Avrupalılık nedir, Avrupalı kime denir tartışmasıyla ilgili; geçmiş Venedik Bienallerinden birinde herhalde liberal görüşlü devlet adamları, sanatçılar, entelektüeller arasında, Avrupalı kimdir sorusuna cevap aranırken, arkalarda bir yerlerde sessizce oturmakta olan Borges elini kaldırmış ve “İçinizde en Avrupalı benim” demiş. Biz kendi süremizi öngörüldüğü zamanda bitirdik. Şimdi katkılarınız ve sorularınız için size dönüyorum ve isterseniz başlayalım.

Vassiliki PAPAKOSTOPOULOU- İstanbul’da olmak benim için memnuniyet verici. Bildiğiniz gibi Türkiye ve Yunanistan’ın iyi ilişkileri var. Yunanistan Kültür Bakanlığı’nın Uluslararası İlişkiler Departmanı’nda çalışıyorum. UNESCO, Avrupa Konseyi, AB, UNESCO ve diğer uluslararası kuruluşlar çerçevesinde Türkiye’yle dostane bir işbirliğimiz oldu. Verdiğiniz Yunanistan’da Arnavut vak’asına ve bayrak örneğine değinmek gerekirse: Yunanistan’daki kurumsal çerçeve, sınıfın en iyi öğrencisinin Yunan bayrağını taşımakla onurlandırılmasını öngörür. Yani teşkilat yahut kurumsal çerçeve, diğer ülkelerden gelen insanlara kültürümüzü paylaşma fırsatı verir. Bu bizim için çok önemli. Bana burada bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Hepinize iyi akşamlar.

Serhan ADA- Evet, komşularımızdan öğrenecek çok şeyimiz olduğuna şüphe yok.

Nevin TAN- Ben mimarım, İller Bankası, İstanbul İmar Planlama Müdürlüğü’nden emekliyim. Biraz evvel Yunanlı arkadaşımızın değindiği konu aslında Türkiye’mize de çok güzel oturturulabilir kanısındayım. Şu anlamda ki, eğitime ilişkin olarak Türkiye malum coğrafyası itibariyle, özellikle Batı kesimi verimli tarım arazileri üzerine oturduğu için, oradaki tarım sahibi, tarımla uğraşanlar çocuklarını eğitmezler, yani eğitseler bile -geçmişi kastediyorum daha çok, bugün de hâlâ sürüyor- onlar özellikle erkek çocukları tarafından tarımın devamını tercih ederler. Eğitimde en başarılı olanlar, geçmişte doğulu dediğimiz, bugün ise adını koyduğumuz Kürt çocuklarıdır. Bürokrasiye de bakacak olursak, çok ağırlıklı olarak bürokrasinin içerisinde yüksek kademeye gelmiş olanlar, hep bu çok iyi eğitimden geçmiş olan Kürt çocuklarıdır. Benzer şekilde askeri konjonktür içerisinde de, kendilerine belki kimlik olarak Kürt demiyorlar, ama yine onlar yer almıştır. Şimdi aynı olayın çok benzerini Yunanistan’da gördüğüm zaman ister istemez böyle bir karşılaştırmayı yapma gereğini duydum. Diğer yandan Manuel Costo Lobo’yu çok uzun yıllardır tanıyorum. Kendisinin gerçekten Türkiye’ye ilişkin, özellikle Mimar Sinan Üniversitesi’nde çok değerli katkıları olmuştur ve özellikle mimar ve şehir plancılığı kökeninden gelmiş olmasından ötürü, son derece ilginç, stilize edilmiş gibi görünmesine rağmen, politik ve sosyal yapıya çok uygun şemalar geliştirmiş durumda. Belki bu şemalar bugün burada var, ama AB’nin diğer çalışmalarına da bu şemaların geliştirilerek katılması gerektiği düşüncesindeyim. Ve kendisine özel olarak teşekkür ediyorum.

Bir İzleyici- Avrupa kültürü deniliyor, daha çok Avrupalı veya Avrupa’dan gelmiş konuşmacılara yöneltiyorum bu soruyu. Dünya kültürü diye bir kültür var mı, varsa Avrupa kültürünün dünya kültüründen farkı nedir?

Eddy TERSTALL- Kesinlikle Avrupa kültürü denen olgunun varlığına inanıyorum çünkü ruhsal ve entelektüel gelişimin seviyesi çoğunlukla ekonomik ilerlemeye bağlıdır ve aynı zamanda laikliğin seviyesi de bununla bağlantılıdır diye düşünüyorum. Uzun süredir bizlerin, Türklerin ya da Portekizlilerin veyahut Hollandalıların, dünyanın geri kalanını talan ettiğimiz gerçeği nedeniyle birçok üçüncü dünya ülkesinden daha liberal ve laik olmamıza sebep olan bu ekonomik üstünlüğe sahibiz. Bu liberal tavır bize merak duygusunu, düşünce özgürlüğünü, icatları ve gelişimi kazandırdı ve bu çalıntı üstünlüğümüzle, biz de esasen diğer ülkelere karşı da kolaylıkla üstünlük sağladık. Liberal tavrımız dünyaya daha geniş açıdan, daha açık olarak bakmamızı sağladı; bunun sayesinde de daha laik ve açık toplumlar olduk. Bence aşağı yukarı Avrupa kültürü işte budur. Örneğin New York’tayken gözlemlediğim, New York’un kültürel elitleri kendilerini Avrupa ile özdeşleştirmekten hoşlanırlar çünkü kendilerini daima ülkenin geri kalanından daha üstün görürler. Sonra kendilerinin, yani New Yorkluların, ve belki de batı kıyısındaki insanların da Avrupa yönelimli olduğuna inanırlar. Ülkenin geri kalanı da yalnızca geri Hristiyan köylülerdir.

Aynı izleyici- Yani Avrupa kültürü bu mudur? Dünya kültürü nedir o zaman? Bir Portekiz kitabı okuduğumda, bir Jamaika filmi izlediğimde aynı şekilde hissediyorum. Türk ya da başka birşey olduğumdan değil insan olduğum için hissediyorum sadece. Peki kültüre ne olacak, bir dünya kültürü var mı?

Eddy TERSTALL- Bence esasen yıllar önce çaldığımız ekonomik üstünlük sayesinde elde ettiğimiz açıklık ve liberal başarı sayesinde bir dünya kültürü olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu ekonomik üstünlük daha az geriliğe ve dini tutuculuğa da sebebiyet vermiştir. Bu kadar liberal olmanın, özgür düşünceli ve meraklı olma olanağının, daha açık fikirli, liberal ve özgürlükçü bir genel kültür getirdiğine inanıyorum. Bu kültürün de Avrupa kültürü olduğunu söylüyorum ve bence diğer insanların, Kuala Lumpur’dan Brezilya’ya kadar bütün entelektüel elitlerin de bunu böyle tanımladığını düşünüyorum.

Manuel COSTA LOBO- Ben de kültür hakkında birkaç ekleme yapmak istiyorum. Bence özellikle Avrupa’da, bulunan neyin Avrupa kültürü olarak tanımlanabileceğini söylemek çok zor. Ancak bir husus önemli. Avrupa bir çok ülkeden, bölgeden ve çeşitli yüksek şahsiyetlerden, binlerce yıl süregelen savaşlarla oluşmuştur. Bütün bunlarla yavaş yavaş olgunlaştık, artık Avrupa bölgeler ya da ülkeler arasındaki savaşları sürdürmekle ilgilenmiyor çünkü bunlar eskide kaldı. Eğer Amerika’ya, Brezilya’ya, ya da daha bir çok ülkeye giderseniz, çok büyük olduklarını, kendi farklı eyaletlerine sahip olduklarını görürsünüz ama yine de bir çeşit homojenliğe sahiptirler; aynı dili konuşmak gibi. Burada aramızda çok sayıda küçük farklılıklar var ve yavaş yavaş bu çeşitliliğin içerisinde yaşamayı öğrendik. Bir de şehir planlaması konusu var. Bence belli bir açıdan şehir planlamacılığının Avrupai bir özelliği var. Örneğin, şehrin merkezi alanı gibi hoş bir kavramımız var; forum, agora ya da bizden daha önce var olanlar fakat bunların hepsi merkezi alan kavramına gelmiş. Merkezi alan, herkesin bir araya toplandığı yerdir, şehir sosyal bütünleşmenin gerçekleştiği yerdir. Örneğin, Amerikan edebiyatında bir merkezi alan kavramına rastlamayız, onlar merkezi iş bölgelerinden bahsederler. Bizim kültüre daha çok önem verdiğimiz görülüyor. Her halükarda bence önemli olan birbirimizi anlayabilmemizdir ve şayet din bizim kavgalarımıza sebebiyet veriyorsa, bırakın gitsin.

Bir dünya kültürü olup olmadığını soran kişiye de cevap vermek istiyorum çünkü henüz cevaplanmadı. Bence korkutucu olan dünya kültürünün bizim “Mc Kültürü” olarak tanımladığımız yöne doğru kaymasıdır; Amerikan kültürünün yayılması, bunun dünya kültürü haline gelmesidir. Buna dikkat etmek ve bu tehlikeden korkmak gerekmektedir. Bence Avrupa kültürü ile Mc Kültürü ya da dünya kültürü arasındaki fark, kokakola, kot pantolonlar ve MTV’dir; Rusya’ya, Hindistan’a, nereye gitmek isterseniz isteyin, herkes küçük bir Amerikalı gibi görünmeye çalışır. Avrupalılar umarım şimdiye kadar, herşeyin bir fiyat etiketinin olduğu, herhangi birine herhangi bir şey satabildiğin bu herkesin bahsettiği tüketici dünyasına karşı derin manalar içeren, bir miktar ruhanilik barındıran, tanımı her neyse, bir yaşam arayışının peşine düşmüşlerdir. Bence Avrupa kültürünün, Müslüman topraklarla gerçekleşecek bir izdivaçtan fazlasıyla yararlanabileceği nokta budur çünkü Müslümanlar hâlâ ruhaniyetlerini içlerinde barındırmaktadırlar. Bizim süratle unutmaya yüz tuttuğumuz ahlaki değerlere hâlâ sahipler. Bence bizim medeniyetimize yapacakları en büyük katkı da bu olacaktır.

Alican GÜZEL- Viyana, Kültürlerin Buluşma Derneği. Benim sorum Serra Hanım’a olacak. Az önceki konuşmasında dediği gibi Türkiye’nin dışarı verdiği bir şey yok, fakat dışarıdan daha çok destek geliyor. Mesela bir filmin İtalyan filmi olması, Fatih Akın’ın bir Alman filmi yapması ama Türkiye’nin bundan kendine pay çıkarması, fakat Türkiye’nin bir katkıda bulunmaması, ya da bulunamaması. Peki nasıl bir çizim olması lazım, yani bundan sonraki plan ne olmalı? 17 Aralık’tan sonra, madem “Şimdi kültür zamanı” demişse AB’nin başkanı, Türkiye’nin bu konuda ne gibi katkıları olması lazım, yurtdışında yaşayan sanatçılara nasıl bir destek katması lazım?

Serra YILMAZ- Şimdi benim belirtmek istediğim şey şu; filmlerin milliyetini prodüksiyon şirketleri belirliyor, yönetmenler değil. Türkiye’de genelde son dönemde bana gelen tüm gazeteciler gayet iyimserler, diyorlar ki “Türk sineması iyi gidiyor değil mi?” Ve bu beni çok hayrete düşürüyor. Şimdi Ferzan’ın filmleri İtalyan filmleri, Fatih’in filmi Alman filmi, Nuri Bilge Ceylan ise gayet atipik bir yönetmen, çünkü filmin senaryosunu kendi yazıyor, prodüktörlüğünü kendi yapıyor, kameramanlığını kendi yapıyor, ailesi oynuyor, dolayısıyla bir prodüksiyon bütçesiyle yapılan bir film değil. Benim burada kastetmek istediğim oydu. Ne yapılması gerek diyorsanız, Türkiye’nin bir film sanayisi oluşturması gerekiyor, unutmayın ki vakti zamanında çok daha fazla film üretiyorduk. Şu anda yılda 20 filmi dahi bulamıyoruz. Bu sanayi oluşturulurken tabii ki devletin de katkıda bulunması gerekiyor. Yani biz o kadar çok vergi ödüyoruz ki devlete, bu vergiler niçin bize bir filme destek olarak dönmüyor, niçin hep top tüfek olarak dönüyor bunu sorguluyorum aynı zamanda.

Alican GÜZEL- Kısa bir ek yapacağım, biz aynı zamanda Viyana’da tiyatro çalışmaları yapıyoruz, Türkçe tiyatrolar yapıyoruz. Çok komik bir durum; Türkçe tiyatro yapıyoruz ama Türkiye’den hiçbir destek yok, Avusturya’nın ve Belediyenin katkılarıyla yapıyoruz. Şimdi Türkiye’nin de kendi dillerinde, Arapça ya da Kürtçe yapması gereken projeler olacak. O zaman Türkiye bu olaya nasıl bakacak?

Serra YILMAZ- Bir kültür politikası edinerek, Kültür Bakanlığı bunun için varolmalı zaten değil mi?

Serhan ADA- Kültür Bakanlığı adına konuşmak bana düşmese de, en son Ankara’da tanık olduğum bir şeyi size aktarmam gerekir herhalde. Kültür Bakanlığı Türkiye’nin kültür politikasını AB’ye sunmak üzere oluşturma aşamasında ve Sivil Toplum kuruluşlarıyla bunu nasıl paylaşacaklarının da arayışı içindeler. Hani bunu bir müjde olarak kabul etmek gerekir mi bilemiyorum ama, böyle bir çalışma var ve AB’ye sunulacak. Ama ben kişisel olarak, devletle çok yakın bu işlerin yapılmasından da yana değilim, çünkü o zaman bir benzetmeyle söylemek gerekirse, oyunu birlikte oynamak çok iyi sonuçlar vermeyebiliyor, ya oyun bozuluyor, ya oyuncak kırılıyor. Oradan bir soru daha var…

Serra YILMAZ- Pardon, ben burada ufak bir şey belirtmek istiyorum. Devletle yakın oynamak, devletin bizi denetlemesi anlamına gelmiyor. Devlet bir filme yardım ettiği zaman, ondan sonra bu film iyi olmuş, kötü olmuş, beni temsil etmiyor ya da küçük Kürt kızın hikayesini anlatıyor diye o filme sansür getirme hakkına tabi ki sahip olamaz.

Aliye KURUMLU- Sayın Serra Yılmaz’ın bir saptaması vardı; biz Türkiye’ye çok rahat bir şekilde yabancı konuklar, sanatçılar davet edebiliyoruz ama bizim Avrupa’ya ya da dünyanın herhangi bir yerine çıkmamız çok zor oluyor diyordu. Bunun için yapılabilecek neler var acaba? Gerçi çok büyük bir konu ama, belki iki üç cümleyle bir şeyler söylenebilir.

Serra YILMAZ- Şöyle bir şey söyleyeyim. Örneğin bu alışverişler nasıl oluyor diye baktığımızda, ülkemizde Avrupalı ülkelerin birçoğunun kültür merkezi olduğunu görüyoruz. Bu kültür merkezinde görevli insanlar zaten Türkiye’deki kültür insanlarıyla kendi ülkelerinin kültür insanlarını buluşturmaya yönelik çalışıyorlar. Örneğin, Fransa’dan bir örnek veriyorum yine: Fransa’da Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak AFAA diye bir daire olduğu gibi, bunun dışında Fransız Kültürünü tanıtmak üzere bir yayın dairesi var ve o yayın dairesi dünyada tercüme edilip yayınlanan Fransız eserlerine tercüme için katkıda bulunuyor. Geçen gün İtalya’da bir film festivalinde jüri üyesiydim, bir takım kadın grupları geldi ve dediler ki “Türk kadın yazar yok mu?” Sürüyle var, “Peki biz bunların hiçbirini tanımıyoruz”. Tanımıyorlar, çünkü yayınevleri genelde kitap satışlarından her zaman çok büyük kazançlar elde edemedikleri için bilmedikleri bir ülkenin bilmedikleri yazarlarını araştırıp bunları yayınlamak için bir çaba sarf etmiyorlar. Ama bizim Kültür Bakanlığımızın bir yardımı başlamış, miktarını bilmiyorum. Öyle bir yardımı olsa, bir proje sunabilirsiniz. Bunun dışında da kültür merkezi diye bir şey olur, kültür ataşesi olur ve kültür ataşesi ya da kültür görevlisi ya da kültür merkezi müdürü dediğimiz kişi, Bakan’ın kayınbiraderi ya da eniştesi değil, hakikaten o anlamda iş yapacak biri olabilir. Çünkü benim gördüğüm kadarıyla, uzun zaman boyunca bu kadrolar bu şekilde kullanıldı, yani bunların yapılması gerek diye düşünüyorum.

Nelson FERNANDEZ- Visiting Arts, Birleşik Krallık. Türk sanatlarının tanıtımıyla ilgili önceki bir soruya cevap vermek istiyorum. Bence bu mesele tesadüfen sadece AB’nin herhangi bir yerinde işlerini sunmak isteyen Türk sanatçıların sorunu değil, eğer bir teselli olabilecekse, AB’nin tüm sanatçılarını ilgilendiren bir konu diye düşünüyorum. Fakat bunu aşabilmek için yollar, çözümler de var: Ben British Council’ın kardeş kuruluşu olan “Misafir Sanatlar” adında bir organizasyonda çalışıyorum. Konuşmacılardan birinin de belirttiği üzere örneğin Fransa’da benzer mekanizmalar var. Avrupa’da gittikçe kabul gören bir düşünceye göre gerçekten karşılıklı diyalog kurabilmek için sadece kendi ülkenizin sanatını sunmanız yeterli değil, aynı zamanda kendi ülkenizde de diğer ülkelerin sanatlarının sunumunu teşvik etmelisiniz, kendi toplumunuz ve seyircilerinizin AB’deki diğer kardeşlerinizin sanat ve kültürleri hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamalısınız. Örneğin Misafir Sanatlar, bilgiye ve ağlara erişim sağlayarak, sanatçılara işleriyle ilgilenebilecek yapımcılar, küratörler, müteşebbisler ve festivaller hakkında bilgi vererek İngiltere’de diğer ülke sanatlarının sunumunu destekler ve teşvik eder. Sanırım, AB ülkeleri arasında giderek yaygınlaşan bir yöntem bu ve işlerini İngiltere’de göstermek isteyenlerin soruları olursa bunları yanıtlamaktan mutluluk duyarım. Hepimizin kendi Kültür Bakanlıklarımızı daha anlayışlı ve açık olmaları, sanatçılara ve kumpanyalara mali destek vererek –ki bazen bakanlıkların çok zor kabul edecekleri bir şeydir bu- onların serbestçe alışverişte bulunabilmelerini sağlamaları için cesaretlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Birleşik Krallık’taki sunum olanakları hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler sorularını bana daha sonra sorabilirler. Teşekkür ederim.

Eddy TERSTALL- Size başka ülkelerde kendi kültürünüzü nasıl pazarlayacağınız hakkında iyi sayılabilecek bir örnek vereceğim. Bundan beş-altı sene önce, Hollanda hükümeti devlet ziyaretlerinde resim ya da ona benzer şeyler veriyordu. Artık bunu yapmayı bıraktılar. Şimdilerde ise bir devlet hediyesi vermeye başladılar, son beş yıldır kraliçenin ya da başbakanın ziyaret ettiği ülkeye verdikleri hediye genelde Hollanda Film Festivali oluyor çünkü bu sayede yabancı bir izleyiciye daha rahat bir şekilde ulaşılmış oluyor. Bu da kültürünüzü gösterebilmek için çok hoş bir yol. Bence bu çok güzel bir fikir çünkü başbakanın ya da bakanın ziyaret ettiği ülkeden o etkinliklere katılım çok yüksek oluyor. Bence devlet hediyesi olarak bir tiyatro ya da film haftası verilmesi fikri, daha az ulaşılabilir bir şeyler verilmesinden çok daha iyi.

Serhan ADA- Son soruya geçmeden, ben konuşmacılara konuşmalarının içeriğiyle bu kadar tartışmaya açık bir ortam yarattıkları için teşekkür etmek istiyorum. İzninizle son soruyu alalım ve aşağı yukarı zamanında bitirmiş olalım.

Genco GÜLAN- Ben öncelikle şunu söylemek istiyorum; milli temsil konusunu özellikle tehlikeli buluyorum. Yani hem Türkiye’nin temsili, hem aynı şekilde yabancı ülkelerin Türkiye’de temsili konusunda, sadece milliyetçilik üzerinden kültürün temsili konusunda ciddi şüphelerim var. Bir de deminki tartışmaya bir küçük katkıda bulunmak istiyorum. Bir önceki Kültür Bakanı Erkan Mumcu “Para çok, proje yok” demişti...

Hiç yorum yok: